Arap yarımadasında birçok din mevcut olmakla beraber, genel olarak putperestlik hakimdi. İbrahim’in aleyhisselam çağrısına uyan Arap kabileleri Allah’ın subhanehu ve teâlâ dinine girmişler, fakat zamanın ilerlemesi ile bu nimetin şükrünü eda etmeyi unutup doğru yoldan sapmışlardı.
Arapların, putları Allah’a subhanehu ve teâlâ ortak koşmaları uzun bir sürecin sonunda gerçekleşti. Bu sürecin baş aktörü ise Amr Bin Luhay’dı. Peygamberin sallallahu aleyhi ve sellem doğumundan çok önceleri yaşamış olan Amr, hem kendi kavmi, hem de Arap kabileleri tarafından el üstünde tutulan biriydi. Çünkü insanlara iyilikle muamele eder, aynı zaman da onların misafirperverlik, cömertlik, yardımseverlik gibi ahlaklar ile ahlaklanmalarını isterdi.
Amr, insanlara sadece bu tür şeyleri anlatmakla yetinmedi. Peygamberlerin ve ilahi kitapların diyarı olarak bilinen Şam bölgesine gitti. Orada insanların putlara birtakım ibadetler sunduklarını gördü. Mekke halkı Amr’ı, Şam dönüşü karşıladıklarında, onun yanında bazı taşlar olduğunu farkettiler. Amr Bin Luhay, Şam ehlinin onlara nasıl ibadet ettiklerini anlattıktan sonra aynı şekilde Mekke halkının da putlara ibadete başlamalarını söyledi. Bu çağrıya, önce Mekkeliler sonra da diğer Arap kabileleri hızlı bir şekilde karşılık verdiler.
NOTLAR
Hamd Allah’a, Salat ve Selam O’nun Rasûlü’ne olsun.
Arap toplumundaki dinler ve ibadetler siyer okumalarımızda tafsilatı ile karşımıza gelecek. Zaten ‘Siyer nedir?’ sorusuna verilebilecek en kapsayıcı cevap da: ‘Siyer tevhid ve şirk mücadelesi tarihidir’ olacaktır.
Siyerde sadece tevhid anlatılmakla yetinilmemiş, aynı oranda şirkin nitelikleri de insanların gözünde canlandırılmıştır. Mücrimlerin, yanlış yapanların yolu açık bir şekilde ortaya çıkmadan, sadık davetçilerin çağrısı da netliğe kavuşamayacaktır zaten.
Bu itikadi ve ameli buhranın tafsilatını daha sonra görecek olsak da, risalet öncesindeki durumun zihnimizde canlanması açısından bazı noktalara değinmekte fayda bulunmaktadır.
Her dönemin kendine has inanış biçimleri mevcuttur. Kimi dönemlerde kavimler ağaçlara, hayvanlara, kimi zaman ,,,da insanlara ilah gözüyle bakmışlardır. Bazen de Arap cahiliyesinde olduğu gibi taştan ve tahtadan yaptıkları putlara, ya da bazı gök cisimlerine ibadete yönelmişlerdir. Şeklî bu farklılık bizi yanıltmasın! Çünkü insanları bunlara sürükleyen amiller genellikle aynıdır ve birkaç başlık altında toplanır.
Bunlardan en önemli iki tanesi ise, taklitçilik ve heva-hevese tabi olmadır. Hiçbir şirk yoktur ki; bu ikisinden biri onu ortaya çıkartmış olmasın. Eğer biz bu noktaları anlarsak her dönemde farklı şekillerde ortaya çıkan şirki tanımlamakta zorlanmayız. Böylece inancımızı netleştirir, saflarımızı sıklaştırırız.
a. Taklitçilik
Kur’an’ın ‘Atalara uyma’ diye özetlediği taklitçilik kavramı, daha geniş tanımı ile şöyledir: İnsanın, bazı şahısların ya da toplumun düşünce ve fiillerini sorgulamadan kabul etmesi.
Elbette Arap cahiliyesinde olan bu durum iki-üç günlük bir meselenin sonucu değildi. Bilakis insanları taklitçiliğe sürükleyen bir çok sebebin olgunlaşması bu tabloyu ortaya çıkartmıştır. Zaten bu nedenler tek tek irdelendiğinde, cahiliyelerdeki taklitçiliğin ne kadar köklü olduğu daha rahat anlaşılacaktır.
