Allah’ın Adıyla…
Yaratan, emreden, insanlara kanunlar yapmak suretiyle onlara yol göstererek onları acziyet, unutkanlık ve zulümle malul beşerin hevasına terk etmeyen Allah’a hamd olsun. Salât ve selam; şeriat-ı ğarra sahibi Muhammed Mustafa’ya, pak ailesine, ashabına ve kıyamete kadar ona tabi olanların üzerine olsun.
İslam akaidinin en temel meselelerinden biri, başlıkta ifadesi bulan Hâkimiyet Allah’ındır inancıdır. İnsanoğlunun fıtratına yerleştirilmiş olan ve kevni ayetlerle desteklenen bu bilgi, her Peygamberin kavmini davet ettiği hakikattir aynı zamanda. İslam bu meseleyi tevhidin üç ana rüknüne bağlayarak onun yerinin ne denli önemli olduğunu göstermiştir. Hâkimiyetin Allah’a ait oluşu O’nun subhanehu ve teâlâ ilah olmasının, Rabb olmasının ve El-Hakem isminin gereğidir.
İnsanlık tarihini incelediğimizde insanların Allah’ın subhanehu ve teâlâ yaratmasıyla ilgili bir sorun yaşamadığını görmekteyiz. İnsanların Allah’ın göklerin otoritesini elinde bulundurduğuna dair de bir sıkıntıları olmamıştır. İnsanlığın sorunu, Allah’ın yeryüzüne aracı olmaksızın müdahalesi ve oraya kanunlar belirlemek suretiyle insanoğlunu başıboş bırakmaması olmuştur.
Ancak Allah subhanehu ve teâlâ insanın Allah’ın varlığını ve bazı sıfatlarını kabul etmesini ya da O’nu göklerde olan bir ilah olarak kabul etmesini sahih bir akide için yeterli saymamıştır. Hatta bu inançlarında onların yalancı olduklarına dikkat çekmiş ve bu inancın gereği olan Allah’ın insanın hayatının her alanına müdahalesinin zorunluluğuyla onları ilzam etmiştir. Çünkü var olduğuna ve insanları rızıklandırdığına inanılan, kainata koymuş olduğu kanunların mükemmelliği ikrar edilen bir Allah, neden yaratılışın semeresi olan insanı kendine hâline terk etsin ki? Tüm kainatı kendisine musahhar kıldığı, onun imtihanı için alemleri yarattığı ve dönüş olarak sadece insanı hesaba çekeceği biliniyorken, kainatta her zerreye bir kanun belirleyip insanı kendi hâline terk etmesi O’nun subhanehu ve teâlâ büyüklüğüne yakışır mı?
“Bizim, sizi boş bir amaç uğruna yarattığımızı ve gerçekten bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sanmıştınız? Hak melik olan Allah pek yücedir, Ondan başka ilah yoktur; kerim olan Arş’ın Rabbidir.” (23/ Mu’minun 115-116)
İnsanlığın bu bozuk inancına Allah’ın subhanehu ve teâlâ müdahalesine örnek olarak Mu’minun suresindeki şu pasajı verebiliriz:
“(Rasûlüm!) de ki: ‘Eğer biliyorsanız (söyleyin bakalım), bu dünya ve onda bulunanlar kime aittir?’, ‘Allah’a aittir’ diyecekler. ‘Öyle ise siz hiç düşünüp taşınmaz mısınız!’ de. ‘Yedi kat göklerin Rabbi, azametli Arş’ın Rabbi kimdir?’ diye sor.'(Bunlar da) Allah’ındır’ diyecekler. ‘Şu hâlde siz Allah’tan korkmaz mısınız!’ de. ‘Eğer biliyorsanız (söyleyin), her şeyin melekutu (mülkiyeti ve yönetimi) kendisinin elinde olan, kendisi her şeyi koruyup kollayan, fakat kendisi korunmayan (buna muhtaç olmayan) kimdir?’ diye sor.'(Bunların hepsi) Allah’ındır’ diyecekler. ‘Öyle ise nasıl olup da büyüye kapılıyorsunuz?’ de.” (23/Mu’minun, 84-89)
Bu bölümde müşriklerin Allah inancına dair ağızlarıyla ikrar ettikleri bazı kabuller zikrediliyor. Yaratma, yerin ve göğün mülkünün Allah’a ait olması, arşın sahipliği, her şeyi koruyan ve gözetenin Allah olması ve hiçbir şeyin Allah’ı subhanehu ve teâlâ koruyamayacağı yani O’nun her şeyden üstün olması meselesi.
Evet, bu cevaplar müşriklerin Allah inancına dair söyledikleridir. Ancak ayetlerin devamında Allah’ın bu cevapları kabul etmediğini ve onları yalanladığını görüyoruz.
“Doğrusu biz onlara gerçeği getirdik; onlar ise hakikaten yalancılardır.” (23/ Mu’minun, 90)
Burada sorulması gereken çok önemli bir soru vardır. Neden Allah subhanehu ve teâlâ onların yalancı olduğunu söylemiştir? Bu sorunun cevabını ayetlerin devamı vermiştir:
“Allah evlat edinmemiştir; O’nunla beraber hiçbir ilah da yoktur. Aksi takdirde her ilah kendi yarattığını sevk ve idare eder ve mutlaka onlardan biri diğerine galebe çalardı. Allah, onların (müşriklerin) yakıştırdıkları şeylerden münezzehtir. Allah, gaybı da şehadeti de bilendir. O, müşriklerin ortak koştukları şeylerden çok yüce ve münezzehtir.” (23/ Mu’minun, 91-92)
İlk paragrafta ikrar edilen kabullerin iki vechesi vardır. Bunlar ya inanılarak ve itikad edilerek söylenmiştir ya da üzerinde düşünülmeden, toplumsal bazı kabullerin gereği olarak dil ile ikrar edilmiştir.
Allah subhanehu ve teâlâ ilk paragraftaki kabullerin itikad edilerek söylenmesi durumunda bunun vakıaya yansıması gerektiğini ve bazı inançları da beraberinde getirmesi gerektiğini bildirmiştir:
Yaratan, rızık veren, arşın sahibi, her şeyi koruyan ve gözeten, her şeyden üstün olan bir Allah’ın kendinden başka ne bir aracıya ne hüküm koyucuya ne de insanların gayb ve şehadet bilgisine ortak kılacağı bir başka ilaha ihtiyacı yoktur. Hakkında bu inanca sahip olunan bir Allah’a karşı, bu konularda ortaklar kabul ediliyorsa bu, ilk inancın sıhhatli olmadığını ve sahibinin yalancı olduğunu gösterir. Müşriklerin yalanlama nedeni de budur.
Benzer bir sapma ehli kitap arasında yaşandığında Rabbimizin onların itikadi kabullerini yalanladığını ve yok saydığını görüyoruz. Hâkimiyet konusunda sapan ehli kitap için şu ayetleri inceleyelim:
“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rabler (ilahlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de. Oysa onlar, tek olan bir ilaha ibadet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilah yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.” (9/Tevbe, 31)
Bu ayeti kerimede ne anlatılmak istendiğini Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle açıklamıştır:
“Adiyy b. Hatem boynunda gümüşten bir haç takılı olduğu hâlde Rasûlullah’ın yanına girdi. Rasûlullah o esnada bu ayeti kerimeyi okuyordu. Adiyy bu ayeti duyunca Rasûlullah’a şöyle dedi:
__ Onlar haham ve papazlarına ibadet etmiyorlardı.
Rasûlullah ona şöyle dedi:
__ Bu doğru değil, onlar onlara tapıyorlardı. Zira onlar haramı helal, helalı haram yaptıklarında onlara tabi oldular. İşte onlara ibadet etmek böyledir.” (Tirmizi, 3095; Süneni Kubra, 20350.)
Buradan anlıyoruz ki Hristiyan ve Yahudilerin hâkimiyet tevhidi konusunda zamanla sapmaları ve din adamlarına hayatlarına yasak/haram veya serbest/helal belirleme hakkını vermeleri onları dinlerinin dışına çıkarmış ve bu tevhidi problemden ötürü Allah’tan başkasına kul olma ve onları rab edinme gibi en ağır ifadelerle kınanmışlardır.
Mesele bununla da kalmamıştır. Allah subhanehu ve teâlâ hâkimiyet meselesi konusundaki bu sapmalarını diğer imani kabullerini de yok sayarak tehlikenin büyüklüğüne dikkat çekmiştir. Şöyle ki; Rabbimiz, Tevbe suresi birinci ayetten yirmi dokuzuncu ayeti kerimeye kadar müşriklerin ahkamını anlatmıştır. Onların itikadi sapkınlıkları, onlara güvenilmemesi gerektiği ve onlarla savaşmanın gerekliliği ve bunun nedenleri… Yirmi dokuzuncu ayeti kerimeden sonra ehli kitabın ahkamına geçmiştir. Başlangıç ayeti olarak onlarla savaşmayı emretmiştir. Sahabenin zihninde oluşması muhtemel sorular olduğu kanaatindeyiz. Müşrikleri ve onların itikadi sapkınlıklarını biliyor ve onlarla savaşmanın gerekliliğine de inanıyorlardı. Ancak ehli kitap hakkında yeterli bilgiye sahip değillerdi. Niçin onlarla savaşacaklardı? Adeta bu arka plandaki soruya cevap olarak şu ayetler indi:
“Kendilerine Kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Rasûlü’nün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın. Yahudiler, ‘Uzeyr Allah’ın oğludur’, dediler. Hristiyanlar da, ‘Mesih (İsa) Allah’ın oğludur’ dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini) daha önce kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan batıla) döndürülüyorlar! (Yahudiler) Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (Hristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i (İsa’yı) rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilaha kulluk etmeleri emrolundu. O’ndan başka ilah yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.” (9/Tevbe, 29-31)
Bu ayette savaşın gerekçesi olarak iki cürüm zikredilmiştir. İlki, Allah’a subhanehu ve teâlâ çocuk nispet etmektir. İkincisi ise, hâkimiyet tevhidindeki sapmadır. Buradan anlıyoruz ki Allah’ın subhanehu ve teâlâ yanında Allah’a çocuk nispet etmek ile hâkimiyet hakkını Allah’tan başkasına vermek sapkınlığı arasında fark yoktur.
Bundan ötesi ise ayeti kerimelerde ifade edilen “Allah’a ve ahiret gününe inanmayanlar” kısmıdır. Biz biliyoruz ki ayetlerde kast edilen Yahudi ve Hristiyanlar Allah’a ve ahiret gününe inanıyorlardı. Oysa Allah, onların ağızlarıyla ikrar ettikleri bu itikadi kabulün olmadığını belirtip onlarla savaşılmasını istiyordu sahabilerden. Buradan anlıyoruz ki; kişinin Allah’a ve ahiret gününe imanın gereği olarak O’na çocuk nispet etmemesi gerektiği gibi, O’nun subhanehu ve teâlâ dışında kanun koyucu, yasak/haram ve serbest/helal belirleme yetkisine sahip din adamı, parlamenter, siyasi lider belirlememesi de gerekmektedir. Ve Allah’ın dışında kanun koyucu yani Rabb edinenlerin ağızlarıyla iman ettiklerini iddia etseler bile Allah’ın yanında bu imanlarının iddiadan ibaret olduğu bilinmelidir.
İşte gerek müşriklerin bu konudaki sapmaları, gerekse de kendini semavi dine nispet edenlerin sapmaları karşısında Kur’an’ın tavrı budur. Bu Kur’ani tutumun konumuzla bir başka yönden ilgisi ise şudur: Kur’an özellikle ehli kitabın itikadi arızalarını ve sapma süreçlerini tafsilatlı bir şekilde anlatmıştır. Bunun nedeni ise yine semavi bir dine sahip olan Müslümanların onların sapmalarına dikkat etmeleri ve bu süreçlerden ümmet olarak korunmalarıdır. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem bizleri şöyle uyarmaktadır:
“Sizden öncekilerin yollarına adım adım, karış karış tabi olacaksınız. Öyle ki onlar kelerin deliğine girse sizde gireceksiniz. Bizler ‘Yahudi ve Hristiyanlar mı bunlar?’ diye sorunca; ‘Başka kim olacak ki’ diye cevap verdi.” (Buhari, 3456; Müslim, 2669.)
Onlar hâkimiyet konusunda saptıkları gibi bu ümmet de sapacak ve onların yollarına tabi olacaktır. Doğru sözlü ve Allah subhanehu ve teâlâ tarafından doğrulanmış olan Peygamberin haber verdiği bu durumu sabahın aydınlığı gibi müşahede ediyoruz. Bugün kendini İslam’a nispet edenler Allah’ın yasalarını yürürlükten kaldıran, Allah’ın haram kıldığı zina, içki ve kumar gibi yasakları on sekiz yaşından büyüklere serbest/helal kılan sistem ve sistemin partilerine eklemlenme veya oy verme yarışındalar.
Hristiyan ve Yahudilere uyarak dinde sapma gösteren İslam ümmetinin, sapış serüveninin hüküm meselesiyle başlaması da Nebi’nin sallallahu aleyhi ve sellem bizlere haber verdikleri arasındadır.
“İslam’ın bağları halka halka çözülecektir. Halkalardan biri çözülünce insanlar diğerine sarılacaklar. İlk çözülecek olan hüküm/yönetim halkasıdır. En son çözülen de namaz olacaktır.”
