Allah’a hamd, Rasûlü’ne salât ve selam olsun.
29 Kasım tarihli Yeni Şafak gazetesinde Faruk Beşer Hoca’ya ait ‘Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler’ başlıklı bir yazı yayınlandı. Faruk Hoca Maide suresindeki 44. ayet bağlamında bazı iddialarda bulunuyor ve biz gibi inanan insanların buna verecek ilmî bir cevaplarının olmadığını belirtiyor.
İsterseniz önce Faruk Hoca’nın makalaesini, sonrasında ilmî bir cevap olmasını umduğumuz ve Faruk Hoca’nın makalesinin genel bir değerlendirmesi niteliğindeki yazımızı okuyalım.
‘Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler…
Kolay tekfircilikten söz ediyorduk.
Gelelim bu kardeşlerimizin bağlamından kopararak sözkonusu ettikleri Mâide 5/44. ayeti kerimesine. Ayetin meali şöyle:
“Tevrat’ı da biz indirdik. Onda bir hidayet vardır, bir nur vardır. Yahudilerin Allah’a teslim olmuş peygamberleri onlara onunla hüküm veriyorlardı. Onların Rabbanîleri de bilgeleri de korumakla yükümlü tutuldukları o Allah’ın kitabıyla hüküm veriyorlar, onu hep göz önünde bulunduruyorlardı. O halde siz de insanlardan korkmayın benden korkun ve ayetlerimi basit bir bedel karşılığında satmayın. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridirler.” (5/Maide, 44)
Bu ayetin ve devamındaki benzer ayetlerin inişine sebep olan olay şudur:
Bir gün Yahudiler Hz. Peygamber’e gelip içlerinden bir erkekle bir kadının zina ettiklerini söylemişler ve onlara ne ceza vermeleri gerektiğini sormuşlardı. Zina edenler eşraftandı ve bu suç için Tevrat’ta zikredilen recim dışında hafif bir ceza ile kurtulmalarını bekliyorlardı. Onun için kendi hâkimlerini bırakıp Hz. Peygamber’e gelmişlerdi. Hz. Peygamber onlara Tevrat’ta bu suçun cezasının ne olduğunu sordu. Halka teşhir edilip sopa atılmalarıdır dediler. Yahudi asıllı müslüman Abdullah bin Selam, yalan söylüyorsunuz, Tevrat’ta bunların cezası recmdir dedi. Tevrat’ı getirip açtılar ve birisi eliyle recm ayetini kapadı ve sadece devamını okudu. Abdullah bin Selam, elini kaldır deyince, Abdullah doğru söylüyor demek zorunda kaldılar. Hz. Peygamber de emretti ve Tevrat’taki ceza uygulandı. (Buharî, Müslim)
Buna göre Allah’ın indirdiği ahkâmla hüküm verme imkânı bulunduğu halde onu bırakıp başka bir hüküm aramak küfürdür. Böyle bir tercih imkânı bulunmayan günümüz yöneticisinin ya da hâkiminin önünde ise iki seçenek vardır; ya hiçbir hüküm vermeyip, yönetimi de hüküm vermeyi de zaten böyle bir derdi olmayanlara bırakmak, ya da en adil hükmü buluncaya kadar mevcut kanunları adalete en yakın şekilde yorumlayıp uygulamak ve sürekli en adil olana ulaşmaya çalışmak.
Bilindiği gibi İslam hukukunun genel kurallarından birisi şudur: Salt iyi olanın yapılamadığı yerde kötülerin en hafif olanı alınır, yani “ehven-i şerreyn ihtiyar olunur”.
Söz konusu ayetin devamında iki benzer ayet daha vardır:
“Tevrat’ta Yahudilere; cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ceza uygulamalarını farz kıldık. Yaralarda da kısas vardır dedik. Ama kim kısas hakkını bağışlarsa bu onun için bir kefaret olur. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridirler, (5/Maide, 45).
“Peşleri sıra onların çizgilerinde Meryem oğlu İsa’yı gönderdik, öncesindeki Tevrat’ı doğrulayıcı olarak. Ona İncil’i verdik, onda da bir hidayet vardı bir nur vardı. Öncesindeki Tevrat’ın tasdikçisi, Allah’a karşı saygılı olanlara bir rehber ve bir nur olarak, (5/Maide, 46).
“İncil’i alanlar da Allah’ın onda indirdikleriyle hükmetsinler dedik. Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar fasıkların ta kendileridirler, (5/Maide, 47).
Görüldüğü gibi ilk ayette Allah’ın hukuku söz konusudur ve onu uygulama imkânı olup da uygulamayanlara kâfir denmiştir. 45. ayette ise kısas gibi, hak sahibinin bağışlaması tavsiye edilen bir kul hakkı söz konusudur. Bunu uygulamayanlara ise kâfir değil ‘zalim’ denmiştir. 47. ayette ise ahlaki hükümler içeren İncil’in uygulanmasından söz edilir ve bunları uygulamayanlar için de ‘fasık’ nitelemesinde bulunulur.
Şu halde Kur’anı Kerim aynı sayfada üç farklı durum için üç farklı nitelemede bulunuyor. Demek ki, ‘Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeme’nin hükmü her halükârda aynı değildir. O halde durumu ve şartları hesaba katmadan her yöneticiyi, her hâkim ya da avukatı tekfir etmek ancak ideolojik bir bakışın ve bilgi eksikliğinin, ya da en iyimser yorumla heyecanın sonucudur.
Böyle söyleyen insanlara sorulabilir: Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler için Kur’an’ı Kerim’de üç farklı niteleme bulunduğuna göre demek ki, bunun hükmü her yerde aynı değildir. O halde neden diğerlerini değil de özellikle o birini alıyorsunuz? Uygulayanları bir ayırıma tabi tutmadığınıza göre bu mantıkla diğerlerinden birini de rastgele alabilirdiniz? Bu soruya ilmî bir cevaplarının bulunduğunu sanmıyorum.
Ama şunu da eklemeliyiz ki, inanma ya da inanmama söz konusu olduğunda bu üç durumun her biri de küfür olabilir ve bu ayetler elbette sadece Yahudilerle ya da Hıristiyanlarla ilgili değildir. Aynı hataları müslümanların yapması durumunda onlar da aynı hükmü almış olurlar.’ (http://www.yenisafak.com/yazarlar/faruk_beser/allahin-indirdigi-ile-hukmetmeyenler-2023289)
•••
Bir Şey Nasıl İlmî Olur?
Faruk Beşer Hoca’nın birilerinden ilmî bir cevap beklemesi için öncelikle ortaya ilmî bir red veya tez koyması gerekir. Bir şeyin nasıl ‘ilim ve ilmî’ olacağına Faruk Hoca’nın da kabul ettiği büyüklerimizin sözleri açıklık getirmiş. Onları aktarmakla başlayalım.
Abdullah ibni Ömer radıyallahu anh:
‘İlim üçtür: Konuşan kitap, geçerli/devamlı sünnet ve ‘bilmiyorum’ sözüdür.’ (Camiu’l Beyan el-İlim ve Fadlihi 1/753)
İmam Şafi rahimehullah:
‘Tüm ilimler boş uğraştır, Kur’an dışında
Dinde fıkıh ve hadis bundan müstesna
İlim; ‘Allah dedi, Rasûlü dedi’ dir.
Bunun dışındakiler şeytan vesvesesidir.’
İbni Teymiyye rahimehullah:
‘İlim, ya masum olandan (Rasûl’den) doğrulanmış bir nakildir ya da bilinen bir delile sahip olan sözdür. Bunun dışında kalan ya sahte ve merdud ya da sahte mi gerçek mi olduğu bilinmeyen bir şeydir.’ (Mecmuu’l Fetava 13/330)
Bunun ışığında Faruk Hoca’nın iddialarını ele alacak olursak:
1. Hoca, Maide suresi 44. ayetin mealini vermiş, ardından tefsir kitaplarında zikredilen nüzul sebeplerinden birini zikretmiştir. Sonrasında bazı çıkarımlarda bulunmuştur. Açıkça söylemek gerekirse zikredilen ayet ile yapılan çıkarımlar arasında ne şer’an ne de lugat yönünden hiçbir alaka yoktur. Faruk Hoca neye dayanarak bu çıkarımlarda bulunduğunu belirtmemiştir.
‘Buna göre Allah’ın indirdiği ahkamla hüküm verme imkanı bulunduğu halde onu bırakıp başka bir hüküm aramak küfürdür’ çıkarımını örnek verebiliriz.
Ayetten böyle bir sonuç elde etmek mümkün değildir. Çünkü ayet, şart edatlarından olan ile başlamaktadır. Bu da umumiyet ifade eden lafızlardandır. Yani; “Her kim olursa olsun Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse” anlamına gelmektedir. Faruk Hoca, ayetin bu umumiyetini tahsis etmiştir. Umumiyet ifade eden bir nassı ancak kendi gibi bir başka nas tahsis edebilir. Oysa Faruk Hoca burada hiçbir nas zikretmemiştir.
Ayetin nüzul sebebi olarak zikredilen rivayetten bu sonucu elde etmek pek mümkün görünmüyor. Bu sadece bir yorumdur ve ayetin nüzul sebebinin, ayette var olan bir umumiyeti tahsis edemeyeceği de izahtan varestedir.