İnsanları Taklitçiliğe Yönelten Etkenler
1. Bazı Zatları Övme Ve Yüceltmede Aşırıya Gitme
Putların Mekke’de ve oradan da diğer Arap kabilelerinde yayılmasına neden olan Amr Bin Luhay’ı düşünelim! Eğer bu adam kavminin reisi, insanlara iyilik yapan ve onlara da yardımseverlik, misafirperverlik, cömertlik gibi güzel hasletleri vaaz eden birisi değil de sıradan bir arap olsa ne olurdu?
Biraz daha ileri gidelim: Amr, içinde bulunduğu toplum tarafından dışlanan ve eleştirilen biri olsun. Bu haliyle Şam’dan getirdiği putları Mekkelilere ilah diye tanıtsa kim ona itaat ederdi? Çağrısına kim kulak verirdi? Hiç kimse!
İşte şeytan bu durumu, insanoğlunun ayaklarını kaydırmak için uğraştığı asırların sonunda tecrübe etmişti. Şöyle dedi kendi kendine: ‘Tüm insanlarla tek tek uğraşmak işimi zorlaştırıyor. Ben bazı zatları, toplumların gözünde ‘yanlış yapmaz adam’ pozisyonuna geçirteyim. Sonra da onları ya da onların en sadık takipçileri olarak gözüken kişileri saptırayım. Böylece onlara uyan herkesi yoldan çıkarmış olurum.’
Bu projeyi bilebildiğimiz kadarı ile hayata geçirmek için bulabildiği ilk alan Nuh’un aleyhisselam kavmi oldu. Ona iman eden bir grupla beraber Allah subhanehu ve teâlâ onları, tufandan kurtarınca, artık yeni bir hayat başladı. Nuh aleyhisselam ile beraber onca çile çekmiş ve iman üzerine sebat edebilmiş bu salih zatlar, ecel gelince teker teker Rabb’lerine kavuştular.
Geride kalanlar ise dinlerini öğrendikleri bu yegane insanları, onları göremeyen sonraki kuşaklara anlatmaya başladılar. Nesiller birbirini kovaladıkça anlatılan şeylerin içeriği değişti. İlk başlarda bu salih zatların itikatları ve amelleri örnek gösterilerek Allah’ın subhanehu ve teâlâ dini anlatılıyorken, sonraki kuşaklar sadece bu zatların hayatlarını ve faziletlerini dinlemekle yetindiler.
Sapıtmanın ikinci adımında ise, şeytan devreye bambaşka birşey soktu. Artık sadece hayatları, menkıbeleri, olağanüstülükleri anlatmak yeterli olmuyordu. Bu zatlar hayatın her alanında olmalıydı. Her an onları müşahade etmeli, böylece Allah’ı subhanehu ve teâlâ hatırlamalıydılar. Bunu da, onların tasvirlerini, heykellerini yaparak şehrin en işlek yerlerine, daha sonra da evlerine yerleştirmeye başlayarak gerçekleştirdiler. Nuh Suresinde geçen putların hepsi işte bu salih zatların adlarıdır.
Şeytan bu süreci yönetirken kendi dostlarına, şirk içerikli inanç ve ibadet çeşitlerini ilham ediyordu. Bunlar insi şeytanlar tarafından halka ulaştırıldığında kaynak olarak gösterilen yer belliydi: ‘Şu salih zat öyle söyledi, falan mübarek insan böyle yapardı.’ cevabın içerinde asırlardır ‘yanlış yapmaz’ diye zihinlere kazınan zatların adları geçince artık sorun kalmıyordu. Taklitçilik projesi acı meyvesini vermeye başlamıştı bile!
Bu topluma, aralarından Allah’ın subhanehu ve teâlâ hidayet ettiği azınlık ‘Ama Allah sizin dediğiniz gibi demiyor’ dediklerinde cevap Kur’an’da geçtiği şekliyle hazırdı:
“Biz babalarımızı bir din üzerine bulduk. Bizde onların izlerinden gitmekteyiz.” (43/Zuhruf, 22)
Şahısları, Allah’ın subhanehu ve teâlâ çizdiği sınırların dışına çıkacak şekilde övmek, taklitçiliğin temelidir. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de davetçiler bu kör taassubla mücadele etmektedirler.