Siyasette yozlaşma ve Raşid halifeliği saltana çevirmeyle başlayan sapma, teşri ve yasama hakkının Allah’tan başkasına verildiği demokrasi diniyle zirveye ulaşmıştır. Sapma başladığında önü alınmadı mı her gelen asır bir önceki zaman dilimini aratacak cinsten olur. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem bu durumu ifade etmek için şöyle buyurmuştur:
“Sabrediniz! Rabbinize kavuşuncaya dek gelen her zaman bir öncekinden daha şerli olacaktır.” (Buhari, 7068)
Demokrasi dininin kutsal ayini olan seçimlere neredeyse bir ay kaldı. Allah’ı ilah, Rabb ve El-Hakem olarak tanıdığını diliyle ikrar eden kalabalıklar, bu ikrara taban tabana zıt olan; millet adına kanun yapmak için seçim yarışına katılacak ya da katılanlara destek olmak için oy kullanacak. Böyle bir zamanda Muvahhidler olarak ‘Egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır.’ diyor ve bu kabule tamamen zıt olan seçimlere seçmen veya seçilen olarak katılmayı reddediyoruz. Rabbimizden bu yazılanları asrımızın en çetin imtihanı olan Demokrasi fitnesine tutulmuş ve kaybetmiş olanlara faydalı kılmasını temenni ediyoruz.
Hâkimiyet Tevhidinin Dört Esası
Allah’ın subhanehu ve teâlâ kendi katından indirdiği ve kulları için hidayet, nur, şifa ve öğüt kıldığı Kur’an kendini açıklayan ve ayetlerin birbirini tefsir ettiği bir kitaptır.
“Elif, Lam, Ra. (Bu,) Ayetleri muhkem kılınmış, sonra hüküm ve hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan (Allah) tarafından birer birer (bölüm bölüm) açıklanmış bir kitaptır.” (11/Hud, 1)
Bu kitabın en açık meselelerinden olan ‘Hüküm Allah’ındır’ inancı Kur’an tarafından açıklanmış ve bununla ne kast edildiği El-Hakim ve El-Habir olan Allah tarafından kapalılığa mahal bırakmayacak şekilde izah edilmiştir. Kur’an’ı incelediğimizde bu akidenin dört rükundan oluştuğunu görmekteyiz:
1. Hâkimiyetin Allah’a ait olduğuna itikad etmek.
2. Yönetici konumunda olanların Allah’ın indirdikleriyle/kanunlarıyla hükmetmesinin zorunluluğu.
3. Yönetilen konumunda olanların bu hakkı sadece Allah’a subhanehu ve teâlâ vermesi.
4. Dini veya dünyevi ihtilaflarda Kitap ve Sünnet dışında bir merci kabul etmemek.
Rabbimizin izin verdiği kadarıyla bu maddeleri birer birer ele alıp, Kitap ve Sünnet ışığında izah etmeye çalışacağız.
1. Hâkimiyetin Allah’a ait olduğuna itikad etmek
Kişinin Müslümanlardan olabilmesi için öncelikle Hâkimiyetin kayıtsız şartsız Allah’a ait olduğuna itikad etmesi gerekir. Bu öyle bir bilgidir ki insana öğretilmesine gerek yoktur. Çünkü Allah her insanı bu fıtrat üzere yaratmış ve bu bilgiyi insanların akıllarına yerleştirmiştir. Hâkimiyetin Allah’a ait oluşu inancının fıtri bir bilgi olduğuna dair bazı nasları aktarmamız konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır:
“Size kendi nefislerinizden bir örnek verdi: Size rızık olarak verdiğimiz şeylerde, sağ ellerinizin malik olduklarınızdan, sizinle eşit olup kendi kendinizden korktuğunuz gibi kendilerinden de korktuğunuz (veya çekinip saygı duyduğunuz) ortaklar var mıdır? İşte biz, aklını kullanabilen bir kavim için ayetleri böyle birer birer açıklarız. Hayır, zulmedenler, hiç bir bilgiye dayanmaksızın kendi heva (istek ve tutku)larına uymuşlardır. Allah’ın saptırdığını kim hidayete erdirebilir? Onların hiç bir yardımcıları yoktur. Öyleyse sen yüzünü Allah’ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah’ın o fıtratına çevir ki; insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışı için hiç bir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler.” (30/Rum, 28-30)
Bu ayetler açık bir şekilde insanın üzerine yaratıldığı bir fıtratın olduğunu ve her insan için bu durumun söz konusu olup, kimsenin bu genellemenin dışında kalmadığını ifade ediyor. Allah Rasûlü de sallallahu aleyhi ve sellem bu ifadeyi destekleyen beyanlarda bulunmuştur:
“Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar…” (Buhari, 1385; Müslim, 2658.)
“Ben kullarımın hepsini hanif olarak yarattım…” (Müslim, 2865)
Ve Allah subhanehu ve teâlâ Nebisi’nden yüzünü fıtrata dönmesini, insanları da buna davet etmesini istiyor. Fıtratın özü Hanifliktir. Hanif ise meyleden demektir. Yani bilinçli bir şekilde şirki terk edip, Allah’ı birlemeye yönelten tevhiddir.
Ayeti kerimenin giriş kısmını oluşturan örnek ise fıtratın ne olduğunu anlatmaktadır. Allah subhanehu ve teâlâ insana kendi hayatından bir örnek vererek meseleyi basitleştirmiş ve anlamasını kolaylaştırmıştır. İnsan, Allah’ın ona verdiği rızık konusunda elinin altında bulunan kölelerden korkmaz, onların o mala ortak olmasından ve kendiyle beraber o malda tasarruf edeceklerinden çekinmez. Çünkü herkes kendi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder ve köleler efendilerinin mülküne ve tasarrufuna ortak olmazlar. Bu kainat da Allah’ın subhanehu ve teâlâ mülküdür. O mülkünde dilediği gibi tasarruf eder, dilediği şekilde hükmeder. O’nun kölesi konumunda olan kulları ne Allah’ın mülkünde O’na ortak olabilirler ne de Allah’la beraber tasarrufta bulunurlar. Yani yaratma ve hükmetmede Allah tektir, ortak kabul etmez. (Tefsirciler bu ayetlerde genelde Mekkeli müşriklerin melek, put, taş, ağaç vb. varlıkları Allah’a ortak koştuklarına değinmişlerdir. Oysa konunun tafsilatına dair bilgi verilmeyen ve onların şirk mantığının eleştirildiği tüm ayetler, onların yaygın olan iki şirkini ele almakta ve reddetmektedir. Nebevi beyanlardan anlıyoruz ki şeytan bir topluma şirki iki şekilde sokar. İbadet ve kullukta Allah’a ortak koşmak, yönetim ve egemenlikte Allah’a ortak koşmak. Kudsi bir hadiste: “Hangi kula mal ihsan etmişsem, o helaldir. Muhakkak kullarımın hepsini hanifler olarak yarattım. Şeytan onlara geldi, onları dinlerinden cahil bıraktı, helal ettiğim şeyleri onlara haram etti, hakkında delil indirmediğim şeyi bana ortak koşmalarını onlara emretti.” buyrulmuştur. “Helal ettiğim şeyleri onlara haram kıldı” cümlesi teşri ve yasamada, kalan kısım ise ibadette Allah’a şirk koştuklarını gösterir. Vakıaya bakıldığında da gerek Mekkeli müşriklerin gerekse de diğer şirk toplumların bu iki şirk türünü aynı anda kendinde bulundurduğu görülecektir. Allah’ın izin vermediği konularda onlara kanunlar yapan Daru’n Nedveleri ve Allah’ın dışında fayda ve zarar bekleyerek ibadet ettikleri putları; Mekkeli müşriklerde olduğu gibi tüm şirk toplumların vazgeçilmezidir.)
Ki insanoğlunun vakıası da bu bilgiyi doğrulamaktadır. İnsana hükmetmesi veya mülkü olması için verilen bir ev ya da iş yerinde kendinden başka birinin tasarruf etmesinde, onun kurallarını değiştirmesinde veya düzeninde değişikliğe gitmesinden hoşlanmaz. Böylesi bir durum fıtri olarak insanı rahatsız eder. Aciz ve sınırlı olan insan kendi mülkünde kendi dışında veya kendine rağmen bir otoriteden rahatsız oluyorsa tüm kemal sıfatlarına sahip olan Allah subhanehu ve teâlâ elbette bunu kabul etmeyecek ve kendine karşı yapılanı, isyanların en şerlisi kabul edecektir.
Bu konunun delillerinden bir diğeri, insanın yaratılmadan kendisinden alınan sözdür:
“Hani Rabbin, Ademoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şahitler kılmıştı: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (demişti de) onlar: ‘Evet (Rabbimizsin), şahit olduk’ demişlerdi. (Bu,) Kıyamet günü: ‘Biz bundan habersizdik’ dememeniz içindir. Ya da: ‘Bizden önce ancak atalarımız şirk koşmuştu, biz ise onlardan sonra gelme bir kuşağız; işleri batıl olanların yaptıklarından dolayı bizi helak mi edeceksin?’ dememeniz için.” (7/Araf, 172-173)
İnsanın yaratılışı ve öncesinde yaşanan olayların en önemlilerinden biridir söz alma hadisesi. Literatüre ‘Kâlu belâ’ olarak geçen bu hadisede insandan Allah’ın Rububiyetine dair söz alınmıştır. Ve bu söz yaratılıştan önce olsa da Kıyamet gününde bu sözün gereği olarak Allah’ın insanları yargılayacağı ve bu söze binaen insanların ‘bilmiyorduk ya da taklitçiydik’ özrünü kabul etmeyeceğini söylemiştir.
Kur’an-ı Kerim’i incelediğimizde Rububiyetin en açık meselelerinden birinin Allah’ın yarattığı ve düzen verdiği, mülkünde dilediği gibi hükmetmesi olduğunu görürüz. Hristiyan ve Yahudilerin hüküm meselesinde sapmaları ve din adamlarına helal haram belirleme yetkisi vermeleri neticesinde onlar hakkında inen ayet gayet açıktır:
“(Yahudiler) Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (Hristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i (İsa’yı) rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilaha kulluk etmeleri emrolundu. O’ndan başka ilah yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.” (9/Tevbe, 31)
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ayette geçen rab edinmeyi şöyle izah ediyordu:
“Adiy b. Hatem boynunda gümüşten bir haç takılı olduğu hâlde Rasûlullah’ın yanına girdi. Rasûlullah o esnada bu ayeti kerimeyi okuyordu. Adiyy bu ayeti duyunca Rasûlullah’a şöyle dedi: ‘Onlar haham ve papazlarına ibadet etmiyorlardı.’ Rasûlullah ona şöyle dedi: ‘Bu doğru değil, onlar onlara tapıyorlardı. Zira onlar haramı helal, helalı haram yaptıklarında onlara tabi oldular. İşte onlara ibadet etmek böyledir.’ ” (Tirmizi, 3095; Süneni Kubra, 20350.)
Adiy bin Hatem ve ayete konu olan ehli kitap yaptıklarının başkalarını rab edinmek olduğunu bilmiyorlardı. Bilmedikleri için de Allah Rasûlü’nü sallallahu aleyhi ve sellem duyunca itiraz etmiş ve “…Biz onlara ibadet etmiyorduk…” demişlerdir. Muhtemelen rab edinmeyi onlara secde etmek, kurban kesmek, namaz kılmak olarak anlamışlardı. Günümüzde çoğu insanın yanlış ve eksik anladığı gibi… Ancak muhalefet ettikleri konu fıtrat bilgisi olup, Kâlu belâ’da kendilerinden alınan sözün gereği olduğundan mazur sayılmayıp kınanmışlardır. Günümüzde de durum bundan farklı değildir. Hâkimiyetin Allah’a ait oluşu hakkında itikadi veya ameli yönden arızası olanlar fıtrata ve Kâlu belâ sözüne muhalefet ettiklerinden mazur değillerdir.
Yine konumuz bağlamında zikredilmesi gereken meselelerden biri de Allah’ın hâkimiyetinin Kur’an’da yaratmayla beraber zikredilmesidir.
“Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah’tır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, güneşe, aya ve yıldızlara kendi buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun, yaratmak da, emir/hüküm de yalnızca O’nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir.” (7/Araf, 54)
Bu ayeti kerimenin bize anlattığı mesele; yaratmanın Rububiyetin parçası olduğu gibi emretme ve egemenliğin de Rububiyetin bir parçası olduğudur. Daha doğru bir ifadeyle yaratan kimse, hükmedecek olan da odur. Bir diğer dikkat etmemiz gereken mesele, Allah’ın hâkimiyetinin yaratmayla beraber zikredilmesidir. Adeta tüm insanlığın ortak kabulü olan yaratmanın ehemmiyeti neyse hâkimiyetin de ehemmiyetinin o olduğu anlatılmış oluyor. Yani Allah subhanehu ve teâlâ yaratmada ortak kabul etmediği gibi hüküm ve egemenlikte de ortak kabul etmez denmiş oluyor.
“De ki: ‘(Kehf Ashabı’nın) ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybı O’nundur. O, ne güzel görmekte ve ne güzel işitmektedir. O’nun dışında onların bir velisi yoktur. Kendi hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz.’ ” (18/Kehf, 26)
Ayeti kerimenin son cümlesi mütevatir olan yedi kıraatte iki şekilde okunmuştur. Çoğunluk mealini verdiğimiz şekilde nefiy/olumsuzluk kalıbında okumuştur. Allah’ın subhanehu ve teâlâ çocuk edinmediği, dost ve yardımcı edinmediği gibi hükmünde kendisine ortak edinmediği de ifade edilmiştir. Yedi kıraat imamından İbnu Amir ise nehiy/yasaklama siğasıyla okumuştur ayeti. “Allah’a hükmünde hiç kimseyi ortak kılma.” (Mütevatir kıraat imamlarının dışında Hasan, Katâde, Cehdari’de ayeti nehiy siğasıyla okumuştur. Bkz. Camiu’l Ahkami’l Kur’an.) Bu durumda hitap Nebi’ye ve onun şahsında ümmete olmuş olur. Rabbinizin hükmünde hiçbir şeyi O’na ortak koşmayın demektir.
Kur’an-ı Kerim’de bu hükmü destekleyen onlarca ayet vardır. Bunların çoğu da hasr üslubuyla varid olmuştur. Yani Hâkimiyetin sadece ve sadece Allah’a ait olduğunu ifade eder.