Faruk Hoca bununla yetinmeyip, hiçbir delile dayandırmadığı şahsi yorumunu günümüz yöneticilerine indirgemiş ve onların da aynı durumda olduğunu ima etmiştir. Günümüz yöneticilerinin başka bir seçeneğinin olmadığını kim söylemiştir?
Müşrikler, Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem bazı tekliflerde bulunmuşlardı. Putlarını yerme, atalarının ateşte olduğunu iddia etme, onları akılsızlıkla suçlama gibi söylemlerini terk ettiği takdirde ona yönetici olmayı ya da onlarla beraber Daru’n-Nedve’de karar alıcılık sıfatı teklif ettiler. İsterse diktatör bir melik ya da demokrat bir meclis üyesi olabilecekti.
Bu teklifin sunulduğu ortamda insanlar başörtüsü ya da sakal sorunu yaşamıyordu. Diri diri yakılıyor, kızgın çöllere yatırılıyor, hunharca katlediliyor, aylarca yiyecek-içecek verilmeden hapsediliyorlardı.
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ‘en adil olana ulaşana dek’ bu teklifi kabul etmedi. Oysa bu teklifin kabulüyle ashabını bu cendereden kurtarabilir, davetin önündeki bazı engelleri kaldırabilirdi.
Ancak bu, gönderiliş gayesiyle taban tabana zıttı. O sallallahu aleyhi ve sellem, insanları Allah’ı birlemeye davet ediyordu. Allah’a has kılınıp, O’nun subhanehu ve teâla birlenmesini istediği şeylerden biri de ‘Egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır’ ilkesiydi. Sözüyle insanları buna davet ederken, fiiliyle bunu yalanlayan bir parlamentoda mı yer alacaktı?
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ‘başka seçenek yok’ demedi. Taif’e gitti, Habeşistan’ı denedi, nihayetinde Allah subhanehu ve teâla ona Medine’yi ihsan etti.
‘Başka seçenek yok’ demek, Nebilerin zorlu mücadele metodundan kaçıp nefse uygun olanı tercih etmektir. Ve maalesef bunun bir sınırı da bulunmamaktadır. Gün gelir başka seçenek yok diye putların başına gidilir, önlerinde saygıyla eğilinir, ona yönelik yapılan ibadete iştirak edilir ve anı defterine Ebu Cehil’in dahi söylemekten imtina edeceği şeyler yazılır.
Gün gelir, dünyada en fazla Müslüman kanı akıtan, İslam ümmetine karşı yürüttüğü savaşa Haçlı Seferleri diyen adamlara ‘en iyi dostum’ dedirtir insana.
Evet, ‘başka seçenek yok’ cümlesi tehlikelidir. Uçaklarınız Haçlı ordusu uçaklarıyla havalanır, İslam ümmetinin üzerine bomba yağdırır. Sizin fıkhınız açıktır, Harici(!) dahi olsa Müslüman bir gruba karşı kâfirlerle bir olup savaş veremezsiniz. Ama ‘başka seçenek yok’ gibi muhkem bir ayetiniz(!) varsa, her şey size mubahtır. Çünkü büyük hocalarınız ‘başka seçenek yoksa Allah’ın hükümleri dışında hükümlerle en adil olana ulaşana kadar hükmedebilirsiniz’ diye fetva vermiştir size. Madem bu muhkem fetvayla küfür işleyebiliyoruz, öyleyse kâfirleri dost da edinebiliriz, putun karşısında saygıyla eğilebilir, faiz oranlarını düşürdük diye ekranlardan ‘Allah’a hamd da edebiliriz.’
Başka seçenekler de vardır, tercihler de… Ancak vakıanın zorluklarından kaçmak isteyen, hem dünya rahatını ve nimetlerini hem de İslamcılığı bir arada götürmek isteyenlerin başka seçeneği yoktur. Zaten dünya müstekbirleri de açıkça bunu söylemektedir; ‘Ya bizim yanımızdasınız ya da karşımızda.’ Yanlarında olmanın amentüsü; demokratik yollarla mücadelenin meşruiyetini kabul edip içinde yer almak, İslam beldelerini işgal eden Haçlı ordularıyla dostluk kurmak ve gerektiğinde onlara destek vermektir. Bu iki şartı birden kabul ederseniz ne âla. Aksi hâlde parlamentoda dahi olsanız terörist ilan edilirsiniz. Bir darbeyle alaşağı edilebilir, hapsedilip idam edilebilirsiniz.
Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem bu tavrını tüm peygamberlerde görüyoruz aslında. Onlar vakıanın zorlaması karşısında başka tercih olmadığını söylememiş, Allah’ın subhanehu ve teâla yasaklarını çiğnememiş, en iyisini elde edinceye dek kâfirlerin safında yer almamışlardır.
“Onun kavminden kibirlenenlerin ileri gelenleri şöyle dedi(ler): ‘Ya Şuayb, seni ve seninle beraber iman edenleri mutlaka ülkemizden çıkaracağız! Ya da siz mutlaka bizim milletimize (dinimize) dönersiniz.’ (Şuayb): “Şâyet biz (bunu) kerih görüyorsak da mı?” dedi. “Allah’ın, bizi ondan kurtarmasından sonra, sizin dininize dönersek Allah’a yalanla iftira etmiş oluruz. Ve Rabbimizin dilemesi hariç bizim ona (dininize) geri dönmemiz olamaz. Rabbimiz ilmiyle her şeyi kuşatmıştır. Allah’a tevekkül ettik. ‘Rabbimiz, bizim ile kavmimiz arasında ‘Sen hak ile hüküm ver’, sen ‘hüküm verenlerin’ en hayırlısısın.” (7/A’raf, 88-89)
Başta Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem olmak üzere Rasûller, Faruk Hoca’nın mantığıyla düşünmediler. ‘Ya hiçbir hüküm vermeyip, yönetimi ve hüküm vermeyi böyle bir derdi olmayanlara bırakacağız ya da en adil hükmü buluncaya kadar mevcut kanunları adalete en yakın şekilde yorumlayıp, sürekli en adil olana ulaşmaya çalışacağız.’
Kalbi Allah’ın vahyine ev sahipliği yapan, Rabblerinin gözetiminde mücadelelerine devam eden Nebilerin nasıl düşündüğü ve hareket ettiği ortadadır. Ben Müslümanım diyenlerin, Allah’ın hiçbir delil indirmediği indi yorumları ve vakıanın kolaycılığına kaçan tutumları bırakıp, Nebilerin metoduna tabi olmaları gerekir.
2. Faruk Hoca daha sonra bu yorumunu İslam hukukunun temel kaidelerinden biriyle desteklemeye çalışmaktadır. Başka seçeneklerinin olmadığını iddia ettiği yöneticilerin ‘Salt iyi olanın yapılamadığı yerde kötülerin en hafif olanı alınır, yani “ehven-i şerreyn ihtiyar olunur” ‘ kaidesi kapsamında olduğunu söylemektedir.
Kanaatimiz şudur ki; lafzi manasına en açık delalet eden kaidelerden olmasına rağmen, anlaşılmadan kullanılan kaidelerin başında gelmektedir ehven-i şer kaidesi…
Neyin şer olduğu, hangi şerrin diğerlerinden daha az ya da fazla olduğunu belirleyecek olan İslam’dır, insanların aklı değil. Şirk ve küfür, Allah’ın subhanehu ve teâla yasakladıkları arasında en şerli ve mefsedeti en büyük olan şeylerdendir.
Faruk Hoca’nın yazısına konu ettiği yöneticilerin, hükmetmeye geldiklerinde işledikleri cürümler ‘şirk’ kapsamındadır. Hükmü terk edip Nebilerin metoduyla dinlerine hizmet edecek olsalar, meydana gelecek mefsedetler ise en fazla, haram kapsamında olan şeylerdir.
Yukarıda kaydettiğimiz gibi ‘en adil olana ulaşıncaya dek’ işlenen cürümler putperestlik; Allah’ın helallerini yasaklayan, yasaklarını serbest kılan kanunlar yapmak; Müslümanların aleyhine İslam’a savaş açmış ordularla ittifak yapmak; küfrün öncülerini dost edinmek; gayr-ı İslamî ve ahlaki bir nizamın işlemesini sağlamak; Allah’ın diniyle alay eden, Allah’ın ahkamını küçümseyen yayınların neşrine müsaade etmek… Bilmiyorum Faruk Hoca farkında mıdır, onun oy verdiği yöneticiler zina evlerine ruhsat veriyor; bakanlıklar, fuhuş yapsın diye kadınları sağlık kontrolünden geçiriyor, o evlerin kapısına 18 yaşından(!) büyükler emniyet içinde zina yapsın diye güvenlik görevlisi atıyor…
Buraya bu desteğin ve yönetime gelmiş olmanın bir mefsedetini yazdık ki kalanını varın siz düşünün.
Peki hükme gelmediklerinde ne tür mefsedetler olur? Bu zihniyete sahip olanların ilk zikrettikleri bazı mefsedetleri zikredelim:
– Baş örtüsü yasaklanır.
– İmam Hatipler kapanır.
– Ekonomi kötüleşir.
– İslami kesim kamusal alanda dışlanır.