Ne var ki işleri geçmişe göre daha zor! Çünkü bu konuda günümüz cahiliyesi Arap cahiliyesinden bir yönden ayrılıyor. Arapların taptıkları ve onlara ‘uyarız‘ dedikleri zatların birçoğu gerçekten salihti. Bugün ise din adına konuşmuş, binlerce insanı peşinden sürükleyen belamları ‘salih’ sıfatı ile tanımlamaktan Allah’a sığınırız.
Böyle olunca, eski cahiliyelerde salih zatları yüceltenlere: ‘Ama bu zatlar sizin onlara yaptığınız ibadetleri ya da onlara dayandırdığınız şeyleri kabul etmiyorlar. Onlar sadece tek olan Allah’a ibadet etmeye çağıran insanlardı’ denilebiliyordu. Ya şimdi? Davetçi artık bugün ‘sorgulanamaz insanlar’ın aslında mübarek falan olmadıklarını anlatmakla işe başlamak zorunda kalıyor.
Şeytanın, insanlığın topluca ayağını kaydırmak için uyguladığı bu yöntem her dönemde yeni versiyonları ile karşımıza çıkıyor. Ama temel mantık aynı!
Artık kimse kanaat önderi olarak gördüğü kimsenin putuna secde etmiyor. Fakat onu ‘Ne söylerse söylesin, muhakkak bir bildiği vardır’ diyerekten zihninde putlaştırıyor.
Arap cahiliyesinde olduğu gibi evlerin girişlerinde salih zatların temsilleri yok artık. Ama raflarda, herhangi bir sorunda Allah’ın Kitabı ve Peygamberin sünnetinden önce bakılacak külliyatlar var. Kimlerin mi? Tabi ki Allah subhanehu ve teâlâ adına konuşan ama O’nun dinine muhalif fikirleri yayan o ‘hatasız kulların’!
‘Kuran ve sünnete niye bakmıyorsunuz?’ diye sorunca bu taklitçilere, cevap hazır ‘Zaten bu külliyatlarda onları açıklıyor.’
‘Ama Kur’an ve hadiste böyle geçmiyor. Selef o zatın anladığı gibi anlamamış bu dini’ denilince de ‘Bu kadar kitap yazmış adamdan daha mı iyi bileceksin’ cevapları(!) ile kestirilip atılıyor.
Örnekler bununla da sınırlı değil! Arap cahiliyesini günümüze birebir kopyalamaya çalışanlar da var. Evlerinin, işyerlerinin duvarlarını; derneklerinin, vakıflarının ve parti binalarının girişlerini; şehrin en işlek veya yüksek yerlerine ilahlarının büstleri ve resimleri ile donatıyorlar. ‘Bir an onsuz olursam ne yaparım’ endişesi ile şeyhlerinin fotoğraflarını sürekli yanlarında taşıyanlar da Arap cahiliyesini bile geride bırakma başarısını(!) gösteren sınıfa dahil oluyorlar.
Davetçinin böyle bir tablo ile karşılaştığında yapması gereken şey, anlattığı itikadi ve ibadi meseleyi daha fazla delillendirmek değildir. Çünkü karşı tarafın problemi delillerle değil. Delili söyleyen zatla! O yüzden bu tip olaylarda yapılması gereken ilk şey Peygamberin dahi bir beşer olduğunu, bu durumun kendisi tarafından defalarca dillendirdiğini, hata yaptığı için Allah’ın subhanehu ve teâlâ onu Kur’an’da tekrar tekrar uyardığını taklitçi zihniyetin mensuplarına anlatmaktır.
Cennette en üst bir makamda bulunan bir Peygamber dahi hata yapabiliyorsa, günde kaç rekat namaz kılarsa kılsın, ne kadar gözyaşı dökerse döksün, kaç cilt kitabı olursa olsun fark etmez her insan hata yapabilir.
Böylece taklitçiliğin ilk nedeni olan ‘İnsanları Övmede Aşırıya Gitme’ başlığını bitirmiş olduk. Diğer yazımızda kalan iki sebebi izah etmeye çalışacağız inşaallah.
İlk Yorumu Sen Yap