“…Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler.” (12/Yusuf, 40)
“O, Allah’tır, kendisinden başka ilah yoktur. İlkte de, sonda da hamd O’nundur. Hüküm O’nundur ve O’na döndürüleceksiniz.” (28/Kasas, 70)
“Ve Allah ile beraber başka bir ilaha tapma. O’ndan başka ilah yoktur. O’nun yüzünden (zatından) başka her şey helak olucudur. Hüküm O’nundur ve siz O’na döndürüleceksiniz.” (28/Kasas, 88)
“Sizin (durumunuz) böyledir. Çünkü bir olan Allah’a çağırıldığınız zaman inkar ettiniz. O’na ortak koşulduğunda inanıp onayladınız. Artık hüküm, yüce, büyük olan Allah’ındır.” (40/Mümin, 12)
“Hakkında ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şey; artık O’nun hükmü Allah’ındır. İşte Rabbim olan Allah. Ben O’na tevekkül ettim ve yalnızca O’na dönüp yönelirim.” (42/Şura, 10)
“Onlar görmüyorlar mı ki, gerçekten biz arza geliyor ve onu çevresinden eksiltiyoruz. Allah hüküm verir. Onun hükmünün peşine düşecek yoktur. Ve O, hesabı pek çabuk görendir.” (13/Rad, 41)
“De ki: ‘Ben, gerçekten Rabbimden kesin bir belge üzerindeyim, siz ise onu yalanladınız. Sizin kendisine acele ettiğiniz (azap) yanımda değildir. Hüküm yalnızca Allah’ındır. O, doğru haberi verir ve O, ayırt edenlerin en hayırlısıdır.’ ” (6/En’am, 57)
Bu ayetleri zikrettikten sonra şöyle bir bahis açmanın yerinde olacağı kanaatindeyim: Neden hüküm Allah’a aittir? İnsanların kendi hayatları hakkında söz sahibi olmasının ne tür bir zararı olabilir? Evet, bu sorunun cevabı Kur’an’da çok tafsilatlı bir şekilde verilmiştir. Hükmün Allah’a ait olduğunu belirten tüm ayetler ya açıktan ya da zımnen bu sorunun cevabını içermektedir.
Bu cevabı barındıran en tafsilatlı ayet olması bakımından Şura suresin 10-13. ayetlerle başlayalım:
“Hakkında ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şey; artık O’nun hükmü Allah’ındır…”
Ayetin sonrasında Allah’ın subhanehu ve teâlâ bazı sıfatları sayılmıştır. Bu sıfatların hiçbiri insanda bulunmayan sıfatlardır. Bir nevi ayetler ‘işte bu sıfatlar kime aitse hüküm ona aittir’ demek istemiştir:
“Hakkında ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şey; artık O’nun hükmü Allah’ındır. İşte Rabbim olan Allah. Ben O’na tevekkül ettim ve yalnızca O’na dönüp yönelirim. O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Size kendi nefislerinizden eşler, davarlardan da çiftler var etti. Sizleri bu tarzda türetip yayıyor. O’nun benzeri gibi olan hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir. Göklerin ve yerin anahtarları O’nundur. O, dilediğine rızkı genişletip yayar ve kısar da. Çünkü O, her şeyi bilendir. O: ‘Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin’ diye dinden Nuh’a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri etti (bir şeriat kıldı). Senin kendilerini çağırdığın şey, müşriklere ağır geldi. Allah, dilediğini buna seçer ve içten kendisine yöneleni hidayete erdirir.”
Rabbimiz olan ne de yücedir. O’nu subhanehu ve teâlâ hamdiyle tesbih eder yalnızca O’na kulluk ederiz. Evet, insanlar işlerinde kime tevekkül ediyor, kime yönelip boyun eğiyorsa Rabb olan yani hüküm sahibi olan da O’dur. Gökleri ve yeri yaratan ve ikisi arasında olan tüm canlıların sahibi, onların üremesini sağlayan kimse, onlara hükmedecek olan da O’dur. O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. Her şeyden daha üstün benzersiz tek ve Es-Samed olan, misli, dengi, naziri ve şebihi bulunmayan bir Allah varken aciz, sorunlu, muhtaç, hevasına düşkün, şehvetlerin esiri olan insan mı egemen olacak? Göklerin ve yerin anahtarı yani mülkü ve tasarruf hakkı O’na aittir. Mülkünde hükmetmek de O’nun hakkıdır. O, insanlar gibi yaşadığı an ve mekanla sınırlı değildir. O ilk Rasûl’den son Rasûl’e ve kıyamete kadar tüm insanlığa teşride bulunacak, onlara yol gösterecek ilme sahiptir. Tüm şeriatların sahibidir. Zamana, mekana, insana ve kainata sahip olduğundan insana en uygun ve faydalı olanı teşri buyuracak olan da O’dur.
Acaba bu sıfatlardan hangisi insanda mevcuttur da, insan haddini aşıp kanun yapmaya kalkar. Bu yüce sıfatların sahibine karşı tağutlaşır.
“Kahrolası insan ne de nankördür.” (80/Abese, 17)
Bir başka ayet bu soruyu şöyle cevaplar:
“Allah’tan başka bir hakem mi arıyayım? Oysa O, size kitabı açıklanmış olarak indirmiştir. Kendilerine kitap verdiklerimiz, bunun gerçekten Rabbinden hak olarak indirilmiş olduğunu bilmektedirler. Şu hâlde, sakın kuşkuya kapılanlardan olma.” (6/En’am, 114)
İnsanlara tafsilatlı kitap indirmiş olan Allah varken onun dışında hüküm kaynağı aramak da nedir? Nebi’nin sallallahu aleyhi ve sellem burada başta müşrikler olmak üzere ehli kitabın tutumunu, içinde inkar barındıran bir soruyla kınaması istenmiştir. İndirdiği kitap bu kadar tafsilatlı bir ilahın hükümleri tabi olunmaya en layık olan kitaptır.
“Ve Allah ile beraber başka bir ilaha tapma. O’ndan başka ilah yoktur. O’nun yüzünden (zatından) başka her şey helak olucudur. Hüküm O’nundur ve siz O’na döndürüleceksiniz.” (28/Kasas, 70)
Kendisine ibadet edilen yani ilah olan, gönüllerin sevgi ve korku, ümit ve boyun eğmeyle kendisine yöneldiği kim ise yani insanın iç dünyasının efendisi kim ise dış dünyasının efendisi de O olmalıdır. İnsanın iç dünyası gibi karışık ve halâ tam anlaşılmamış bir âleme dahi en güzel şekilde hükmeden, düzenleyen, insanın duygu ve düşüncelerini en iyi bilen, gizlediğinden de açığa çıkardığından da haberdar olan Allah değil midir? Öyleyse ona en faydalı ve uygun kanunları da o koyabilir.
“O, yarattığını bilmez mi? O, Latif’tir; Habir’dir.” (67/Mülk, 14)
Ayrıca insan fani, Allah subhanehu ve teâlâ ise bakidir. Her şey helak olduğunda kalacak tek varlık Allah’tır. Elbette baki olanın fani olana hükmetmesi hem akla hem de fıtrata en uygun olandır.
Yukarıda vermiş olduğumuz her ayette hükmün Allah’a ait olduğu ispat edilirken mutlaka Allah’ın subhanehu ve teâlâ bazı sıfatlarına yer verilmiştir. İşte bu sıfatlar neden hâkimiyet Allah’ındır sorusunun cevabı olduğu gibi, neden insan kendi hayatında söz sahibi olamaz sorusunun da cevabıdır.
2. Yönetici konumunda olanların Allah’ın indirdikleriyle/kanunlarıyla hükmetmesinin zorunluluğu
Dünyada yaşayan her insan Allah subhanehu ve teâlâ tarafından imtihan edilmektedir. Yönetici konumunda olan her insanın imtihanı Allah’ın indirdikleriyle hükmetme meselesidir.
“Ey Davud, gerçek şu ki, biz seni yeryüzünde bir halife kıldık. Öyleyse insanlar arasında hak ile hükmet, hevaya uyma; sonra seni Allah’ın yolundan saptırır. Şüphesiz Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarından dolayı şiddetli bir azap vardır. Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve ikisi arasında bulunan şeyleri batıl olarak yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Ateşten (görecekleri azaptan) dolayı vay o inkâr edenlere.” (38/Sad, 26-28)
Yeryüzünde halifelik ve yöneticilik verilen Davud’a aleyhisselam hitap eden bu ayet, onun şahsında tüm yöneticilere hitaptır. Allah subhanehu ve teâlâ yöneticileri hak ile hükmetmeye davet eder ve bu hakkın karşısında yer alan her türlü nizam ve kanunu, heva/istek/arzu diye isimlendirir. Allah’ın hükümleri olan hakkı terk edip hevaya uyanların dünyada sapacağını ahirette de elim verici bir azaba duçar olacaklarını beyan eder. En önemlisi ise bu davet ve tehdit içerikli ayetten sonra gelen ayettir. Çünkü Kur’an’a kitap ismini verdi Rabbimiz. Aslı ‘Kütbe’ olan bu kelime bir şeyin inci taneleri gibi düzenle kolyeye dizilmesini ifade eder. Yani ayetleri birbiriyle uyumlu, bir düzen içinde dizilmiş kitap demektir. Öyleyse Davud’a aleyhisselam yöneltilen bu hitabın akabinde gelen bu ayetin öncesiyle bir bağlantısı vardır. Yani Allah’ın subhanehu ve teâlâ indirdiklerini terk edenler, şeriat dışında kanunlarla insanları yönetenler lisanı hâlleriyle yerin ve göğün boş yere yaratıldığını iddia etmiş olurlar. Ve bu da kafir olan inkarcıların zannıdır. Allah bu gökleri başıboş bırakmayıp, koyduğu kevni kaidelerle ona nizam vermiş ve bu kanunlarla gökler muntazamlığını korumuştur. Aynı şekilde yaratılışın semeresi ve değeri olan insanın yaşadığı hayata da bazı kanunlar belirlemiştir. Ancak bu kanunlarla insanın yaşadığı dünya ve insanın kendi hayatı anlam kazanıp, değerli olabilir. Öyleyse insan Allah’ın hükümlerini terk edip, semayla yani ilahla bağı olmayan hevaya uymamalıdır.
İbni Kesir rahimehullah ayetin tefsirin de şunları kaydeder: ‘…Allah burada insanların işlerini üstlenenlere, katından indirilmiş hak ile insanlar arasında hükmetmelerini, ondan ayrılıp sapmamalarını öğütlüyor. Şayet böyle yapmazlarsa şüphesiz Allah’ın yolundan sapmış olacaklardır. Allah kendi yolundan sapan ve hesap gününü unutmuş görünen kimseleri şiddetli azabı ile tehdit etmiştir…
“Velid b. Abdulmelik, İbrahim Ebu Zür’a’ya:
__ Sen ilk kitabı okumuş bir kimsesin. Kur’an’ı da okudun ve anladın. Halife hesaba çekilecek mi? diye sormuştu.
İbrahim Ebu Zür’a şöyle anlatır:
__ Ey müminlerin emiri, söyleyeyim mi? dedim.
__ Söyle, sen emniyettesin, dedi.
Dedim ki:
__ Ey müminlerin emiri, Allah katında sen mi yoksa Davud mu daha şereflidir? Allah ona hem Peygamberlik ve hem de halifelik vermiş, sonra kitabında onu tehdit ederek şöyle buyurmuş: ‘Ey Davud, seni gerçekten yeryüzünde halife kıldık. O hâlde insanlar arasında hak ile hükmet. Heveslere uyma ki; bu, seni Allah’ın yolundan saptırır. Şüphesiz ki Allah’ın yolundan sapanlara; onlara hesap gününü unuttuklarından ötürü şiddetli bir azap vardır…’ ‘
İbni Kesir’in rahimehullah aktardığı bu kıssa yönetici olan herkesin üzerinde tefekkür etmesi gereken bir öğüt içermektedir. Allah subhanehu ve teâlâ Nebilerine dahi bu konuda tolerans tanımamış, onları elim verici azapla uyarmıştır.
Bir uyum ve düzen içinde olan Kur’an’ın benzer bir emri Peygamber’e yönelttiğini görüyoruz:
“Sonra seni de bu işte bir şeriat üzere kıldık. Ona uy ve bilmeyenlerin arzularına uyma. Doğrusu onlar Allah’tan (gelecek) hiçbir şeyi senden savamayacaklardır. Muhakkak ki zalimler birbirlerinin dostlarıdırlar. Allah da takva sahiplerinin dostudur. Bu, insanlar için açık belgeler, kesin bilgiyle iman eden bir topluluk için bir hidayet rehberi ve rahmettir.” (45/Casiye, 18-20)
Seyyid Kutub rahimehullah bu ayetler hakkında şöyle der: ‘…Böylece mesele net biçimde ortaya konuyor. Ya Allah’ın şeriatı ya da bilmeyenlerin arzuları… Üçüncü bir şık söz konusu değildir. Dengeli ve tutarlı şeriat ile değişken arzular arasında orta bir yol da yok. Bir insan Allah’ın şeriatını bir kenara bıraktığı zaman kesinlikle arzulara göre hükmedecektir. Çünkü Allah’ın şeriatının dışındaki tüm hayat sistemleri, bilmeyenlerin eğilim gösterdikleri arzuların, ihtirasların ürünüdür. Yüce Allah, Peygamberini bilmeyenlerin arzularına, ihtiraslarına uymaktan sakındırıyor. Çünkü onlar Allah karşısında ona bir yarar sağlayamazlar. Onlar birbirlerini dost ediniyorlar. Fakat onlar birbirlerine yardım etseler de Peygambere bir zarar dokunduramazlar. Çünkü O’nun dostu Allah’tır.’