– Mazlumlar Türkiye’ye sığındığında sahiplenilmez…
Bu ve benzeri mefsedetlerin olmaması ve ortadan kaldırılmış olması genel anlamda elbette güzeldir ve takdire şayandır. Ancak konu, bu icraatların iyi icraatlar olup-olmaması değil, şirk olan bir mefsedetin yapılmasına ‘olur verecek’ olup-olmamasıdır.
Hükme gelindiğinde işlenen mefsedetler ile hüküm terk edildiğinde meydana gelecek mefsedetler karşılaştırıldığında bugün yapılanın ehven-i şer olduğunu söylemek mümkün değildir.
Çünkü yapılanlar, bu kaidenin mizanından geçirilecekse var olanın tam tersi bir durumun olması gerekmektedir. Bu yol bırakıldığında kendisinden korkulan şeyler haram kapsamında; bu yolla işlenen cürümler küfür kapsamında olan şeylerdir. Şeriatın yasakladığı şerler küfür, haram, mekruh olarak sıralandığına göre; küfür, ehven olan değil; eşed (en şiddetli) olandır.
Öyleyse bu durumda terk edilmesi gereken küfür; küfrün şerrinden kaçınmak için kabul edilmesi gereken de haramlardır.
Bu kaideyi dillerinden düşürmeyenler, bu kaideye inanıyorsa ve ölçüler ters dönmemişse olması gereken bellidir.
3. Faruk Hoca’nın son iddiası ise ilmî cevap verilemeyeceğini düşündüğü meseledir.
Allah subhanehu ve teâla aynı sayfada Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler için üç ayrı nitelemede bulunmuştur. Kâfir, zalim ve fasık… Buna binaen yönetici ya da hakimleri kâfir diye nitelemek ideolojik bir bakış, bilgi eksikliği, en iyimser ifadeyle heyecanın sonucudur.
Üç ayrı nitelemenin açıklamasını şöyle yapıyor Faruk Hoca:
‘Görüldüğü gibi ilk ayette Allah’ın hukuku söz konusudur. Ve onu uygulama imkanı olup da uygulamayanlara kâfir denmiştir. 45. ayette kısas gibi, hak sahibinin bağışlaması tavsiye edilen bir kul hakkı söz konusudur. Bunu uygulamayanlara kâfir değil zalim denmiştir. 47. ayette ise ahlaki hükümler içeren İncil’in uygulanmasından söz edilir ve bunları uygulamayanlar için de fasık nitelemesinde bulunulur. Şu halde Kur’an aynı sayfada üç farklı durum için üç farklı nitelemede bulunuyor. Demek ki Allah’ın indirdiğiyle hükmetmemenin hükmü aynı değildir.’
Geçmiş ulemanın ve tefsirde görüşlerine müracaat edilen imamların ayetler hakkında söylediklerine bakıp Faruk Hoca’nın söyledikleri ile karşılaştırma yapalım.
Konu hakkında görüşleri toparlayan İbnu’l Cevzi rahimehullah Zadu’l Mesir tefsirinde beş görüş olduğunu söylemektedir:
a) Bu üç ayet de Yahudiler hakkında inmiştir. İbn Abbas ve Katade’den nakledilmiştir.
b) Müslümanlar hakkında indirilmiştir. Said bin Cubeyr, İbni Abbas’tan nakletmiştir.
c) Bu ümmet ve Yahudiler hakkında umumidir. İbni Mesud, Hasan, Nehai ve Suddi’den nakledilmiştir.
d) Yahudi ve Hristiyanlar hakkında indirilmiştir. Ebu Miclez’den nakledilmiştir.
f) ‘Kâfirler’ ifadesi Müslümanlar; ‘zalimler’ ifadesi Yahudiler; ‘fasıklar’ ifadesi Hristiyanlar hakkında inmiştir. Şa’bi’den nakledilmiştir.
Faruk Hoca’nın asıl sorunu ise; Kur’an ayetlerini açıklamaya çalışırken Kur’an ıstılahının dışına çekmesi, lugavî ve fukahanın Kur’an’dan sonra oluşturduğu ıstılahla ayetleri yorumlamasıdır.
Kur’an’ın ‘fasık’ ve ‘zalim’ kavramını kullanmada kendine has bir uslubu vardır:
Muhatap kitle müşrikler, ehli kitap ya da münafıklarsa, bu lafızlar kâfirle eş anlamlı olarak kullanılır. Kur’an, en büyük zulüm olan ‘şirk’e’ işaret etmesi için ‘zalim’; en büyük sınır dışına çıkma olan ‘fısk’a işaret etmesi için ‘fasık’ der. Müslümanlar için kullanıldığında ise kâfirle eş anlamlı olarak kullanıldığı gibi, günahkar Müslüman anlamında da kullanılabilir. Bu ayrıma delalet eden ayetleri inceleyelim:
İslam milletinden olmayanlar için kullanımına örnek:
“… Kâfirler, zalimlerin ta kendileridir.” (2/Bakara, 254)
“… Allah, zalimler topluluğunu hidayete eriştirmez.” (9/Tevbe, 109)
“… Allah’ı zalimlerin yaptığından habersiz sanma” (14/İbrahim, 42) (Örnekler için ayrıca bakınız: 2/Bakara, 51; 3/Âl-i İmran, 94; 6/En’am, 21; 6/En’am, 93; 19/Meryem, 38; 24/Nur, 50.)
Müslümanlara hitap eden ayetlerde kâfirle eş anlamlı kullanılabileceği gibi masiyet anlamında da kullanılır. Dinden çıkaran ‘küfür’ ve ‘şirk’ anlamında kullanımına örnek;
“İman edip imanlarına zulüm/şirk bulaştırmayanlar var ya; işte hidayet onlaradır” (6/En’am, 82)
“… Ey oğlum, Allah’a şirk koşma şüphesiz şirk; büyük bir zulümdür.” (31/Lokman, 13)
“Allah’tan başka sana fayda ve zarar vermeyen şeylere dua etme. Bundan sonra eğer öyle yaparsan, o zaman sen mutlaka zalimlerden olursun.” (10/Yunus, 106)
Müslümanlara hitaben ‘masiyet’ anlamında da kullanılabilir;
“İkiniz o ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz” (2/Bakara, 35)
“Senden başka ilah yoktur, seni tenzih ederim. Ben zalimlerden oldum.” (21/Enbiya, 87)
‘Fasık’ lafzı da böyledir. İslam milletinden olmayanlar için ‘kâfir’ anlamında, imanın karşılığı olarak kullanılmıştır:
“… Ehli kitaptan iman edenler olmakla birlikte onların çoğu fasıktırlar.” (3/Âl-i İmran, 110)
“Mümin kimse fasık kimse gibi midir? Bunlar eşit olmazlar.” (32/Secde, 18)
“Münafıklar fasıkların ta kendisidir.” (9/Tevbe, 67) (Bknz: 2/Bakara, 99; 5/Maide, 59; 9/Tevbe, 8; 24/Nur, 55.)
Müminler için ise ‘günahkar’ anlamında:
“İffetli kadınlara zina iftirasında bulunan ve dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurun. Sonra ebediyyen şahitliklerini kabul etmeyin. Onlar fasıkların ta kendileridir.” (24/Nur, 4)
Maide suresindeki ayetler, Yahudi ve Hristiyanları ilgilendiren Tevrat ve İncil ahkamından bahsetmektedir. Öyleyse Kur’an’ın ıstılahına göre buradaki fısk, kâfirle eş anlamlıdır.
Faruk Hoca veya bu düşüncede olanlar sorabilir: Madem bu üç sınıf da kâfirdir, neden Allah onları ayrı sıfatlarla nitelemiştir?
Kâfirlerin sınıf sınıf olduğu malumdur. Allah’a şirk koşmada ve atalar dinine tabi olmada Ebu Cehil ve Ebu Talib aynı sıfata sahipken, Müslümanlara düşmanlık ve yardımcı olma hususunda farklı vadidedirler. Kur’an bu noktada müşrikler ile Yahudiler ve Hristiyanları dahi ayrı ayrı ele almıştır. Öyleyse dinî olarak kâfir olan toplulukların farklı sıfatlarla nitelendirilmeleri, içinde bulundukları vakıadaki özel durum sebebiyle ya da her sıfatın onların suçlarının bir yönünü açığa çıkarması için olabilir. Kur’an’da bu yöntem çok yerde kullanılmıştır.
Tevbe suresi 1. ve 19. ayetler arası incelendiğinde bu durum daha iyi anlaşılacaktır. Müşriklere bir ültimatom, müminlere ise savaş ahkamını öğreten bu pasajda Allah subhanehu ve teâla 1. ayette “Allah kâfirleri rüsvay edendir” buyurur. 5. ayette “Haram aylar çıkınca müşrikleri nerede bulursanız…” demiş, 8. ayette “… Onların çoğu fasıklardır”, 19. ayette “Allah zalimleri hidayete erdirmez” buyurmuştur.
Kâfir, müşrik, fasık ve zalim… Muhatap kitle tek olmasına rağmen Allah subhanehu ve teâla onları dört ayrı sıfatla anmıştır. Biri çıkıp, biz Allah’a şirk koşanların hepsine müşrik/kâfir diyemeyiz, Allah subhanehu ve teâla onları aynı yerde dört ayrı sıfatla anıyor diyecek olsa buna Faruk Hoca’nın vereceği cevap ne ise kendi iddiasının cevabı da odur.