Yine başka bir bölüm de Allah subhanehu ve teâlâ Nebi’yi şöyle uyarmıştır:
“Aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet ve onların hevalarına uyma. Allah’ın sana indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtmamaları/fitneye düşürmemeleri için onlardan sakın. Şayet yüz çevirirlerse, bil ki, Allah bir kısım günahları nedeniyle onlara bir musibeti tattırmak istemektedir. Şüphesiz, insanların çoğu fasıklardır. Onlar halâ cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü, Allah’tan daha güzel olan kimdir?” (5/Maide, 49-50)
Aynı uyum ve düzeni Allah’ın bu ayetlerin de de görüyoruz. Allah subhanehu ve teâlâ Nebi’yi uyarıyor ve bu uyarı iki bölümden oluşuyor. Öncelikle Nebi’den sallallahu aleyhi ve sellem sadece Allah’ın indirdikleriyle hükmetmesini istiyor, sonrada onu ehli kitaba karşı uyarıyor. Onların Nebi’yi saptırmalarına ve Allah’ın hükümleri dışında bir hükümle hükmetmeye sevk etmesine karşı ikazda bulunuyor. Sonrada ne gerekçeyle olursa olsun Allah’ın hükümlerinde gösterilecek gevşeklik veya sapmanın cahiliyenin ürünü olduğunu söylüyor.
Bu ayetler başka bir yönüyle son yüzyılda demokrasi fitnesine yakalanmış ve bu imtihanı kaybetmiş İslami hareket mensuplarına bakmaktadır. Çünkü o gün Nebi’yi sallallahu aleyhi ve sellem fitneye düşürmek isteyen ehli kitap olduğu gibi, bugün de İslami yapılara demokrasiyi ve parlamento vasıtasıyla İslam’a hizmeti dikta eden yine ehli kitap olan Batı’dır. Dün bugüne ne kadar benzemektedir. O gün ehli kitap, Nebi’yle uyum içinde yaşamak ya da ona iman etmek vaadiyle ondan Allah’ın bazı ahkamını tatbik etmemesini istiyordu. Allah ise onu bu fitneye karşı uyarıyordu. Bugün de Batı dünyası İslami hareketlere bir yol çiziyor: Demokrasi karşıtı ve batılla cihadı esas alan ‘Radikal İslam’, bir de legalleşme sürecini tamamlamış, asrın putu olan demokrasi ve seçim yoluyla varlık gösteren, halkın oylarına tabi olan, yönetime iştirak eden ‘ılımlı/olumlu Müslümanlar’… Kur’an’ın ve sünnetin nurundan uzaklaşan, menkıbe ve hikaye kitaplarıyla zihnini bulandıranlar, Kelime-i Tevhid’in sadece iman esaslarını ispatla meşgul olan, inkar ve red kısmını gündemine dahi almayan düşünürlerin tek yönlü eksik bilgi sitemine tabi olanlar bu uyarıları ve fitneye düşürme çabalarını anlamıyorlar. Seyyid Kutub son yüzyılın bu büyük saptırmasına da dikkat çekerek ayeti tefsir etmiştir. Müslümanları fitneye düşürme çabaları, bunun arkasında yatan nedenler, Müslümanların bu fitne karşısında zaafları… Sözü ona bırakarak yazımıza devam edelim:
‘…Bu buyruk, kendisine o dönemde aralarında hüküm vermesi için başvurmakta olan Hristiyanlar hakkında, öncelikle Peygamberimize yöneliktir. Ancak, ayeti salt bu olaya özgü kılmak doğru değildir. Madem ki artık nihai kaynak olan Kur’an’ı değiştirmek üzere yeni bir Peygamber ya da yeni bir şeriat gönderilmeyecektir, öyleyse bu ayetteki hüküm, kıyamete dek geçerliliğini koruyacak genel bir hükümdür.
Allah’ın dini Kur’an’la tamamlanmış bulunmaktadır. Allah’ın bu noktada kendisine teslim olanlara verdiği nimet Kur’an’la son bulmuştur. Allah, Kur’an’ın tüm insanlar için bir yaşam düzeni olmasını uygun görmüş bulunmaktadır. Kur’an’ı değiştirmek, onun hükümlerinden herhangi birini terk etmek ya da başka bir şeriatı bu şeriata yeğleyebilmek için, artık hiçbir gerekçe bırakılmamıştır. Allah bu dini insanlara uygun gördüğünde, onun tüm insanları kapsayacağını biliyordu. Yine Allah, bu kitabı nihai kaynak olarak uygun gördüğünde, bunun tüm insanların yararına olacağını, kıyamete dek bütün insanları kapsayacağı biliyordu. Bu kitaptan, değil uzaklaşmak, bir bölümünü değiştirmek bile, İslâm’a ilişkin bu bilginin bulunması hasebiyle, kişiyi inkara götürür. Buna yeltenen bir kişi, diliyle bin kez Müslüman olduğunu söylese bile dinden çıkmış demektir. Allah, bazı insanların, Allah’ın indirdiklerinden ödün vermeye götürecek kimi mazeretler ileri süreceklerini ve de yönetenlerin ya da yönetilenlerin keyfi arzularına kapılabileceklerini biliyordu. Kitabında belirttiği hükümleri -hiçbir ödün vermeksizin- yürürlüğe koymak, zorunlu olmasına karşın, bazı insanların kimi durumlarda kendi duygularına kapılarak bu zorunluluğun gereğini ihmal edebileceklerini biliyordu. Bu nedenle de söz konusu ayetlerde Peygamberimizi, yönetilenlerin keyfî arzularına kapılmaması için uyarıyor ve de kendisinden, insanların onu Allah’ın indirdiği hükümlerin bir kısmından bile şaşırtmalarından sakınmasını istiyor…
İnsanları buna yeltenmeye iten faktörlerin başında, aynı ülkedeki değişik grupları, fraksiyonları ve öğretileri benimsemiş olan farklı kimselerin tümünü uzlaştırıp bir araya toplama noktasında insanların içgüdüsü gelmektedir. Buna kapılan kimseler, karşılarındaki insanların istemleriyle şeriatın hükümleri çatıştığında işi basitleştirme ya da ayrıntı gibi görünen meselelerde -bunlar anladığımız kadarıyla şeriatın temel meselelerinden değildir deyip- işi kolaylaştırma yoluna başvururlar. Rivayete göre Yahudiler Peygamberimize gelerek, recm hükmü başta olmak üzere belirli hükümlerin uygulanmasında kendilerine hoşgörülü davranacak olursa, iman edebileceklerini söylediler. Peygamberimizi bu noktada uyaran ayet de, Yahudilerin bu önerileri üzerine indirilmişti. Ama meseleye -açıkça görüldüğü üzere- daha genel bazda bakmak gerekir. Zira bu şeriata inananlar da değişik vesilelerle her zaman için bu meseleyle karşılaşabilirler. Bu nedenle Allah, meseleyi son derece net bir biçimde ortaya koymayı ve de belirli koşulları göz önünde bulundurarak ya da farklı istemlerle, farklı arzularla karşılaşıldığında bir orta yol bulup insanları uzlaştıracağız diyerek ihmalkarlığa itebilecek beşerî içgüdülerin yolunu kesinkes kapatmayı uygun görmüş ve Peygamberimize şöyle buyurmuştur:
“Allah, dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı. Ama O, onların her biri için ayrı bir yol, ayrı bir yöntem belirledi. O, gönderdiği din ve şeriatla, yaşam boyunca verdiği nimetlerle, insanları sınamayı diledi. Her insan kendi seçtiği yolda yürüyecektir. Sonunda ise tüm insanlar Allah’a döneceklerdir. Orada, gerçek, kendilerine bildirilecektir. Her biri dünyada seçtikleri yol ve benimsedikleri sistem konusunda sorguya çekilecektir. Öyleyse, değişik görüşlerdeki değişik düşüncelerdeki kimseleri birleştirebilmek için şeriattaki herhangi bir hükmü kolaylaştırmayı düşünmek doğru değildir. Onlar zaten birleşmezler…”
“Yoksa istedikleri, cahiliye düzeni midir? Kesin inançlılara göre Allah’ın düzeninden, Allah’ın verdiği hükümden daha iyisi düşünülebilir mi hiç?”
Cahiliyenin anlamı bu ayette belirgin bir biçimde ortaya konuluyor. Cahiliye -Allah’ın belirttiği, Kur’an’da ifade edildiği üzere- insanların insanlar için hüküm belirlemesi, insanın insana köle kılınması, Allah’a kulluğun bırakılması, Allah’ın ilahlığının reddedilmesi ve de buna karşılık, kimi insanların ilah kabul edilmesi ve -Allah’a değil- onlara tapılmasıdır.
Olaya bu ayetin ışığında baktığımızda, cahiliyenin tarihsel bir süreçten ibaret olmadığını görüyoruz. Cahiliye, bir olgudur. Geçmişte yaşanmış olan bu olguyla, bugün de yarın da yine karşılaşılacaktır. Cahiliyenin niteliği, İslâm’la çelişme, İslam’a karşı olmadır.
Nerede ve hangi zamanda olursa olsun eğer insanlar, tek bir konuda bile ödün vermeksizin Allah’ın şeriatına göre hükmediyorlarsa, bu şeriatı benimsiyorlar ve ona gerçek anlamda teslim oluyorlarsa, Allah’ın dinine mensup olmuş demektirler. Yok eğer, beşer aklının ürünü olan bir şeriat, bir öğretiye göre hüküm veriyorlarsa -hangi şekilde olursa olsun- söz konusu öğretiyi benimsiyorlarsa, onlar cahiliye sınıfındadırlar. Onlar, öğretisi doğrultusunda hüküm verdikleri kişinin dinini benimsemiş durumdadırlar, Allah’ın dinini değil! Allah’ın hükmünü istemeyen, cahiliye hükmünü istiyor demektir. Allah’ın şeriatını reddeden, cahiliye düzenini kabul ediyor, cahiliyeyi yaşıyor demektir.
Bu, yolların ayrılış noktasıdır. Allah bu noktada, insanlardan iyice düşünmelerini istiyor. Gerisi insanlara kalmıştır. Diledikleri yolu seçmekte özgürdürler.
Ardından Allah bu tür insanlara, cahiliye düzenini istemelerinden ötürü kınayıcı bir soru yöneltmektedir. Yine bu soru, Allah’ın hükmünün daha üstün olduğunu vurgulamaya yöneliktir:
“Kesin inançlılara göre Allah’ın düzeninden, Allah’ın verdiği hükümden daha iyisi düşünülebilir mi hiç?”
Evet! Allah’tan daha iyi hüküm koyabilecek olan kim vardır? İnsanlar için Allah’ın şeriatından ve hükmünden daha iyi bir şeriat ve hüküm belirleyebileceği iddiasında bulunmaya kim kalkışabilir? Böylesi büyük bir iddiaya kalkıştığında, bunu hangi gerekçeyle açıklayabilir? Bu iddiaya kalkışan, insanları, onların yaratıcısından daha iyi tanıdığını söyleyebilir mi? İnsanlara karşı, onların Rabbinden daha hoşgörülü olduğunu ileri sürebilir mi? İnsanlar için en uygun olanı, onların yararını Allah’tan daha iyi gözetiyorum diyebilir mi? Nihai şeriatını gönderen, son Peygamberini gönderen, onu Peygamberlerin sonuncusu, getirdiği mesajı kitapların sonuncusu kılan, İslam şeriatını kıyamete dek geçerli olarak niteleyen Allah’ın durumların değişebileceğini, yeni gereksinimlerin ortaya çıkacağını, farklı koşullar söz konusu olabileceğini bilemediğini iddia edebilir mi? Bir insan, Allah tüm bunları bilemediği için şeriatında belirtmemişti, ancak bugün işte tüm bunlar bizler tarafından kavranmıştır diyebilir mi? Allah’ın şeriatını yaşamdan koparan, onun yerine cahiliye şeriatını, cahiliye hükmünü ikame eden, kendi keyfî arzusunu ya da herhangi bir halkın veya neslin keyfî arzularını Allah’ın şeriatından, Allah’ın hükmünden üstün tutan kimseler, bu tür sözler söyleme cüretini nasıl gösterebiliyorlar?
Özellikle de kendini Müslüman olarak adlandıran bir insan, bu türden sözler edebilir mi? İçinde bulunduğumuz koşullarmış… Durum çok değişmişmiş! İnsanların istememesiymiş! Düşmanlardan çekinmemiz gerekirmiş! Allah Müslümanlardan kendi aralarında şeriatını yürürlüğe koymalarını, Kur’an doğrultusunda hayat sürmelerini, onlardan kimi insanların kendilerini indirdiği şeriatından ufacık bir noktada bile şaşırtmalarından sakınmalarını isterken, daha sonra olup bitecek her şeyi bilmiyor muydu? Beklenmedik gereksinimler, yenilenen koşullar ve görmezlikten gelinemeyecek durumları, Allah’ın şeriatı ihata edemeyecek denli eksikmiş! Bu nasıl iddia edilebilir? Şeriatından ödün verilmemesi için bu denli kesin bir ifade kullanan ve insanları özenle uyaran Allah, tüm bunların olacağını bilmiyor muydu? Bu konuda, Müslüman olmayan bir kimse dilediğince konuşabilir. Ama Müslüman olan ya da Müslüman olduğunu iddia eden bir kimse bu türden sözler edebilir mi? Bu türden sözler edebiliyorsa onun İslam’la artık ne ilgisi kalmıştır? Tüm bunlardan sonra, onda İslâm’ın en ufak bir izi görülebilir mi? Bu, tam bir yol ayrımıdır. Kişi seçimini yapmak zorundadır. Seçimini yapmışsa artık tartışmanın gereği yoktur.
Ya İslam, ya cahiliye! Ya iman, ya küfür. Ya Allah’ın hükmü ya cahiliye düzeni. Allah’ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler, kafirlerin, zalimlerin, fasıkların ta kendileridirler. Yönetilenlere karşı Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler, kesinlikle mümin değildirler. Bu meseleyi Müslüman, kesin ve net bir biçimde kafasına yerleştirmelidir. Yaşadığı çağda, insanlara karşı Allah’ın hükmünü uygulama noktasında asla tereddüde düşmemelidir. Bu gerçeğin zorunlu sonucu olarak, dosta da düşmana da Allah’ın şeriatını uygulamalı ve de bunun neticesine katlanmalıdır. Müslüman bu meseleyi kafasına net olarak yerleştiremezse, bir türlü istikrara kavuşamayacak, kendini yöntem kargaşasının içinde bulacak, hak ile batılı birbirinden ayıramayacak, doğru yolda bir adım bile ilerleme kaydedemeyecektir… Bu meselenin sıradan insanların kafasında bu denli netleştirilemeyeceği doğru kabul edilse bile, ‘Müslüman’ olmayı isteyen, Müslümanlığın gereklerini yerine getirmeye azmeden insanların kafasında iyice netleştirmeyi savsaklamak asla doğru değildir…’
Demokrasi fitnesine düşen İslamcıların gözden kaçırdığı en önemli noktalardan bir diğeri de Siyer-i Nebi’de karşımıza çıkan teklifler ve Nebi’nin sallallahu aleyhi ve sellem bu noktadaki tutumudur. Allah Rasûlü’ne yapılan teklif dikkatle incelendiğinde bizim vakıamızdan pek de uzak olmadığı görülecektir. Ancak vahyin nuruyla aydınlanmayan, hikaye ve menkıbelerle oluşan dine meyledenlerin bu durumu anlaması pek de mümkün değildir.
“__ Ey kardeşimin oğlu!. Biliyorsun ki, sen aramızda şeref ve soy sop üstünlüğü bakımından bizden daha hayırlısın ve ilerisin. Ancak, sen, kavminin başına büyük bir iş açtın. Bu işle onların birliğini dağıttın, akılsız olduklarını söyledin; ilahlarını ve dinlerini kötüledin; onların gelmiş geçmiş baba ve atalarını kâfir saydın. Şayet beni dinleyecek olursan, sana bazı tekliflerim olacak. Bunlar üzerinde düşünüp taşınmanı istiyorum. Belki bazılarını kabul edersin!
Rasûlullah Efendimiz:
__ Söyle, ey Velid’in babası, seni dinliyorum! deyince,
Utbe, tekliflerini sıralamaya başladı:
__ Sen ortaya attığın bu meseleyle şayet mal ve servet elde etmek gayesinde isen, mallarımızdan sana hisse ayıralım, hepimizin en zengini olasın! Eğer bir şeref peşinde isen, seni kendimize reis yapalım! Ya da sana aramızda yer verelim, alınacak kararlarda sana da danışalım. Yok, eğer bu sana gelen, görüp de üzerinden atmaya kuvvetin yetmeyen bir evham, cinlerden perilerden gelme bir hastalık ve sihir ise, doktor getirtelim, seni tedavi ettirelim. Seni kurtarıncaya kadar mal ve servetimizi harcamaktan geri durmayalım! İstiyorsan sana kadınlarımızın en güzelini ayıralım.
Utbe, tekliflerini yapmış ve susmuş idi. Konuşma sırası Rasûlullah Efendimize gelmişti. Utbe’ye:
__ Ey Velid’in babası! Söyleyeceklerin bitti mi? diye sordu.
Utbe’den: ‘Evet… ‘ cevabı gelince, Rasûlullah:
__ O hâlde, şimdi sen beni dinle, dedi ve besmele çekerek Fussilet suresinin ayetlerinden okumaya başladı: “Ha. Mim. (Kur’an) Rahman ve Rahim olan Allah katından indirilmiştir. (Bu,) bilen bir kavim için, ayetleri Arapça okunarak açıklanmış bir kitaptır. Bu kitap müjdeleyici ve uyarıcıdır. Fakat onların çoğu yüz çevirdi. Artık dinlemezler. Ve dediler ki: ‘Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda da bir ağırlık vardır. Bizimle senin aranda bir perde bulunmaktadır. Onun için sen (istediğini) yap, biz de yapmaktayız!’ De ki: ‘Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilahınızın bir tek ilah olduğu vahyolunuyor. Artık O’na yönelin, O’ndan mağfiret dileyin. Ortak koşanların vay haline!’ Onlar zekatı vermezler; ahireti inkâr edenler de onlardır. Şüphesiz iman edip iyi iş yapanlar için tükenmeyen bir mükafat vardır. De ki: ‘Gerçekten siz, yeri iki günde yaratanı inkâr edip O’na ortaklar mı koşuyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir. O, yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Orada bereketler yarattı ve orada tam dört günde isteyenler için fark gözetmeden gıdalar takdir etti. Sonra duman hâlinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye: ‘İsteyerek veya istemeyerek, gelin!’ dedi. İkisi de ‘İsteyerek geldik’ dediler. Böylece onları, iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti.’ Ve biz, yakın semayı kandillerle donattık, bozulmaktan da koruduk. İşte bu, Aziz, Alim Allah’ın takdiridir. Eğer onlar yüz çevirirlerse de ki: ‘İşte sizi Ad ve Semud’un başına gelen kasırgaya benzer bir kasırgaya karşı uyarıyorum!…’ ” “
Benzer bir teklif karşısında onun şu sözlerini biliyoruz:
“Ben bununla gönderilmedim. Benim davetime icabet ederseniz ne âla! Kabul etmezseniz Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredeceğim.”
Ya da: “Güneşi sağ elime ayı da sol elime verseniz ben davamdan vazgeçmem.” (Bu rivayeti, senet açısından tahkik edenler senetteki kopukluk nedeniyle zayıf olduğuna hükmettiler. Bkz. ‘Tahricu’l Ahadis ve’l asar Fi-zilali’l Kur’an’ 882 no’lu rivayet tahrici.)
Müşrikler bu teklifleri neden yaptılar? Onlar Nebi’nin sallallahu aleyhi ve sellem bu isteklere icabet etmeyecek kadar davasına sadık olduğunu, müşriklerin mal ve reislik sevdasından vazgeçmeyeceklerini bilecek kadar akıllı bir şahsiyet olduğunu bilmiyorlar mıydı? Bu konuda hem de yakin derecesinde bilgi sahibiydiler.
Peki ne yapmaya çalışıyorlardı?
Onlar Müslümanları güçlü kılan vahyin havasından koparıp kendilerine benzetmeye çalışıyorlardı. Çünkü Müslümanları etkilemeleri mümkün değildi. Onların kendine has bir ortamları, vahyin belirlediği bir gündemleri ve müşriklerin kaygılarından uzak sadece Allah’ın rızasının ve O’nun yanındaki nimetler için çarpan kalpleri vardı.
Öncelikle Nebi’yi bu ortamdan koparıp, müşriklerin ortamını teneffüs edecek bir hale sokmaları gerekiyordu. Bu tekliflerin gayesi de buydu. İlk adımında Nebi’ye kafir olmayı veya davasını terk etmeyi teklif etmiyorlardı. Ancak ilk adımı dünyalık teklifler gibi duran bu maddeler sonuç itibariyle Nebi’yi onlarla uzlaştıracak, aynı ortamı teneffüs ettirecek, onlar gibi düşünmeye sevk edecekti. Nebi bunu anlamış olacak ki verdiği cevap, tekliflerle umulan son adım gözetilerek verilen bir cevaptı.
Yine burada çok önemli bir mesele daha vardır. Müşrikler Nebi’ye başlarına reis olmayı ya da istişare toplantılarına katılmayı yani Demokrasiyi teklif etmişlerdir. Yani bugün Müşrik batı dünyasının, İslami kesime yaptığı teklif, Nebi’ye yapılmıştır.
İslamcıların daha rahat bir hayat yaşaması, İslami faaliyetlerine legal bir zeminde devam etmeleri, ülke ve dünya siyasetinde söz sahibi olmaları, Filistin vb. ümmet sorunlarını uluslararası arenada dillendirme fırsatına kavuşmaları için yapılan teklifle, Nebi’ye yapılan teklif arasında hiçbir fark yoktur. Ancak İslamcılar bunu anlamak bir yana, bunu İslam için sunulmuş altın bir fırsat olarak düşünüp bu tuzağa düşmüşlerdir. Acaba İslamcı partilerin çalışıp, ümmetin emeklerini zayi ederek ulaşmak istedikleri noktayı neden Nebi hiç düşünmeden reddetmiş ve tevhidi bir duruşla cevaplamıştır?
Acaba bugünün İslamcıları Mekke’de yaşayan Nebi ve ashabından daha mı zor durumdadırlar?
Necaşi’nin, Yusuf’un aleyhisselam müteşabih kıssalarına yapışanlar neden Nebi’nin sallallahu aleyhi ve sellem bu tavrını okumak istemezler?
Evet, Mekkeliler ve ehli kitap, Müslümanları dinlerinde fitneye düşürmek için yine iş başındadırlar. Ve ayak kaydırmak istedikleri konu Hüküm ve hâkimiyet meselesidir. Müslümanları kendi gündemlerinden, vahyin atmosferinden koparıp; mülkün, dünyanın, siyasetin kaypak dünyasına çekmeye çalışıyorlar. Birer birer İslami yapılara gidip bu teklifi şifahen yapmıyorlar belki. Ama İslami hareketlerle muamele biçimleriyle onları tercih yapmak durumunda bırakıyorlar.
Allah’ın emirlerini yaşayıp, Rabbin hükmü konusunda sabır gösterip, akıbet muttakilerindir muştusuna nail olmak ya da onların tekliflerine icabet edip adım adım İslam’dan uzaklaşmak…
Rabbim hidayet ettikten sonra ayaklarımızı kaydırma.
Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenlerin durumu:
Yöneticinin kulluk sınırlarının en belirgini, Rabb’inin şeriatına boyun eğmesi ve insanlar arasında onunla hükmetmesidir. Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen yöneticiler hadlerini aşmış ve tağutlaşmış olurlar. Tağut, Rabbine karşı haddini aşan, O’nun sıfatlarını kendinde gören ve insanları kendine kulluğa davet eden herkestir. İnsanlar kimin kanunlarına göre hayatlarını düzenliyor, hangi merciden hükümlerini alıyorlarsa onların ilahı da, rabbi de o merci olmuş olur.
Rabbimiz Nisa suresinde kendi hükümleri dışında hükümlere sahip olanları açıkça tağut diye isimlendirmiştir:
“Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri görmedin mi? Bunlar, tağutun önünde muhakeme olmayı istemektedirler; oysa onlar onu reddetmekle emrolunmuşlardır. Şeytan da onları uzak bir sapıklıkla sapıtmak ister.” (4/Nisa, 60)
İslam ümmetinin vazifesi; yeryüzünde var olan tağutları itikadi anlamda reddetmek, amelî anlamda onlardan uzak durmak ve onlara başkaldırıp, yeryüzünden izale edilmeleri için çaba göstermektir.
“Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan tamamen ayrılmıştır. Kim tağutu inkâr edip Allah’a iman ederse en sağlam kulpa yapışmış olur. Onun kopması söz konusu değildir. Allah (mutlak) işitendir, bilendir.” (2/Bakara, 256)
“Andolsun her ümmet içinde: ‘Allah’a kulluk edin ve tağuttan kaçının’ diye bir Peygamber gönderdik. Onlardan kimini Allah hidayete erdirdi kimine de sapıklık hak oldu. Şöyle yeryüzünde bir dolaşın da yalanlayanların sonlarının nasıl olduğuna bakın.” (16/Nahl, 36)
Tağut, Allah’a karşı haddini aşan her varlıktır. Haddi aşmadan kast edilen, her haddi aşma değildir. Burada özel bir anlam kast edilmektedir. Kişinin kulluk sınırlarıyla yetinmemesi ve Allah’a ait olanı kendinde görmesi ya da Allah’a yapılması gerekeni kendi nefsi için istemesidir. Aksi hâlde her masiyet, aynı zamanda haddi aşmadır. Ancak her günah işleyen, İslam ıstılahında tağut diye isimlendirilmez.
İbni Abbas’ın radıyallahu anh öğrencisi, Tabiin imamlarından Mücahid rahimehullah, tağutu tanımlarken konumuzla alakalı yönüne dikkat çekerek şöyle demiştir:
‘Tağut, insan suretindeki şeytanlardır. O, insanların işini/yönetimini elinde bulundurur ve insanlar ona muhakeme olurlar.’ (Camiu’l Beyan, 9770)
İbni Teymiyye rahimehullah, tağutun lugavi ve şer’i anlamını açıklarken şöyle der:
‘…Bundan dolayı kendisine muhakeme olunan ve Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyen yöneticilere tağut denmiştir. Allah, Firavun’u ve Semud kavmini tağut diye isimlendirmiştir…’ (Mecmuu’l Fetava, 28/200)
İbni Kayyım rahimehullah şöyle der: ‘Tağut, kulun haddini aşarak, ibadet ettiği, tabi olduğu, itaat ettiği her şeydir. ‘Her kavmin tağutu, Allah ve Rasûlü’nü bırakarak, muhakeme olmak istedikleri, Allah’tan başkasına ibadet ettikleri, Allah’tan bir delil olmaksızın izinden gittikleri, Allah’a itaat etmeleri gereken yerde itaat ettikleri şeydir. İşte bunlar dünyanın tağutlarıdır. Onları ve onlarla birlikte insanların durumunu düşündüğün zaman, çoğunun Allah’a ibadetten uzak ve tağutlara ibadet etmekte olduklarını, Peygambere itaatten uzak, tağut ve izleyicilerine itaat ettiklerini görürsün.’ (İlamu’l Muvakkiin, 1/40)
Muhammed bin Abdulvahhab rahimehullah ‘Üç Esas’ kitabında şöyle izahta bulunur:
‘Tağutlar çoktur. Ancak bunların önde gelenleri beş tanedir:
1. Şeytan,
2. Allah’ın dışında kendisine ibadet edilen ve bundan razı olan,
3. İnsanları kendisine ibadete çağıran,
4. Gaybın ilmini bildiğini iddia eden,
5. Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen yönetici.’