Benzer bir kullanım ehli kitap için Bakara suresi 92-99. ayetlerde de görülecektir.
“Ve andolsun ki, Musa size beyyineler (açık deliller) ile geldi. Sonra siz onun ardından buzağıyı (ilâh) edindiniz ve siz zalimlersiniz.” (2/Bakara, 92)
“Ve andolsun ki sana apaçık ayetler indirdik. Ve bunları fâsıklardan başka kimse inkâr etmez.” (2/Bakara, 99)
Ehli kitab’a buzağıyı ilah edinmeleri nedeniyle ‘zalimler’ denmiş, Cibril’le ilgili ahkamı inkarları sebebiyle de ‘fasıklar’ denmiştir.
Şunu da belirtmekte fayda vardır:
Yazıya konu olan bu üç ayetle alakalı olarak tarih boyunca çok ciddi tartışmalar olmuştur. İlgililerin malumu olan bu tartışmalar, bir yorumlama faaliyetine dönüşmüştür. Ayet hakkında onca fikir serdedilmesine rağmen hükmetme imkanı olup da hükmetmeyenler kâfir, bu imkana sahip olmayanların … -Faruk Hoca bir şey dememiş- olduğuna dair görüşü biz ilk defa duyuyoruz. Faruk Hoca bu tafsilatı geçmiş ulemaya mı dayandırıyor yoksa ayetle ilgili şahsi görüşü müdür?
Şayet bu, Hoca’nın şahsi içtihadıysa bunu hangi usullere dayandırarak yapmıştır? Ayetlerin hükmünü tahsis veya takyid eden bir nassa mı ulaşmıştır? Kâfir, zalim ve fasık kavramını açıklarken Kur’an ıstılahının dışına çıkmasının nedeni nedir? Bizim bilmediğimiz bir bilgiye mi sahiptir Hoca?
Şayet Hoca bu görüşlerini geçmiş ulemadan birilerine dayandırıyorsa, onca görüş arasından bu görüşü seçmesinin sebepleri nelerdir?
Faruk Hoca’nın belirlediği bu tafsilat; mevcut yöneticilerin İslam dinine taban tabana zıt farklı uygulamaları için de geçerli midir? Örneğin şöyle düşünebilir miyiz: ‘Tevhidi tam yaşayıp dini Allah’a halis kılarak O’na kulluk edene dek, en iyi puta tapmayı aramalı, içinde en az şirk olan törenlere katılınılmalıdır.’
Ya da ‘İslam birliği kuruluncaya dek en az haçlı olan ordu da bulunmalı, en az bomba atıp en az Müslüman öldüren uçaklarla koalisyonlara katılınılmalıdır.’
Ya da ‘İslam’a en uygun sistem kurulana dek Allah’ın diniyle en az dalga geçen, içinde en az küfür cümleleri olan, insanları modern hayata en az özendiren film ve dizilere müsaade etmeli.’
Ya da ‘İffetli bir toplum oluncaya dek, sağlık bakanlığı iffete en yakın olan kadınlara fuhuş ruhsatı vermeli…’
Ya da ‘İslam’ın ekonomisi kuruluncaya kadar, Allah’a subhanehu ve teâla karşı en az harp ilan edeceğimiz bankalarla iş görmeli…’
Bu temenniler böylece uzayıp gider. Mevcut sistemlerde yöneticilik yapanların kaçınmasının mümkün olmadığı bu tip durumlarda aynı kaide veya tafsilat geçerli midir?
Makalenin ana konusu olan Maide suresindeki 44, 45 ve 47. ayetler dışında bir soru yöneltmek istiyoruz Faruk Hoca’ya. 29 Kasım tarihli makalenizin girişinde bir önceki yazınıza atıf yaparak ‘kolay tekfircilikten söz ediyorduk’ diyorsunuz. Son zamanlarda gerek yazdığınız gazetede, gerek size yakın çizgide olan yazarlardan ‘Falancaların İslam’la hiçbir alakası yoktur’ tarzında sözler işitiyoruz. Acaba bunlar da ‘kolay tekfircilik’ kapsamında mıdır?
Yahut buna sinsi/gizli tekfircilik mi demeliyiz? Tekfirci kardeşlerinize nasihatte bulunduğunuz gibi bu ‘kardeşlerinize de’ nasihat etmeyi düşünüyor musunuz?
Ya da faaliyetleri ayakta alkışlanan bir cemaatin, iktidarla arası bozulduktan sonra aynı faaliyetleri ve yıllardır var olan inançları yeni keşfedilmiş gibi, tekfir lafzı kullanılmadan tekfirin en âlasıyla tekfir edilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
•••
04 Aralık tarihinde Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde Faruk Hoca ‘Tekfir Bedavet ve Haricilik Belirtisidir’ başlıklı bir yazıyla tekfir konusuna devam etti.
Önce Faruk Hoca’nın makalesini okuyalım:
‘Tekfir Bedavet ve Haricilik belirtisidir
Şu tespit önemlidir: Din konusunda insanların bilgileri arttıkça müsamaha daireleri genişler. Böylece hayatın da dinin de kendi gördüklerinden ve bildiklerinden ibaret olmadığını anlarlar. Başka türlü de düşünülebileceğini görür, hemen suçlama moduna girmezler.
Sadece bu kadar da değil, aslında suçladıkları, tekfir ettikleri insanlarla bire bir, yüz yüze görüşüp konuşsalar gıyaplarında asıp kestikleri gibi peşin hükümlü olamazlar, hayâ ve vicdan devreye girer ve karşısındakine daha toleranslı davranmak zorunda kalırlar. Çünkü karşısındaki, artık hayalindeki düşman değildir.
Küfür/inkâr Allah’ın egemenliğini kabul etmemektir, en büyük suçtur. Birisini tekfir etme, yani ona kâfir deme, Allah’ın egemenliğini kabul etmiyor, o halde O’nun mülkünde yaşama hakkı yoktur demektir. Bu da çok büyük bir suçlamadır. Eğer kişi bu suçlamada isabet etmemişse kendisi bu kadar büyük bir suç işlemiş demektir. Onun için Hz. Peygamber (sa): “Kim kardeşine ‘kâfir’ derse ikisinden biri öyledir. Dediği doğru ise doğrudur, değilse küfür kendisine döner” (Müslim). Ama Nevevî bu hadisi şerifi açıklamakta zorlanır. Çünkü evet, birine kâfir demek büyük günahtır, ama büyük günah insanı dinden çıkarmaz, öyleyse bunu söyleyen isabet etmediğinde kendisi nasıl kâfir olur? O halde şöyle demeliyiz: Tekfircinin hükmü budur ama böyle söyleyen birisine de sen kâfir oldun diyemeyiz. Belki bu sözü ve fiili küfürdür diyebiliriz.
İslam’ın en net yaşandığı Selef asrında tekfir hastalığı yoktur. Onlar insanları küfre değil imana nispet etmeye çabalamışlardır. Cemel Vakasında ve Sıffîn Savaşında her iki tarafta da sahabe, hatta Aşere-i Mübeşşere’den (Cennetle müjdelenenlerden) insanlar vardır. Ama taraflardan hiçbiri diğerini tekfir etmemiştir. Tekfir hastalığı Haricilerle birlikte başlamıştır. Onlar Hz. Ali ve taraftarlarına, ‘siz bir hakem kabul etmekle Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hüküm vermeyi kabul etmiş oldunuz. Böyle olanlar kâfirlerin ta kendileridir’ dediler ve ayrıldılar. Bu elbette sığ bir düşüncenin, ayeti anlamamanın ve Bedavetin sonucudur. ‘Bedavet’, yani Bedevilik/A’rabîlik ruhu ve kabalığı taşıma. Allah buyurur ki, ‘A’râbiler küfür ve nifakta çok şiddetli ve Allah’ın elçisine indirdiğinin sınırlarını anlamamaya en layık insanlardır’ (Tövbe 9/97). Bu ayet son gelen ayetlerdendir ve bu işin sürüp gideceğine işaret eder.
Selef, Sahabe ve Tabiîn asrıdır, biz onlara henüz bozulmamış sağlam akidelerinden ötürü ‘Selef-i Salihîn’ deriz. Şimdilerde birileri kendilerini ismen onlara nispet ederken onların karşısındaki A’rabîler gibi davranmaları çok düşündürücü değil mi?
Ehli Sünnet âlimlerinin kendileri gibi düşünmeyen Mutezile’yi ve Şia’yı/Rafizîleri tekfir etmekten kaçınmaları bizim için ölçüdür. Oysa Rafizîler Sahabe’nin bile kahir ekseriyetini tekfir ederler. Yukarıdaki hadisi şerif açısından bakıldığında bu da çok düşündürücüdür.
Ebu Hanife, oğlu Hammâd’ı kelam konularında tartışmaktan men edermiş. Oğlu kendisine, siz de aynı tartışmaları yapıyorsunuz da bize neden yasaklıyorsunuz? dediğinde, Ebu Hanife’nin cevabı anlamlıdır: “Biz tartışırken karşımızdakini suçlamaktan o kadar korkuyoruz ki, sanki başımızda kuş var da uçacakmış gibi davranıyoruz. Ama bakıyorum siz tartıştığınız insana galip gelip onu hatalı göstermeye çalışıyorsunuz”. İmam Şafiî de buna benzer muhteşem bir söz söyler: “Her ne zaman birisiyle tartışmış isem hep onun haklı çıkmasını temenni etmişimdir. İki sebepten dolayı; biri, ben değil de o haklı çıkarsa demek ki ben yeni bir hakikat öğrenmiş olacağım. İkincisi, ben haklı çıkma gururuna kapılmamış olacağım diye”.
Bize Kur’anı Kerim’in gösterdiği yol, bilmiyorsak ilmiyle âmil olan âlimlere sormaktır. Âlimler tekfir etmekten kaçınıyorlarsa, demek ki, tekfir edenler ilimle değil, hırsla, Bedavetle, ideolojik davranmakla böyle yapıyorlar demektir.
Meğerki birisi küfrünü açıkça/bevahen ilan etmiş olmasın. Ona da, ille de sen müminsin diyecek halimiz yok elbet.’ (http://www.yenisafak.com/yazarlar/farukbeser/tekfir-bedavet-ve-haricilik-belirtisidir-2023393)
•••
Öncelikle başlıktan başlayalım.
Başlık olarak seçilen ‘Tekfir Bedavet ve Haricilik Belirtisidir’ ifadesi isabetli değildir. Çünkü bu başlık her tekfirin bu kapsamda olduğuna işaret eder. Bu anlayış da vahyin kat’i delaletiyle yanlıştır.
Tekfir iki kısma ayrılır;
Birincisi; Allah’ın ve Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem ‘kâfir’ dediklerine ‘kâfir’ demek ve onları tekfir etmektir ki; bu, insanın Müslüman olması için şarttır.
İkincisi kısım ise; Allah’ın ve Rasûlü’nün tekfir etmediği, büyük günah işleyen, yaptığı küfrün (ikrah halinde olmak gibi) şer’i bir mazereti olanları tekfir etmektir ki; aşırılık ve haricilik sıfatı olan budur. Başlık: ‘Haksız tekfir…’ ya da ‘Nas temelli olmayan tekfir…’ şeklinde olsa şeriata, akla ve vakıaya daha uygun olurdu.
Nassa dayalı ve İslam’ın emrettiği tekfirin önemine değinelim önce.
Allah ve Rasûlü’nün Tekfir Ettiklerini Tekfir Etmek
Kelime-i Tevhid ve Tekfir
İnsanlar İslam olmak istediklerinde Kelime-i Tevhid’i nutkederek İslam’a girerler. Kelime-i Tevhid ise nefiy ve isbat olmak üzere iki rukünden oluşur. Önce ‘la’ diyerek bazı şeyleri nefyeder, reddeder; sonra ‘illallah’ diyerek isbatta bulunuruz. Kelime-i Tevhid aslında mücmel bir ifadedir. Tüm rasûller ortak bir mesaj olarak kavimlerini ona davet etmiş, söz ve yaşantılarıyla bu kelimeden ne kastettiklerini insanlara göstermişlerdir. Onların tevhid daveti başından sonuna bu kelimenin tefsiridir.
Rasûllerin tevhid daveti için Allah subhanehu ve teâla şöyle buyurmaktadır:
“Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberlere, “Şüphesiz, benden başka hiçbir ilah yoktur. Öyleyse bana ibadet edin” diye vahyetmişizdir.” (21/Enbiya, 25)
Başka bir yerde Allah, rasûllerin daveti için şöyle demektedir:
“Andolsun biz, her ümmete, “Allah’a kulluk edin, tâğûttan kaçının” diye (emretmeleri için) peygamber gönderdik. Allah, onlardan kimini doğru yola iletti; onlardan kimine de sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde dolaşın da peygamberleri yalanlayanların sonunun ne olduğunu görün.” (16/Nahl, 36)
Demek ki ‘la ilahe illallah’ demek, ‘Allah’a ibadet edin ve tağutlardan kaçının’ demektir. Bir başka ayette ise Allah yapışılması gereken sağlam kulpu yani Kelime-i Tevhid’i şöyle açıklar:
“Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O hâlde kim tâğutu reddedip Allah’a inanırsa, kopmayan sapasağlam kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (2/Bakara, 256)
Burada ise tağuttan kaçınmakla beraber inkar ve reddin gerekli olduğunu görüyoruz.
Yine şu ayetler düşünmeye değerdir:
“Hani İbrahim babasına ve kavmine şöyle demişti: “Şüphesiz ben sizin taptıklarınızdan beriyim.” “Ben ancak O, beni yaratana ibadet ederim. Şüphesiz O beni doğru yola iletecektir.” İbrahim bunu, belki dönerler diye, ardından gelecekler arasında kalıcı bir söz yaptı.” (43/Zuhruf, 26-28)
İbni Abbas’ın radıyallahu anh belirttiği gibi, İbrahim’in aleyhisselam bu sözleri kendisinden sonra ‘kalıcı bir kelime’ olarak Kelime-i Tevhid olarak devam etmiştir.
Buna binaen Allah’ın dışında ibadet edilen ilahlardan teberri etmek de bu kelimenin kapsamındadır. Bu ayetlere binaen şu soruyu soralım:
Bir muvahhid, putperest Kemalistlerle beraber puta tapınma ayinlerine katılan, milyonlarca insanı egemenlik kayıtsız şartsız milletindir ilkesine davet eden, İslam hilafetini ilga eden bir sistemi olduğu haliyle yöneten, kâfirleri dost edindiğini ilan eden ve fiilî olarak onların safında Ehl-i İslam’a savaş açan bir tağutu tekfir ettiğinde yani onun tuğyanını reddedip ondan kaçındığında, haricilik ve bedavet belirtisi mi göstermiş oluyor? Ya da bu sayılanları Hoca’mız, tuğyan kapsamında değerlendirmiyor mu? Demek ki tağutlaşmış varlıkların tekfiri Kelime-i Tevhid’in hakkındandır, haricilik ve bedavet belirtisi değildir.
Şirkten Teberri İçin Tekfir
Kendini İslam’a nispet edenler arasında tartışmasız kabul edilen şeylerden biri de ‘İslam’a girebilmek için, şirkten tevbe edip ondan teberri etmenin’ şart oluşudur.
“…Şayet (şirkten) tevbe eder, namazı kılar, zekatı da verirlerse dinde sizin kardeşlerinizdirler…” (9/Tevbe, 11)
Kişi ne yaptığında şirkten teberri etmiş olur?
Bir sahabi, Allah Rasûlü’nden kendisine bir amel öğretmesini talep etti. ‘Yapacağım bir amel öğret’ dedi. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdular: “Yatağa girdiğinde Kâfirun suresini oku, onun üzerine uyu. O, şirkten beraattir.” (Ebu Davud; Tirmizi)
Oysa bu surenin içindeki tek kelimede şirk ya da müşrik lafzı geçmemektedir. Kâfirun suresinde;
• Allah’a şirk koşanların tekfir edilmesi,
• Onların ibadet ettikleri ilaha ibadet edilmeyeceği,
• Onların tapındıklarını zannettikleri ma’bud ile müminlerin ma’budlarının aynı olmadığı ve
• Onların dinlerinin Müslümanların dinlerinden ayrı olduğu vurgusu vardır.
Bizim konumuzu ilgilendiren ise surenin girişidir. Demek ki müşrik olanların tekfiri hususu şirkten teberri etmek için şarttır. Ve unutmamak gerekir ki; bu ayetlere muhatap olanlar Allah’ın varlığına, O’nun yarattığı ve rızık verdiğine, putlar da dahil tüm varlığın mülkünü elinde bulundurduğuna iman eden ve İbrahim Peygamber’in ümmeti olduğuna inanan insanlardı.
Buradan yola çıkarak, kendini Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem ümmetine nispet eden, Allah’a ve O’nun sıfatlarına inanan ama Allah’a şirk koşan bir şahsı tekfir eden, haricilik ve bedavet belirtisi mi göstermiş olur? İlerleyen satırlarda görüleceği gibi kendini Muhammed’e sallallahu aleyhi ve sellem nispet edenler arasında, kendini İbrahim’e aleyhisselam nispet eden şirk ehlinden daha fazla mesafe kat ederek şirk işleyenler vardır. En basitinden bu ülkenin belli bölgelerinde, en küçük bir öfke hâlinde Allah’a hakaret eden, kutsala söven ve bunu ‘lan’ demek gibi basite indirgeyenler mevcuttur.
Tekfir Şer’i Bir Hükümdür
Allah’ın şeriatından herhangi bir hükmü inkar etmek, nassı yalanlamak ve tekzip olduğundan küfürdür. Uzak beldelerde yaşayan veya henüz İslam’a girdiği için şer’i bir hükmü kabul etmeyene nas hatırlatılıp gösterilir, inkarında ısrar ederse küfrüne hükmolunur.
Namazın farziyeti, içkinin haramlığı vb. farz ve haram gibi isimleri veren Allah, aynı zamanda bazı insanlara kâfir ve müşrik ismini vermiştir. Allah’ın subhanehu ve teâla farz dediğine farz demeyenin durumu ne ise, Allah’ın kâfir ve müşrik ismini verdiği hakkında böyle düşünmeyenin durumu da odur.