Seyyid Kutub rahimehullah ise tağutu şöyle açıklamıştır:
‘Tağut, ‘tuğyan (azgınlık)’ kökünün anlamdaşıdır. Sağduyuya ters düşen, gerçeği çiğneyen, Allah’ın kulları için çizdiği sınırı aşan düşünce, sistem ve ideoloji anlamına gelir. Bu düşüncenin, sistemin ve ideolojinin Allah’a inanmaktan, O’nun koyduğu şeriatından kaynaklanan bağlayıcı bir kuralı bulunmaz. İlkelerini yüce Allah’ın direktiflerine dayandırmayan her sosyal sistem, yüce Allah’ın buyruklarından kaynaklanmayan her kurum, her düşünce, her edep kuralı ve her gelenek; bu kategoriye, bu kavramın kapsamına girer. Kim, hangi biçimde karşısına çıkarsa çıksın, bunların tümünü kökünden reddederek Allah’a inanır ve ilham kaynağı olarak sadece Allah’ı bilirse o kimse kurtuluşa ermiştir.’ (2/Bakara, 256 tefsiri)
Allah’ın hükümlerini terk edip beşerî kanunlarla, örf ve gelenekle, töreler ve indi kararlarla insanlara hükmedenler, İslam şeriatına göre birer tağutturlar. Ve Rabbimiz; onları kâfirler, fasıklar, zalimler, Allah’ın dışında tapılan ortaklar diye isimlendirir.
“…Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kafirlerin/zalimlerin/fasıkların ta kendileridirler.” (5/Maide, 44, 45 ve 47. ayetler)
“…Yoksa Allah’ın izin vermediği konularda onlara kanunlar yapan ortakları mı vardır.” (42/Şura, 21)
3. Yönetilen konumunda olanların bu hakkı sadece Allah’a vermesi
Yönetilen konumunda olan insanların, tevhidin bu kısmı hakkında imtihanları; sadece bu yetkiyi Allah’a vermeleridir. Kişi, Allah’ın subhanehu ve teâlâ Uluhiyet, Rububiyet ve güzel isimlerinin hakkı olan hâkimiyet yetkisini Allah’tan başkasına ne isim adı altında verirse versin İslam şeriatı bunu şirk olarak kabul etmiş, bu eylemde bulunanı Allah’tan başkasına kullukla suçlamıştır.
Fıtratı bu bilgi üzere yaratılan insanları şeytanlar bu yoldan saptırmış ve teşri yetkisini kimi zaman kabile reislerine, bazen kâhinlere, Yahudilerde olduğu gibi âlimlere, Hristiyanlarda olduğu gibi abidlere ve günümüzde yaygın olarak bulunduğu gibi parlamentolara vermesini sağlamıştır.
Kişi, bu yetkiyi Allah’ın dışında neye verirse versin durum değişmez. Ancak biz yazımızda bunun bir çeşidini ele almaya gayret göstereceğiz: Demokratik seçimlerde oy kullanmak… Başından beri yazımızda dikkat çektiğimiz gibi son yüzyılın en çetin imtihanı, demokrasi fitnesi olmuştur. Belli zaman aralıklarında düzenlenen seçimlere katılan insanlar, kendilerini yönetecek, onlar adına onlara kanun yapacak yöneticiler seçmektedirler. Her meselesini vahye göre belirlemek zorunda olan Müslümanlar; hela adabını dahi İslam’dan almaya çalışıyorken, hayatın bu en önemli meselesinde vahiyden yüz çeviriyor, yuvarlak cümleler ve akıl oyunlarıyla meselenin hükmünü karara bağlamaya çalışıyorlar. Kimisi olayı siyasi açıdan değerlendirirken, kimisi İslam’a hizmet diyerek geçiştiriyor, bir diğeri olayın tevhidle hiçbir ilgisinin olmadığını, bunun iyi ve kötü yönetici hakkında şahitlikten öteye geçemeyeceğini söylüyor.
Bizler itikad ediyoruz ki mevcut vakıanın bu en önemli hadisesi, İslam’da hakkında hüküm belirtilmemiş bir mesele olamaz. Bu konu, hâkimiyet tevhidinin en önemli rükünlerindendir. Yazı içinde görüleceği gibi, birden fazla delil bu konuya delalet etmektedir.
Oy Vermenin Hükmü
a. Oy vermek demokrasi dinine girip İslam milletini terk etmektir
Seçme ve seçilme, demokrasinin vatandaşlara tanıdığı ve demokrasinin kendisiyle anlam kazandığı bir eylemdir. Bizim yazımızın konusu olan seçme, yani oy kullanmak; demokrasinin vakıada vücut bulması demektir. Şöyle ki; Halkın egemenliği anlamına gelen demokrasinin yönetim anlayışı, milletin kendi kendini yönetmesidir. Diktatörlük karşıtı olarak kendini tanımlayan demokrasilerde, tek kişinin değil yönetilen durumunda olan çoğunluğun kendi hayatı hakkında kararlar vermesi öngörülür. Kaba bir tasnifle iki kısıma ayrılır demokrasi:
Doğrudan Demokrasi: Yani yönetilen milletin her birinin karar aşamasına katılması ve görüşünü beyan etmesidir. Oylama sonucunda çoğunluğun kararının tercih edilmesidir. Bu demokrasinin, tarihin bazı safhalarında uygulandığı iddia edilse de nüfus yoğunluğunun günümüz toplumlarında olduğu gibi on milyonlarla ifade edildiği toplumlarda uygulanması pek mümkün değildir.
Dolaylı Demokrasi: Bireylerin kendileri adına karar verecek temsilciler seçmesi ve bu seçilenlerin oylamaları sonucunda çoğunluğu ifade eden temsilcilerin kararının bağlayıcı olmasıdır. Nüfus yoğunluğundan dolayı dünyada demokratik yönetim biçimini tercih eden toplumların genelinde, dolaylı demokrasi yürürlüktedir.
Mekkeli müşriklerin de kabul edip uyguladıkları bu demokrasi biçimi, Türkiye’de hâlihazırda uygulanan sistemdir. Kabile reislerinden seçkin olanlar, o günün parlamentosu olan Daru’n Nedve’de toplanır, Mekke’yle ilgili alınacak kararlar masaya yatırılır, istişareler sonucunda çoğunluğun ya da günümüzde olduğu gibi güçlünün tercihi genel karar olarak kabul edilir, daha sonra topluma duyurulunca da kanun olarak yürürlüğe geçmiş olurdu.
Günümüzde de milletin, kendileri adına karar vermesi için seçtikleri ve onlara işlerinde vekalet eden anlamında ‘Milletvekili’ denen şahıslar parlamentoya girerler. Ülke meseleleri tartışmaya açılır, oylama sonucunda çoğunluğun kararı tüm ülke adına kanun hâline getirilir.
Burada asıl mesele ise şudur: İslam, yönetim biçimini ‘din’ diye isimlendirir. İslam’ın kendi yönetim anlayışı olduğu gibi -Hâkimiyetin yalnızca Allah’a ait olması- her yönetim anlayışını da din diye isimlendirir.
“Hükümdarın dininde (yürürlükteki kanuna göre) kardeşini (yanında) alıkoyamazdı. Ancak Allah’ın dilemesi başka. Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır.” (12/Yusuf, 76)
Yusuf aleyhisselam hırsızlık vakıası sonucunda kardeşini alıkoymuş ve yanında tutmuştu. Peki bu kimin kanunuydu? Rabbimiz o dönemin melikinin dinine yani kanunlarına göre Yusuf’un, kardeşini böyle cezalandıramayacağını söylüyor. Burada açıkça, kanun ve yönetimin din olarak isimlendirildiğini görüyoruz.
“Gerçek şu ki, Allah katında ayların sayısı, gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah’ın kitabında on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte dosdoğru olan din/kanun budur. Öyleyse bunlarda kendinize zulmetmeyin ve onların sizlerle topluca savaşması gibi siz de müşriklerle topluca savaşın. Ve bilin ki Allah, takva sahipleriyle beraberdir.” (9/Tevbe, 36)
Allah subhanehu ve teâlâ müşriklerin haram aylar hususundaki uygulamalarının yanlışlığını beyan ederken, kendi katında ayların sayısını ve haram ayları beyan etmiştir. Aylar için belirlediği bu kevni yasayı/kanunu Rabbimiz din diye isimlendirmiştir.
“Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun. Eğer Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, onlara Allah’ın dinini/kanununu tatbik konusunda sizi bir acıma tutmasın; onlara uygulanan cezaya müminlerden bir grup da şahit olsun.” (24/Nur, 2)
Zina eden bekâr erkek ve kadınlar hakkında indirilmiş bu ayette, onlara uygulanması gereken ceza zikrediliyor. Sonra bu yasa, din kelimesiyle ifade ediliyor.
“Yine bunun gibi onların ortakları, müşriklerden çoğuna çocuklarını öldürmeyi süslü gösterdiler. Hem onları helaka düşürmek, hem kendi aleyhlerinde dinlerini karmakarışık kılmak için. Allah dileseydi bunu yapmazlardı; sen onları ve düzmekte oldukları iftiraları bırak.” (6/En’am, 137)
Müşriklerin çocuklarını öldürmeleri, onların arasında yaygınlaşmış bir âdetti. Bir dine dayanmayan bu âdet, toplumdaki kadın algısı ve rızık endişesinin vakıaya çirkin bir yansımasıydı. Allah subhanehu ve teâlâ, bu uygulama/âdet/toplumsal kanunu, din diye isimlendirmiştir.
Ebu’l A’la El-Mevdudi, ‘Kur’an’a Göre Dört Terim’ adlı eserinde, Kur’an bütünlüğünde din kavramının dört anlamda kullanıldığını söyler:
‘…Kur’an mesajı içinde ‘din’ kavramı, aşağıda sıraladığımız dört ana kısımdan oluşan mükemmel bir düzeni tarif etmektedir:
1. Hâkimiyet ve egemenlik,
2. Hâkimiyet karşısında boyun eğme ve itaat,
3. Söz konusu hâkimiyetin etkisi altında kurulan fikrî ve amelî düzen,
4. Bu düzene bağlılık ve itaat sonucu elde edilen mükâfat ya da isyan ve karşı çıkmanın neticesi olarak, yüce egemenlik tarafından verilen mükâfat ya da ceza.
Bütün bu ayetlerde ‘din’ kelimesi ile kast edilen mana; kanun, kural, şeriat, yol ve insanların yaşamını ona bağımlı olarak sürdürdüğü düşünce ve hayat nizamıdır. Eğer bir kimsenin birtakım kanun ve kurallara uyarak, tabi olduğu egemenlik, Allah’ın egemenliği ise, o kişi Allah’ın dinindedir. Yok eğer bu egemenlik, herhangi bir despotun, bir kralın, bir şefin egemenliği ise; kişi, o despotun, kralın, şefin dinindedir. Eğer egemenlik herhangi bir ruhban sınıfının elindeyse, kişi onların dinindedir. Öte yandan egemenlik herhangi bir aile, hanedan ya da halkın çoğunluğunun egemenliği şeklinde ise kişi söz konusu zümrelerin dinindedir. Özetle, kişi son noktada kimin hüküm ve iradesini göz önünde bulunduruyor, kimin yasa ve önerilerini ölçü ve esas olarak alıyor, onunla amel ediyor, hayatını düzenliyorsa onun dinini benimsemiş, onun dininin takipçisi olmuştur…’
Bu açıklamalardan sonra şunu diyebiliriz ki; oy vermek suretiyle demokratik seçimlere katılanlar, bu eylemlerini nasıl isimlendirirse isimlendirsinler, kendi hayatları ve insanların hayatları adına kanun yapacak din sahipleri seçmiş olurlar. Bundan daha açık olanıysa kendine ait bir egemenlik anlayışı olan ve bu anlayışın İslam’ın ‘Egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır’ ilkesine taban tabana zıt olduğu demokrasi dininin ayinine katılmış olurlar.
Her dinin kendisiyle temeyyüz ettiği bazı inanç esasları ve ayinleri/tapınma biçimleri vardır. Siz bunlardan birine inandığınızda veya inanmasınız da onun ibadetleriyle taabbud ettiğinizde İslam sizi o dine nispet eder. Bu dinin semavi bir din olmasıyla, beşerî bir din olması arasında hiçbir fark yoktur.
Siz teslis inancına inanıp Hristiyanlığı seçmiş olsanız da; teslise inanmadığınız hâlde komşularla iyi ilişki, Hristiyan tüccarlarla iyi geçinme, toplumsal birlik veya başka bir sebepten kilise ayinlerine katılırsanız İslam ikisini de riddet sayar ve sizi o dine nispet eder.
Ya da siz, Allah’ın ortakları olduğuna inanıp putlara tapsanız da, inanmadığınız hâlde toplumsal bazı maslahatları gözeterek putlara tapınma ayinlerine katılsanız da İslam ikisini de şirk, sizi de şirk milletinden/dininden sayar.
“Bir de: ‘Ey Allah’ımız, eğer bu (Kur’an) bir gerçek olarak senin katından ise, gökyüzünden üstümüze taş yağdır veya acı bir azap getir (bakalım)’ demişlerdi.” (8/Enfal, 32)
İslam; üzerinde bulunduğu şirkin hak, İslam’ın ise batıl olduğundan bu denli emin olan Mekkelileri müşrik saydığı gibi sadece dünyevi olarak toplumu bütünleştirici bir unsur gördüklerinden putlara tapınan, İbrahim’in aleyhisselam kavmini de müşrik saymıştır.