•••
Faruk Hoca’nın başlığı şöyle de olabilir: ‘Tekfirsizlik Tağuttan ve Şirkten Teberri Etmeme ve Şer’i Nasları Yalanlamadır’. Bu tarz genellemeler yapmak yerine daha dikkatli lafızlar seçilmesi elzemdir. Buna ‘Şer’i tekfir’, ‘Şer’i olmayan tekfir’ ya da ‘Haklı ve haklı olmayan tekfir’ diyebiliriz. Mutlak olarak tekfiri yermek, sahibini haricilikle yaftalamak; Kelime-i Tevhid’in hukukunu, İbrahim’in aleyhisselam milletine ittibayı ve şer’i nasları tasdik etme hukukunu ihlal etmek ve insanları bu hakikatlerden alıkoymaktır.
Haksız tekfir ise, İslam’ın kesin bir dille yasakladığı haddi aşma, küfür ve şirk üzere olmadığı hâlde insanları tekfir etmektir. Haricilerin büyük günah sahiplerini tekfir etmeleri bu duruma örnektir. Allah subhanehu ve teâla büyük günah sahibini imanı nakıs, mertebesi düşük bir Müslüman kabul ediyorken; onlar, Allah’ın subhanehu ve teâla hükmüne razı olmayıp, bu sınıfın da kâfir olması gerektiğini iddia edenlerdir. Bu sebepten aşırı tekfir onlarla özdeşleştirilmiştir. Şayet kasıt bu sınıfa giren tekfirse, buna aklı başında her Müslüman karşıdır. Fakat kasıt, Allah’a şirk koşanların tekfiriyse bu da tersten hariciliktir. Harici, Allah’ın günahkar olanlara verdiği hükmü aşırı tabiatına kabul ettirememiş ve ona kâfir demiştir. Tersten harici ise, Allah’ın şirk koşanlara verdiği hükmü gevşek tabiatına kabul ettirememiş ve onları da günahkar kabul etmiştir.
Bu zaviyeden bakılınca iki tutum da yanlış ve hatalıdır. İkisinde de şahsi tabiatın, Allah’ın subhanehu ve teâla ahkamının önüne geçirilmesi vardır.
Yukarıda kaydettiklerimize şöyle bir itiraz getirilebilir: Bunlar İslam’ın ilk yıllarında peygamberlerin mesajını reddetmiş ve onlara düşmanlık eden insanlar içindir. Bu nasları Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem ümmetine uygulamak mümkün değildir.
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ümmetinin başlangıç günlerine döneceğini, insanların tevhidden yüz çevirip şirke döneceğini, Yahudi ve Hristiyanların bozulma sürecini adım adım takip edeceklerini sarih naslarla haber vermiştir. Yani yukarıda zikrettiğimiz naslara bu ümmete müntesip insanların da muhatap olacağı ve az sayıda insan dışındakilerin bu ümmete müntesip olmakla beraber putperestlik de dahil, naslara muhatap toplumların cürümlerini işleyeceği bildirilmiştir.
“Benim ümmetimden kabileler putlara tapmadıkça ve müşriklere katılmadıkça kıyamet kopmaz.” (Tirmizi)
“Devs kabilesinin kadınlarının kalçaları Zu’l Halasa putunun etrafında dönmedikçe kıyamet kopmaz.” (Buhari)
“Lat ve Uzza’ya tapılmadıkça kıyamet kopmaz.” (Müslim)
“Sizden önceki milletlerin yoluna karış karış, zira’ zira’ tabi olacaksınız. Onlar kelerin deliğine girse siz de gireceksiniz.” (Buhari, Müslim)
Başka bir lafızda: “Onlardan biri anasıyla nikahlansa siz de nikahlanacaksınız.” (Müsned)
Cabir radıyallahu anh insanların ihtilafı ve dinden dönüşlerini görünce ağlamış ve şöyle demiştir: “Ben Allah Rasûlü’nü sallallahu aleyhi ve sellem “İnsanlar fevc fevc bu dine girdikleri gibi fevc fevc ondan çıkacaklar” derken işittim.” (Müsned)
“İslam garip başladı ve garipliğine geri dönecektir. Müjdeler olsun o gariplere.” (Müslim)
Hiç kimse bu ümmete karşı Allah Rasûlü’nden sallallahu aleyhi ve sellem daha merhametli olamayacağı gibi, onların akıbetini ondan daha fazla dert edinen bir konumda da olamaz. Onun sallallahu aleyhi ve sellem ümmetinin selameti için sabahlara kadar ağladığı, onlar için Rabbine niyazda bulunduğu malumdur. Bu şefkati, onu hakikatten alıkoymamış ve kendinden önceki milletlerin başına gelenlerin bu ümmetin de başına geleceğini haber vermiştir.
Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem haber verdiği bu durumların ümmetindeki bazı gruplarda tezahür ettiğini gören ve buna binaen kâfir ismini veren bedevilik ve haricilik mi yapmış olur?
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ümmetinin birlik ve beraberliğini o kadar fazla istemesine rağmen neden bu durumları haber verdi? Sadece konuşmak için mi? Ya da Faruk Hoca’nın ifadesiyle ‘ilmiyle amil olan alimler’ neden bu rivayetleri kitaplarına aldılar? Sadece rivayet olsun diye mi?
Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem tüm haberleri, içinde teşvik ve sakındırma barındırır. Hayrı haber vermesi onu aramaya, bulup amel etmeye teşvik olduğu gibi; şerden haber vermesi ondan sakınmaya ve uzak durmaya irşaddır.
Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem haber verdiği bu durumlar sadece bu ümmete has değildir. Bu, Allah’ın subhanehu ve teâla insanlar hakkındaki değişmez sünnetlerindendir. İnsanların çoğu iman etmemiş, küfür ve dalaleti tercih etmişlerdir. İmanı kabul edenlerin çoğuysa, bu ahit üzere sebat etmemiş, dininden dönmüş ya da dine nispet olmakla beraber onu bozmuş, tahrif etmiş, rasûllerin yıkmakla görevlendirildiği batılı, hak adına ikame etmişlerdir.
“Eğer yeryüzündekilerin çoğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyuyorlar ve onlar sadece yalan uyduruyorlar.” (6/En’am, 116)
“Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridir.” (7/A’raf, 179)
“Onların çoğu Allah’a ancak şirk koşarak iman ederler.” (12/Yusuf, 106)
“De ki: “Yeryüzünde dolaşın da önceki milletlerin sonlarının nasıl olduğuna bakın.” Onların çoğu Allah’a şirk/ortak koşan kimselerdi.” (30/Rum, 42)
“Çünkü onlar babalarını sapık kimseler olarak buldular. Kendileri de onların izinden koşa koşa gitmektedirler. Andolsun, onlardan önce, evvelkilerin çoğu da sapmıştı.” (37/Saffat, 69-71)
İslam olduktan sonra bu yolda sebat edemeyenlere dair Rabbimiz şöyle buyurur:
“Biz onların çoğunda, sözünde durma diye bir şey bulmadık. Ama gerçekten onların çoklarını yoldan çıkmış kimseler bulduk.” (7/A’raf, 102)
“Hani, biz İsrailoğulları’ndan, “Allah’tan başkasına ibadet etmeyeceksiniz, anne babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz, herkese güzel sözler söyleyeceksiniz, namazı kılacaksınız, zekatı vereceksiniz” diye söz almıştık. Sonra pek azınız hariç, yüz çevirerek sözünüzden döndünüz.” (2/Bakara, 83)
“İşte bunlar, Adem’in ve Nuh ile beraber (gemiye) bindirdiklerimizin soyundan, İbrahim’in, Yakub’un ve doğru yola iletip seçtiklerimizin soyundan kendilerine nimet verdiğimiz nebilerdir. Kendilerine Rahman’ın ayetleri okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlardı. Onlardan sonra, namazı zayi eden, şehvet ve dünyevi tutkularının peşine düşen bir nesil geldi. Onlar bu tutumlarından ötürü büyük bir azaba çarptırılacaklardır.” (19/Meryem, 58-59)
Sonradan gelip de kendini Nebi’ye nispet eden, fakat hakikatte ise onun gönderiliş gayesine muhalefet edenlere karşı nasıl davranmalı? Bu soruya Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle cevap veriyor:
“Allah hangi kavme bir peygamber göndermişse, mutlaka onun sünnetini alan ve onun yoluna uyan ashabı ve havarileri vardır. Onlardan sonra bir kavim gelir, yapmadıklarını söyler, emrolunmadıklarını yaparlar. Kim bunlarla eliyle cihad/mücadele ederse mümindir. Kim diliyle mücadele ederse mümindir. Kim kalbiyle mücadele ederse mümindir. Bunun arkasında hardal tanesi kadar iman yoktur.” (Müslim)
Faruk Hoca diyor ki: ‘ “Kim kardeşine kâfir derse ikisinden biri öyledir. Dediği doğru ise doğrudur, değilse küfür kendisine döner.” (Müslim) Ama Nevevî bu hadisi açıklamakta zorlanır. Çünkü evet, birine kâfir demek büyük günahtır, ama büyük günah insanı dinden çıkarmaz, öyleyse bunu söyleyen ispat edemediğinde kendisi nasıl kâfir olur? O hâlde şöyle demeliyiz: Tekfircinin hükmü budur ama söyleyen birisine sen kâfir oldun diyemeyiz. Belki bu sözü ve fiili küfürdür diyebiliriz.’
Ne İmam Nevevi rahimehullah ne de başka bir alim bu hadisi açıklamakta zorlanmıştır. Çünkü ortada zorlanmayı gerektiren bir durum söz konusu değildir. Burada yapılan aynı konuda varid olmuş ve zahirleri birbirine zıt olan nasların birbirine uyuşturulması, teknik ifadeyle ‘Tearud ve Tercih’ sisteminin işletilmesidir.
Bu hadisin sahibi Allah Rasûlü’dür. Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem farklı uygulamaları, nassın zahirinin kast edilmediğini göstermiştir.
Örneğin; Hatıb bin Ebi Beltea radıyallahu anh müşriklere mektup yazıp, Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem bir orduyla onların üzerine geleceğini haber verdi. Allah bu durumu Rasûlü’ne bildirince mektup bulundu. Ömer radıyallahu anh ‘Ey Allah’ın Rasûlü, Hatıb irtidat etmiştir’ diyerek onu öldürmek için izin istedi. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem onun Bedir ashabından olduğunu, Allah’ın subhanehu ve teâla Bedir ashabına ‘dilediğinizi yapın sizleri bağışladım’ dediğini söylerek Ömer’e engel oldu. (Buhari, Müslim)
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem kâfir olmadığı hâlde onu haksız yere tekfir eden Ömer’i ‘kardeşin kâfir olmadığı için küfür sana döndü’ diyerek tekfir etmedi.
İfk hadisesinde yaşanan bir tartışmadan dolayı Useyd bin Hudayr radıyallahu anh ensardan Sa’d bin Ubade’ye, ‘Sen münafıksın, münafıkları savunuyorsun’ demişti. (Buhari, Müslim)
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem bu yanlış tutumundan dolayı malum hadisi, Useyd bin Hudayr’a tatbik edip onu tekfir etmedi.
Allah Rasûlü’nün bu ve benzeri uygulamaları nedeniyle İslam alimleri yukarıda kaydedilen hadisi zahiri anlamıyla kabul etmemiş, haksız tekfiri büyük günah kabul edip, küfür ameli saymamışlardır.
Ya da İslam’ından dolayı birine kâfir diyeni, bu günahı helal sayanlara yorarak zahiri manaya uygun olarak ele almışlardır.
‘Ama Nevevî bu hadisi açıklamakta zorlanmıştır’ ifadesi muğlak olup, Faruk Hoca’nın tam olarak neyi kastettiğini açıklamaya yetmese de, zahirinden anlaşılan mananın yanlışlığına dikkat çektik. Esasen sorunun temelinde, yazıların tamamına hakim olan üslup sorunu vardır. Faruk Hoca, on dört asırdır ümmeti meşgul eden, bir yönüyle akidenin konusu olan bir meseleyi ‘çay sohbeti’ edasıyla kaleme almıştır. Belli bir kesimin hedef alındığı, cahillik ve bedevilikle suçlandığı ve cevap verileceği muhtemel yazılarda daha dikkatli olunması gerektiği aşikardır.
Faruk Hoca’nın bir başka iddiası şudur:
‘İslam’ın en net yaşandığı selef asrında tekfir hastalığı yoktur. Cemel vakıasında ve Sıffin savaşında her iki taraf da sahabe. Hatta aşere-i mübeşşereden insanlar vardır. Ama taraflardan hiçbiri diğerini tekfir etmemiştir. Tekfir hastalığı haricilikle beraber başlamıştır.’
Faruk Hoca bilmediğinden midir yoksa bilip de bilgiye yoğunlaşmadığından, fehmedemeyişinden midir bilemiyoruz ama yazısında tarihi hakikatlere taban tabana zıt genellemeler yapmaya devam etmektedir. Sahabe döneminde tekfir vardır; tekfir, haricilikle başlamamıştır. Sahabe döneminde, büyük günah işleyen fasıkları tekfir etmek yoktur. Akide esaslarına muhalefet eden, nassı inkar eden, haramı helal sayan ve dinde zorunlu bilineni reddedeni ise tekfir etmişlerdir.
Ebubekir radıyallahu anh döneminde yalancı peygamberleri ikrar edenleri tekfir etmediler mi? Bu insanlar İslam’ı inkar edip yeni bir din çıkarmadılar.
La ilahe illallah demeye, Muhammed’i peygamber kabul etmeye, İslam dinine intisaba devam ettiler. Yalnızca kendi kavimlerinden birine vahiy geldiğini iddia ettiler. Öyle ki Museyleme bu iddiasına yalancı şahit de bulmuştu. Sözde Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem kendinden sonra Museyleme’ye vahiy geleceğini bildirmişti. Sahabe icmayla bunları tekfir etti ve bunlara karşı savaştı.
Basra’da kaderi inkar edenler türedi. Onlar ‘herşey aniden olur’ diyerek Allah’ın ilmini inkar ettiler. Bugün modernist ilahiyatçılarda mebzul miktarda bulunduğu gibi… Bu durumu Yahya bin Ma’mer ve tabiinden bir arkadaşı İbni Ömer’e haber verdi. Basra’da Kur’an okuyan, ilimle iştigal eden bir grubun böyle inandığını söylüyorlardı. Abdullah bin Ömer radıyallahu anh şöyle dedi: “Onlarla karşılaşırsan benim onlardan, onların da benden beri olduğunu haber ver. Allah’a yemin olsun ki, onlardan biri Uhud dağı kadar altın verse, sonra kadere inanmasa onun bu infakı kabul olunmaz.” Sonra da meşhur Cibril hadisini rivayet etti. (Müslim)
Allah subhanehu ve teâla içkiyi haram kıldığında sahabi bir soru sordu. İçki haram kılınmadan ölenlerin durumu ne olacak? Bunun üzerine Allah subhanehu ve teâla şu ayeti indirdi:
“İman edip salih ameller işleyenlere; Allah’a karşı gelmekten sakındıkları, iman ettikleri ve salih amel işledikleri, sonra Allah’a karşı gelmekten sakındıkları ve iman ettikleri, sonra yine Allah’a karşı gelmekten sakındıkları ve iyilik ettikleri takdirde, daha önce tatmış olduklarından dolayı bir günah yoktur. Allah iyilik edenleri sever.” (5/Maide, 93)
Bir rivayete göre Bedir ashabından Kudame bin Maz’un, bir başka rivayete göre Şam ehlinden bir grup insan bu ayeti tevil ettiler. İman eden ve salih amel işleyenlerin içki içmesinde bir beis yoktur, dediler. Ali ve Ömer radıyallahu anhuma, bunların tevbeye çağırılıp yanlış tevillerinin düzeltilmesine, aksi hâlde öldürülmelerine icma etti. (Kurtubi Tefsiri ilgili ayet.)
Ali radıyallahu anh hilafete geldiğinde bir grup aşırıya kaçıp, onun ilah olduğunu iddia etti. (Günümüzde de Rafizî Şia’nın ağıt ve mersiyelerinde bu lafızlar çokça bulunuyor) Onu radıyallahu anh uluhiyet sıfatlarıyla anmaya başladılar. Ali radıyallahu anh bir çukur kazdırıp ateş yaktırdı ve bu insanları o ateşte yaktı. Hatta Abdullah bin Abbas’ın radıyallahu anh “Ateşle insanlara azap etmeyiniz” hadisini nakletmesinin nedeni de bu hadisedir. ‘Ben olsam onları öldürür, yakmazdım. Çünkü Allah Rasûlü’nün şöyle dediğini işittim…’ (Buhari) demiş ve hadisi rivayet etmiştir.
Demek ki selef döneminde tekfir varmış. Şayet bir sonraki asırdan örnekler vermeye başlarsak yazımız makale formatından kitap formatına dönüşür. Sahabe bazı olaylarda tekfir etmiş, Cemel ve Sıffin vakıası gibi durumlarda ise tekfirden kaçınmıştır. Faruk Hoca’nın, Cemel vakıasından örnek verebilmesi için yaşadığı toplumun dinî problemlerinin Cemel ve Sıffin ayarında olması gerekir. Şayet içinde yaşadığı toplum, Ebubekir, İbni Ömer ve Ali radıyallahu anhum döneminden aktardığımız örneklerdeki sorunları yaşıyorsa, bu da tersten haricilik yani mürcielik olur. Küfür ve şirk içindeki insanların günahkar Müslümanlarla eşitlenmesi olur ki, bu da adaletsizliktir.
Faruk Hoca, ülkenin %25’inin; İslam’a savaş açmış, dinin emirlerini yasaklamayı marifet bilen, İslami bir sistemi kaldırıp gayr-ı İslami bir nizam kurmakla övünen bir partiye destek verdiğini bilmiyor mu? Bu ülkenin yüzde %10’unun; ‘Muhammed bu sıfatlarla peygamberse ben de Kürtlerin peygamberiyim’ diyen, ‘benim anam tanrıçadır’ diyen bir zevzeğin (Abdullah Öcalan’ın) partisine destek verdiğini bilmiyor mu? Allah Rasûlü’ne hakaret eden afişleri astığı için, bunu hutbe konusu yapan imama cemaatin tepki verdiğini ve camiyi terk ettiğini de mi bilmiyor?