“(İbrahim) dedi ki: ‘Siz dünya hayatında aranızda sevgi vesilesi olsun diye, Allah’ı bırakıp birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyamet günü bazılarınız bazılarınızı inkâr edecek ve bazılarınız bazılarınızı lanetleyecektir. Barınacağınız yer ise ateştir ve yardımcılarınız da olmayacaktır.” (29/Ankebut, 25)
Bu insanlar bir inançtan ziyade, günümüzde birleştirici ve toplumsal sevgiyi arttırıcı olarak vatan, bayrak vb. kavramların putlaştırıldığı gibi, putlara ibadeti sürdürmüşlerdir. Ancak inanarak bir dinin gereklerini yerine getirenler ile inanmayarak getirenler arasında, İslam fark gözetmemiştir.
Mekkeli müşriklerin de kendi aralarında farklı inanışlara sahip olduklarını görmekteyiz. Kimisi putların şefaatçi ve Allah’ın mülkünde ortak olduklarına inanıyordu. Bazısı da putların fayda ve zarar vermeyeceğine inanıyor ve onlara sövüyordu. Ancak topluma muhalif olmamak, ticari kaygılar, akrabalık ilişkileri gözetilerek ayinlere katılıyorlardı.
Kitabu’l Esnam’da, El-Kelbi çok ilginç olaylar aktarır. Develerini kaçırdı diye ilahına lanet okuyanlar; sevdiği devesi, ilahına/puta takdim edilen hayvan leşlerinden ürkünce ilahını kınayan ve ürken deveye cevap verememekle suçlayanlar; macundan yaptıkları putlarını acıkınca yiyenler; çektiği fal oku intikam yerine diyet çıkanın, okları putun yüzüne çarpıp ‘ölen senin oğlun değil’ diyerek ilahını kendisini anlamamakla suçlayanlar…
İslam; ister inandığı putperestlik için savaşanlar olsun, isterse onların ilahlığına inanmasa da toplumun geneline uymak adına toplumsal putperestliğe katılanlar olsun, hepsine şöyle hitap etmiştir:
“De ki: ‘Ey kâfirler, ben sizin tapmakta olduğunuz putlara tapmam. Siz de benim mabuduma tapanlardan değilsiniz. Ve ben sizin taptıklarınıza asla tapıcı olmadım. Siz de benim mabuduma tapıcılardan değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana.” (109/Kâfirun, 1-6)
Doğal olarak bugün demokrasiye inanarak onun ayini olan seçimlere katılanlarla, demokrasiyi fikir bağlamında reddettiği hâlde ameli anlamda onun kendisiyle diğer dinlerden temeyyüz ettiği seçimlere katılanlar arasında fark yoktur. Demokrasi bir dindir.
b. Oy vermek Allah’ın dışında rab ve ilah edinmektir
“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rabler (ilahlar) edindiler ve Meryemoğlu Mesih’i de… Oysa onlar, tek olan bir ilaha ibadet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilah yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.” (9/Tevbe, 31)
Allah Rasûlü’nün bu ayeti nasıl tefsir ettiği, daha önceki satırlarda açıklanmıştı. Oy veren insanın, kendi adına meclise yolladığı milletvekilleri ya onun adına Allah’ın dışında O’nun izin vermediği konularda kanunlar yapacak ya da var olan İslam şeriatına uygun kanunlara göre ülkeyi yönetecektir. Bu ayet açık bir şekilde bu suretteki sapmanın Allah’ın dışında rab edinmek olduğunu belirtmiştir.
Aynı şekilde ilah, mabud anlamındadır. Kendisine ibadet edilen her varlık, ilah edinilmiştir. Hâkimiyet yetkisini Allah’a vermek, ibadettir.
“…Hüküm ise ancak Allah’a aittir. Sizin O’ndan başkasına ibadet etmemenizi emretti. İşte bu kayyum (Âdem’den kıyamete kadar devam edecek olan) dindir. Ve lâkin insanların çoğu bilmezler.” (12/Yusuf, 40)
Hükmün sadece Allah’a verilmesi, ibadettir. Öyleyse bu yetkiyi Allah’tan başkasına verenler, Allah’tan başkasına ibadet etmiş ve onları ilah edinmiş olurlar. Seyyid Kutub rahimehullah bu hakikati anlatırken şöyle demiştir:
‘…Allah’ın diniyle, O’nun indirdikleriyle hükmetme arasındaki kaçınılmaz gereklilik, sadece Allah’ın indirdiklerinin, insanların kendi yanında koyduğu sistemlerden, yasalardan, nizamlardan ve prensiplerden daha iyi olmasından kaynaklanmıyor. Bu, kesin gerekliliğin sadece bir sebebidir. Ancak en önemli sebep değildir. Bu kaçınılmaz gerekliliğin esas nedeni; Allah’ın indirdikleriyle hükmetmenin, onun uluhiyetini kabul etmek ve başkalarından bu sıfatı ve özelliklerini uzaklaştırmak anlamına gelmesidir. Çünkü, kulların kullara kulluktan kurtulmasını sağlayan, yüce Allah’ın uluhiyetini kabullenerek O’nun şeriatını tatbik etmektir. Kur’an’ın vurguladığı hüküm, bu gerçeğin ne denli gerekli olduğunu göstermektedir.
“…Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, kâfirlerin ta kendileridir.” (5/Maide, 44)
“…Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, zalimlerin ta kendileridir.” (5/Maide, 45)
“…Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, fasıkların ta kendileridir.” (5/Maide, 47)
Çünkü Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, Allah’ın uluhiyetini kabul etmediklerini ve Allah’ın uluhiyetini reddettiklerini ilan etmiş oluyorlar. Bunu, dilleriyle söylemeseler de pratik hayatlarıyla göstermiş oluyorlar. Davranış ve pratik hayatın dili, sözden daha açıktır… Bu, Kur’an’ın anlaşılır ayetleri aracılığı ile ortaya koyduğu tehlikeli bir sorundur. Kur’an bununla gerek yönetenler gerekse yönetilenler için imanın sınırlarını ve İslam’ın şartlarını belirtiyor. Yönetenler Allah’ın indirdikleriyle hükmedecek, yönetilenlerse sadece Allah’ın hükmünü kabul edip uyacaklar, diğer şeriat ve hükümleri reddedecekler. Meselenin bu derece önemli olması ve bu derece şiddetle üzerinde durulmasının birçok nedeni vardır. Kur’an’a başvurduğumuzda bu nedenleri açıkça görürüz. Bu konudaki en önemli nokta, meselenin yüce Allah’ın uluhiyetinin, rububiyetinin, beşer üzerindeki ortaksız otoritesinin kabulü ya da reddi olmasıdır. Bu açıdan mesele; küfür ve iman, cahiliye ve İslam meselesidir. Kur’an’ın tüm mesajı bu hakikatin açıklanmasına yöneliktir. İnsanlar için kanunlar koyanlar, uluhiyet makamına kurulup uluhiyetin özelliklerini kullanıyorlar demektir. Onlara tabi olanlar da, Allah’ın değil onların kuludurlar. Allah’ın değil onların dinindendirler.
İslam, kanun koymayı sadece Allah’a bırakmakla, insanı kullara kulluktan kurtarıp bir olan Allah’ın kulluğuna yükseltmiştir. Bununla insanın hürriyetini ilan etmiştir. Bu konu, inancın en önemli ve en büyük konusudur. Çünkü o; uluhiyet ve ubudiyet, adalet ve ıslah, hürriyet ve eşitlik, hatta insanın yeniden doğuşu konusudur. Bütün bunlardan dolayı küfür ve iman, cahiliye ve İslam konusudur.’ (Fizilal’de Davet Yolu, s. 541-551 özetle.)
Bir başka yerde ise şöyle demektedir: ‘…Yüce Allah, kimlerin Müslüman olduğunu açık seçik belirtiyor…
Yalnız ve yalnız Allah’a ibadet eden, kulluk davranışlarını sadece O’na takdim eden ve birbirlerini Allah’tan başka rabler edinmeyenlerdir ancak, ‘Müslüman’ ismini hak edenler.
Bu özellikleri, onları diğer milletlerden, hayat metotlarını beşerî metotlardan ayıran en belirgin özelliktir. Bu özellikler ya gerçekleşir ve bu durumda onlar Müslüman olurlar ya da gerçekleşmez ve bu durumda da bütün Müslümanlık iddialarına rağmen Müslüman olamazlar.
İslam, ‘kula kulluk’tan mutlak surette kurtuluştur. Bütün sistemler arasında yalnızca İslam nizamı, bu kurtuluşu gerçekleştirir. Bütün yeryüzü menşeli düzenlerde insanlar birbirlerini Allah’tan başka rabler edinirler. Bu durum, demokrasiden diktatörlüğe kadar bütün beşerî düzenler için geçerlidir.
Çünkü Rububiyetin başta gelen özelliği, insanların ibadetlerini hak etmesidir. Bu hak, sosyal yaşamda hayat düzeni ve metot, şeriat ve kanun, değer yargıları ve ölçüler koymak şeklinde belirir. Yeryüzü menşeli bütün sistemlerde bu hakkı, insanlardan bazıları kendileri için iddia ederler.
Bu sistemdeki işlerin dönüş mercii yüce Allah değil, insanlardan bazısıdır. Bu insanlar, geri kalanlar için yasalar, değer yargıları, ölçüler ve hayat metodu koyarlar, onlar da bu durumu kabullenerek onları Allah’tan başka rabler edinirler.
Her ne kadar, onlar için secde ve rükûda bulunmasalar bile yaptıkları iş, yalnız ve yalnız Allah için olması gereken kulluktan başka bir şey değildir.
Yalnızca İslam düzeninde, insanlar bu alçaltıcı durumdan kurtulurlar. Diğer insanlarla beraber düşüncelerini, hayat metotlarını ve nizamlarını, şeriat ve kanunlarını, değer ve ölçülerini sırf Allah’tan almak suretiyle hürriyetlerini elde ederler…
Müslüman toplumun kendine özgü inancı, düşüncesi olduğu gibi, kendine özgü bir önderlik kurumu da vardır. Bu önderlik, Rasûlullah’ın şahsında ve onun Rabbinden aldığı şeriat ve metotta somutlaşmıştır. Müslüman toplumun, bu Rabbani önderliğe uyması; onların ‘Müslüman toplum’ ismini almalarını sağlar.
Bundan başkasına tabi olmaları durumunda, hiçbir şekilde ve hiçbir durumda Müslüman olmazlar.’ (A.g.e, s. 527-534 özetle.)
c. Oy veren dine girişin ilk şartı olan tağutu reddedip ondan ictinab etmemiştir
Yöneticinin kulluk sınırlarının en belirgini, Rabbinin şeriatına boyun eğmesi ve insanlar arasında onunla hükmetmesidir. Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen yöneticiler hadlerini aşmış ve tağutlaşmış olurlar. Tağut, Rabbine karşı haddini aşan, O’nun sıfatlarını kendinde gören ve insanları kendine kulluğa davet eden herkestir.
İslam ümmetinin vazifesi, yeryüzünde var olan tağutları itikadi anlamda reddetmek, amelî anlamda onlardan uzak durmak ve onlara başkaldırıp yeryüzünden izale edilmeleri için çaba göstermektir.
“Dinde zorlama yoktur. Doğruluk sapıklıktan tamamen ayrılmıştır. Kim tağutu inkâr edip Allah’a iman ederse en sağlam kulpa yapışmış olur. Onun kopması söz konusu değildir. Allah (mutlak) işitendir, bilendir.” (2/Bakara, 256)
“Andolsun her ümmet içinde: ‘Allah’a kulluk edin ve tağuttan kaçının’ diye bir Peygamber gönderdik. Onlardan kimini Allah hidayete erdirdi kimine de sapıklık hak oldu. Şöyle yeryüzünde bir dolaşın da yalanlayanların sonlarının nasıl olduğuna bakın.” (16/Nahl, 36)
Allah subhanehu ve teâlâ Nisa suresi 60. ayette, O’nun hükümleriyle hükmetmeyenleri açıkça tağut diye isimlendirmiştir. İçinde yaşadığımız vakıada en büyük tuğyan, demokrasi aracılığıyla hükmün halka verilmesi, insanların bu necis put ve dine ibadete davet edilmesidir. Doğal olarak Müslümanın vazifesi, bunu reddetmesi ve uzak durmaya çalışmasıdır. Bunu yapmadığı takdirde dine girişin ilk şartı olan, tağutu red ve ondan uzak durmayı yerine getirememiş ve sağlam kulp olan tevhid kelimesine yapışamamış olur.
d. Oy veren kişi oy verdiği sistemin ve şahısların tüm suçlarına ortaktır
Bilindiği gibi meclis, milletvekillerinden oluşur. Yönetimde söz sahibi olacak parti veya vekiller, seçmenlerin oyları ile belirlenir. Bu şekilde demokrasilerde, insanlar partiler aracılığıyla yönetimde söz sahibi olurlar. Bir başka deyimle verilen oy, insanın vekalet vermesi gibidir. Bu noktadan yola çıkarak, seçilenlere milletvekili denir. Peki vekil nedir?
Vekil, insanın belirli veya genel bir konuda herhangi bir şahıs veya kuruma, kendi adına tasarruf hakkı vermesidir. İslam hukuku ve diğer beşerî hukuklarda vekalet veren insan, vekalet verdiği konuda, vekilinin yaptığı her tasarrufta pay sahibidir ve gelen sonuçlara katlanmak zorundadır. Kurban bayramında kurbanını kesmesi için birine vekalet veren, kızının nikâhını kıyması için hocaya vekalet veren, kendi adına alışveriş yapması için tüccara vekalet verenlerin her biri, vekalet verdiği işi kendi yapmasa da verdiği vekaletle kendi yapmış gibi kabul edilir.
Yönetim anlamında da bu böyledir. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem bir kavimle muamele etmek istediğinde tek tek onlarla muhatap olmazdı. Onların vekili kabul edilen yöneticilerini muhatap alır ve onun tutumunu tüm toplumun kararı olarak kabul eder ve onlara böyle muamele ederdi.
Bugün oylarıyla başlarına yönetici seçenler, o yöneticinin tüm tasarruflarına ortaktır. Partilere oy verenler de böyledir. İster itikadi ister amelî anlamda sergilenen tüm olumsuzluklardan, oy veren seçmen de sorumludur.
Yazımız boyunca zikrettiğimiz; yöneticilere ait, tağutlaşmak, Uluhiyet ve Rububiyet iddiası, Allah’ın şeriatından yüz çevirmek gibi ağır cürümlere, oy veren şahıs da ortaktır. Kendisi bunu kabul etse de etmese de verdiği vekalet, bunu gerektirmektedir. Allah’ın kanunları dışında kanunlarla yönetilen her ülkede oy veren için bu sonuçlar kaçınılmazdır.
Bunun yanında vakıaya özel birtakım cürümler de söz konusudur. Tüm dünyada İslam’a karşı verilen bir savaş vardır. Bu savaşın öncülüğünü başta ABD olmak üzere Batı dünyası yapmaktadır. Ve açıkça bu saldırının bir Haçlı savaşı olduğunu ikrar etmektedirler. Kendini İslam’a nispet eden mazlumların başına bombalar yağmakta, kadınların ırzı, necis postallar altında kirlenmektedir. Asıl acı olanıysa, kendini İslam ülkesi kabul eden ülkelerin bu savaşta Batı’ya askerî, siyasi, lojistik destek vermeleridir. Kiminin, hızını alamadan bu savaşın başkomutanı Obama için: ‘O, benim en iyi dostlarımdandır’ demesidir.
Oysa Rabbimiz subhanehu ve teâlâ, Yahudi ve Hristiyanlar için şöyle demektedir:
“Ey iman edenler! Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır…” (5/Maide, 51)
Bu yöneticiler, ayetin nassıyla onlardan olup, onlara bu noktada vekalet verenler de onlarla aynı hükme sahiptirler.
Yine, herhangi bir vatandaşa kadın satıcılığı, kumarbazlık, ayyaşlık nispet edilse bunu hakaret olarak kabul eder. Ancak milyonlarca insan farkında olmadan kendini bu duruma düşürmektedir. Bugün en organize ve en pişkin kadın satıcısı, sistem ve onu yönetenlerdir. Yüzbinlerce vatandaşına fuhuş yapma vesikası veren, zina evleri kuran, bu evlerden vergi alan, kapısındaki polislerle zina yapanları koruyan, tepesine bayrak asarak orayı millileştiren ve on sekiz yaşından büyük olan herkese buralarda zinayı helal kılan; sistem ve her dönem yönetimde olan yöneticilerdir. Bunlara oy yani vekalet veren insan, bu suçlara iştirak etmediğini iddia edebilir mi?
Genelde insanlar, oy verdikleri hükümetlerin olumlu yönlerini zikretmekte ve kendilerine oyları sebebiyle bu iyilikten pay çıkarmaktadırlar. İlginç olansa iyilikten pay alanların, kötülükler zikredildiğinde bundan rahatsız olmalarıdır.
Oysa hastane ve yol yapan hükümetler aynı zamanda fuhuş ve kumarı organize etmektedirler. Başörtüsünü serbest bırakan yöneticiler, medya yoluyla teberrüc ve fuhuşu meşrulaştırmakta ve yaygınlaştırmaktadırlar. Sigaranın azalmasını sağlayanlar, kendi verdikleri ruhsatlarla içki içilmesini sağlamaktadırlar.
Bu nasıl bir akıl tutulmasıdır ki tüm güzelliklere insanı ortak kılıp, kötülüklerden korumaktadır. Oysa güzelliğe ortak olmayı sağlayan oy verme, kötülükler için de geçerlidir.
“Eksik ölçüp tartanların vay haline! Ki onlar, insanlardan ölçerek aldıklarında noksansız alırlar. Kendileri onlara ölçtüklerinde veya tarttıklarında eksiltirler.” (83/Mutaffifin, 1-3)
4. Dinî veya dünyevi ihtilaflarda Kitap ve Sünnet dışında bir merci kabul etmemek
Hâkimiyet tevhidinin rukünlarından biri; dini ve dünyevi çekişmelerde sadece Allah’ın kanunlarına başvurmak ve ölçü olarak Allah’ın yasalarını kabul etmektir. Nisa suresinde peş peşe zikredilen iki ayette Allah subhanehu ve teâlâ bu hakikati çok net bir şekilde izah etmiştir.
“Ey iman edenler, Allah’a itaat edin; elçiye itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah’a ve elçisine döndürün. Şayet Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız. Bu, hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir.” (4/Nisa, 59)
Bu ayete dair İbni Kesir rahimehullah şöyle demiştir: ‘ ‘…Eğer bir şeyde çekişirseniz -Allah’a ve ahiret gününe inanmışsanız- onun hallini Allah’a ve Peygambere bırakın, ayeti hakkında Mücahid ve seleften bir çokları şöyle demişlerdir: Bunların hallini Allah’ın kitabına ve Rasûlü’nün sünnetine bırakın.
Allah’ın bu emri delalet ediyor ki; insanların gerek dinin usulüne ve gerekse fürûuna dair ihtilafa düştükleri her husus, Allah’ın kitabına ve sünnete bırakılacaktır. Nitekim Allah bir ayette: “İhtilafa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek Allah’a mahsustur.” (42/Şura, 10) buyuruyor. Ki Allah kitabının ve Rasûlü’nün sünnetinin verdiği hükümle sıhhatine şehadet ettikleri şey; haktır, gerçektir. Bu hak ve gerçeğin dışındakiler de ancak sapıklık olabilir. Bunun içindir ki Allah: ‘Allah’a ve ahiret gününe inanmışsanız.’ buyurmuştur. Yani husumetleri ve bilmediklerinizi Allah’ın kitabıyla Rasûlü’nün sünnetine bırakarak aranızda ihtilaf konusu olan şeylerde onları hakem kılın. ‘Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanmışsanız.’ Ayette bu kısmı; ihtilaf konularında Kitap ve Sünnet’in hakemliğine başvurarak bu konuda onlara dönmeyenlerin, Allah’a ve ahiret gününe inanmamış olduklarına delalet eder.’
İbni Kayyım rahimehullah ise şöyle demektedir: ‘…Ayetteki, ‘Herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz’ ifadesi, şart bağlamında gelen nekra (belirtisiz) bir ifâdedir ve büyük küçük, açık ve hafî/ kapalı dinin bütün konularında müminlerin ihtilâfa düştükleri bütün meseleleri kapsar. İhtilafa düştükleri konuların hükmü Allah’ın kitabında ve Rasûlü’nün sünnetinde bulunmasaydı ve bu iki kaynaktaki hükümler, bu meselelerin çözümü için yeterli olmasaydı, onlara bu meseleleri bu iki kaynağa döndürmelerini emretmezdi. Çünkü anlaşmazlığı gidermek için, çözümü olmayan bir kişiye çözüm için başvurmayı Allah’ın emretmesi imkansızdır. Allah’a döndürmenin, Allah’ın kitabına başvurmak, Rasûlullah’a döndürmenin ise, hayatında bizzat kendisine, vefat ettikten sonra da sünnetine başvurmak olduğu konusunda insanlar icma etmişlerdir…’ (İ’lam, 1/39)
Bir sonraki ayet ise şöyledir:
“Sana indirilene ve senden önce indirilenlere; inandıklarını iddia edenleri görmedin mi? Küfretmeleri emrolunmuş iken tağutun önünde muhakeme edilmelerini isterler. Halbuki şeytân, onları uzak bir sapıklıkla saptırmak istiyor.” (4/Nisa, 60)
Bu ayeti kerime bir önceki ayeti kerimenin sağlaması konumundadır. Önceki ayette zikredilen “Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız” şartı bazıları tarafından yanlış anlaşılabilir, tehdit ve sakındırma içerikli kabul edilip çiğnenebilir. Tüm bu ihtimalleri ortadan kaldırmak ve insana olayın ciddiyetini hissettirmek için Rabbimiz pratik bir vakıa üzerine ayet indiriyor. Nisa suresi 59. ayetteki emre muhalefet edenlerin, iman ettiklerini iddia etseler dahi bu eylemlerinden sonra imanlarının geçersiz olduğu ve dinden çıktıkları anlatılıyor.
İbni Kesir rahimehullah ayete dair şunları kaydeder: ‘Allah bu ayeti kerîmede Rasûlullah’a ve daha önce geçen Peygamberlere inzal olunanlara iman ettiğini iddia etmekle birlikte, ihtilafların çözümünde Allah’ın kitabıyla Rasûlü’nün sünnetinden başka şeyleri hakem kılmak isteyenleri kötülemekte ve onların bu davranışlarını hoş karşılamamaktadır. Bu ayeti kerimenin nüzul sebebi olarak zikredilenlere göre; bu ayet, ensardan biri ile bir Yahudi hakkında nazil olmuştur. İhtilafa düşmüşler ve Yahudi: ‘Benimle senin aranda Muhammed hakemdir’, derken öteki de: ‘Benimle senin aranda Ka’b b. Eşref hakemdir’, demiştir. Bir görüşe göre ise, bu ayeti kerime; zahiren Müslüman olup da cahiliye hakimlerini hakem kılmak isteyen bir grup münafık hakkında nazil olmuştur. Başka görüş ve rivayetler de vardır. Ancak ayeti kerime hepsi hakkında genel olup, kitap ve sünnetten yüz çevirerek bunların dışındaki batılları hakem kabul eden herkesi kötülemektedir. Ayetteki ‘tağut’tan bu kasdedilmektedlr. Allah: ‘Tağut’un önünde muhakeme edilmelerini isterler…’ buyurmuştur.’
Seyyid Kutub rahimehullah ayete dair şöyle bir açıklamada bulunur: ‘…Şu şaşkınların şaşkınlıklarına bak! Bunlar mümin olduklarını iddia ediyorlar, sonra da bir anda iddialarını yine kendileri çürütüveriyorlar. Bunlar bir yandan ‘Sana ve senden önceki Peygamberlere indirilen kitaplara inandıklarını ileri sürüyorlar’ sonra da sana ve senden önceki Peygamberlere indirilen kitapların hakemliğini benimsemiyorlar. Bunun yerine başka bir kaynağın, başka bir sistemin, başka bir hüküm merciinin hakemliğine başvurmak istiyorlar. Tağutun hakemliğine başvurmak istiyorlar. Sana ve senden önceki Peygamberlere indirilen kitaplara dayanmayan; ölçüsünü, kriterini sana ve senden önceki Peygamberlere indirilen mesajlardan almayan bir hüküm kaynağının yargısına boyun eğiyorlar. Böyle bir hüküm kaynağı, hem ilahlığın başta gelen yetkisini kendisine yakıştırdığı için ve hem de hiçbir değişmez kritere bağlı olmadığı için ‘tağut’tur, yani azgınlık ve taşkınlıktır…’
Müslüman yaşadığı sıkıntılarda insi ve cinni şeytanların aldatmalarına kapı aralamamalı, basit dünyevi çıkarları için Allah’a baş kaldırmış ve her hükümleri ayrı bir zulüm olan mahkemelerden uzak durmalıdır. Bu mahkemeler de, değerli olan ahiret hayatını dünyanın değersiz çıkarları için heder etmemelidirler. Şüphesiz ki Allah’ın kendi katında muvahhid kulları için ayırdıkları dünyanın geçici ve lezzetleri elemle sonuçlanan metaından daha hayırlıdır.
Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem haber verdiği gibi:
“İslam garip olarak başladı, tekrar garip olarak dönecek. Müjdeler olsun gariplere.” (Müslim, 232)
Bugün muvahhidler İslam’ın bu en açık hakikatini insanlara anlatırken garip durumuna düşüyor, yeni bir dinden bahsediyorlarmışçasına şaşkın bakışlar, küçümser yüz ifadeleriyle karşılanıyorlar. Düne kadar bu hakikatleri ikrar eden, bunlar uğruna yaşayan ve ölen insanlar tarafından aşırılıkla suçlanıyorlar. İşi bir adım ileriye taşıyıp dinde ‘hâkimiyet tevhidi’ diye bir şey yoktur diyenlerle dahi olabiliyorlar. Kendilerini selefe nispet eden asrın mürcielerin de olduğu gibi…
Bu durumlar muvahhidlerin azimlerini kırmamalı, onları davet vazifesi ve tevhidin şahitliğinden alıkoymamalıdır.
Yalnızlık, gariplik, azınlıkta kalmak, çoğunluğun tevhidden yüz çeviriyor olması bizleri umutsuzluğa sevk etmemelidir. Aynı duyguları yaşayan ilk nesli teselli eden ayetlerle yolun yorgunluğuna teselli bulmalı, uzunluğuna azık edinmeliyiz.
“De ki: ‘Yeryüzünde dolaşın da daha öncekilerin sonları nasıl olmuş bir bakın!’ Onların çoğu müşriklerdi.” (30/Rum, 42)
“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyarsan seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar sadece zanna uyuyorlar ve sadece tahminde bulunuyor (sadece yalan söylüyorlar).” (6/En’am, 116)
Bir seçim sürecine girmiş bulunuyoruz. Bize düşen şahitliğimizi yerine getirmek ve insanları uyarmaktır. İnsanların batılda ısrarı bizleri hayra davet etmek, iyiliği emir ve kötülükten alıkoyma vazifesinden alıkoymamalıdır.
“İçlerinden bir topluluk: ‘Allah’ın kendilerini helak edeceği yahut şiddetli bir şekilde azaba çarptıracağı bir topluluğa neden öğüt veriyorsunuz?’ dediklerinde (öğüt verenler): ‘Rabbinize karşı bir mazeretimizin olması için ve belki sakınırlar diye!’ dediler.” (7/Araf, 54)
İlk Yorumu Sen Yap