Bu ülkenin okullarında çocuklara ‘karanlığa güneşsin, bir sönmeyen ateşsin, sen ilahlara eşsin, benim sevgili Atam’ diye şiir ezberletildiğini? Hâlâ fiilî ve kevni hadiselerin Allah’a değil, esbaba izafe edildiğini; okulların baş köşesinde Atatürk putunun olduğunu…
Camilerin minberlerinde 90 yıldır ‘devlete ve orduya’ dua edildiğini…
Bu dua edilen devlet ve ordunun, İslam düşmanlığının ve din alerjisinin anlatılmasına dahi gerek olmadığını…
Muhyiddin-i Arabi’nin ‘Allahlık’ iddiasını savunanların, Mesnevi’ye Kur’an diyenlerin, şeyhlerinin bir çağrıyla Allah subhanehu ve teâla misali imdada yetişeceğine inananların, darda ve rahatlıkta tadarru içinde onlara dua edenlerin hiç de az olmadığını…
Hemen hemen her evde bulunan ve ev halkının neredeyse tamamının müptelası olduğu televizyonların Allah’ın diniyle dalga geçtiğini, dinin şiarlarını küçümsediğini, insanların buna katıla katıla güldüğünü…
Faruk Hoca da dahil, ülkenin hatırı sayılır bilinçli bir kesiminin ise; puta tapınma ayinlerine mütemadiyen katılan, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen, ülkedeki tüm şirk ve haram müesseselerini işleten, şu an haçlı ordusuyla birlikte İslam ordularına bomba yağdıran bir partiye destek verdiğini bilmiyor mu?
Ekranlarda boy gösteren ve her geçen gün sayıları artan modernistler kaderi inkar ediyor, Allah Rasûlü’nün hadislerini reddediyor, Kur’an’ın kat’i hükümlerinin bağlayıcı olmadığını söylüyor. Mütevatir naslarla sabit olmuş, itikadi meseleleri inkar ediyor! Bunlar Hoca’mızın haberdar olmadığı şeyler midir?
Hoca’mız hiç radyo dinlemiyor mu acaba? Dindar kesimin çoğunluğunun dinlediği ilahilerden haberdar mıdır? Şeyhler için zikredilen vasıfların, adeta Rabbimizin yüce sıfatları ve güzel isimlerine paralel sıfatlar olduğunu duymuyor mu?
Bu ülkenin sayı ve güç yönünden en etkili cemaatinin; Yahudi ve Hristiyanların da cennete gireceğini iddia ettiğini, dünya Müslümanlarının karşısında Batı’nın ve İsrail’in safında yer aldığını da mı bilmiyor? Gerçi tahkik ehli hocalarımız iktidarla kavgaya tutuştuktan sonra bu cemaatin tüm itikadi hastalıklarını bir bir tespit ettiler. Şer’i hükmünü de beyan ederek kamuoyunu bilgilendirdiler. Bunca yıldır niye sustuklarına dair de bir şeyler söyleselerdi iyi olacaktı ama, lütfedip orasını izah etmediler. Faruk Hoca diyor ki: ‘Bilmiyorsak, ilmiyle amil alimlere sormalıyız’. Bunlara mı soracağız sayın Hoca’m?
Bir zamanlar övdüğü ve yalakalık yaptığı özellikleri, iktidarla kavgadan sonra itikadi sorun kabul eden ve piyasada âlim kabul edilenlere mi dinimizi soralım? Değil bunlara soru sormayı, selam vermeyi dahi insanlık onuruna hakaret sayarız.
Haliyle vakıamız, sahabe arasında cereyan eden Cemel ve Sıffin savaşlarından ziyade; yalancı peygamberlere tabi olan, İslam’a savaş açan, din ile dalga geçen, putperestliğe dönen insanlar ile sahabe arasındaki vakıaya benziyor.
Şayet ortada birbiriyle çekişen, iktidar mücadelesi veren iki Müslüman grup olsa ve diğer bir grup da bunları iktidar mücadelesindeki hataları nedeniyle tekfir etseydi, Hoca’mızın değerlendirmesinin bir anlamı olurdu. Hâli bu olan bir topluma birkaç beden küçük duruyor bu değerlendirmeler.
Öyleyse ne yapmalı?
İnsanları Allah’a davet etmeli, Tevhid ve Sünnet hakikatlerini onlara anlatmalı, onların bu durumunu dert edinip onlara merhametle yaklaşmalıyız.
Ancak onları kandırmamalı, günahkar bir toplum muamelesi yapıp asıl sorunlarını görmelerine engel olmamalıyız. Bu toplum Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem haber verdiği bir süreci yaşıyor. İnsanlar şirk ve bidatlerin sarmalında yaşıyor. Bunun bir müsebbibi de kendilerini ehli merhamet, tevhid davetçilerini de ehli bedavet gören hocalardır. Başlamış ve alevleri çetin rüzgarla her yeri saran bir yangının ortasında ‘bulunduğunuz nokta iyi, öylece kalın’ telkininde bulunmak insanlara iyilik yapmak değil, onları yanmaya mahkum etmektir.
Bedevilik vurdumduymazlıktır. ‘Allah’ım bana ve Muhammed’e merhamet et, bizden başka kimseye merhamet etme’ demektir. Toplumun içinde bulunduğu hâli merhamet ve bedevi olmamak adına yanlış yorumlayanlar, insanlara karşı vurdumduymaz, onların merhamete erişmesini istemeyenlerdir.
Bir insanın tağutu reddetmeden İslam’a girmesi mümkün değildir. Bugün insanlara tağutu anlattığımızda; kırk yıldır Cuma namazını hiç kaçırmadığını ama imamın hiç böyle bir şey anlatmadığını; on yıldır bir cemaatte aktif olduğunu, ilk defa bunları duyduğunu; uzun zamandır televizyonda veya web sitesinde bir hocayı takip ettiğini, hiç bu konulara girilmediğini söylediklerini duyuyoruz.
Tevhid ve şirk noktasında sorunlar yaşayan bu toplumu, aldatmayın! Allah’a döndürüleceğiniz ve çetin bir hesaba tutulacağınız o günün dehşetinden korkun. Ya Rabbi bu adamlar sadece bize içkiyi, zinayı, kumarı anlattı. Onu da Allah affeder, dediler. “Vallahi biz müşrik değildik.” (6/En’am, 24)
Bu sözlerle sorumluluğu size yıktıklarında, ne dönüp ıslah edecek bir fırsatınız ne de sunacağınız özürlerin bir karşılığı olacak.
“Hakkı bâtılla karıştırıp da bile bile hakkı gizlemeyin.” (2/Bakara, 42)
“İndirdiğimiz apaçık delilleri ve hidayeti Kitap’ta açıklamamızdan sonra onları gizleyenler var ya, işte onlara hem Allah lanet eder, hem de bütün lanet etme konumunda olanlar lanet eder. Ancak tövbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar (lanetlenmekten) kurtulmuşlardır. Çünkü ben onların tövbelerini kabul ederim. Zira ben tövbeleri çok kabul edenim, çok merhamet edenim.” (2/Bakara, 159-160)
•••
Faruk Hoca, tekfiri bedavetle özdeşleştirmesinin dayanağı olarak şunları söyler:
‘… Bedavet, yani bedevilik/A’rabîlik ruhu ve kabalığı taşıma. Allah buyurur ki: ‘Arabîler küfür ve nifakta çok şiddetli ve Allah’ın elçisine indirdiğinin sınırlarını anlamamaya en layık insanlardır.’ (9/Tevbe, 97) Bu ayet son gelen ayetlerdendir ve bu işin sürüp gideceğine işaret eder.’
Hoca’mız bir ayet verip, kimsenin zikretmediği bir yorumla ayeti tefsir ediyor. Ayet dikkatle incelendiğinde Faruk Hoca’nın anladığı anlamın tam zıddında bir anlama delalet ettiği görülüyor.
“Allah’ın elçisine indirdiğinin sınırlarını anlamama” nedir? Allah ayette ‘hudud’ kelimesini kullanıyor. ‘Hadd’ ne demektir?
Rağıp el-Isfehani Müfredat’ta:
‘İki şeyin birbirine karışmasını engellemek için aralarına konan hacizdir. ‘Şunu tahdid ettim’ denildiğinde yani ‘onu ayırt edecek bir sınır kıldım’ demektir… Bir şeyin haddi, onun manasını kuşatan ve onu başkalarından ayıran vasıftır. Ayette ‘Arabiler Allah’ın elçisine indirdiği hududu anlamamaya en layık olanlardır’ buyrulur. Yani onun ahkamını bilmemeye en layık olanlardır.
Denildi ki; Manaların hakikatlerini bilmemeye en layık olanlardır…’ (“Hadd” maddesi)
‘Hadd’ bir şeyi diğerlerinden ayıran vasıftır. İki bahçeyi birbirinden aradaki çeper ayırır. İnsanları ise birbirlerinden isimleri ayırır. Kâfir, müşrik, Müslüman, münafık… Her bir ismin bir sınır ve kendine özel hükümleri vardır.
Bedeviler, Allah’ın subhanehu ve teâla indirdiği hududları bilmezler. Bu, helal-haram sınırı olduğu gibi mümin-müşrik ismi, farz-sünnet gibi ahkamı da kapsar. Zaten müfessirler de bu anlamlara vurgu yapmışlardır.
Peki ayet hangi siyakta varid olmuştur?
Hoca’mıza 90. ayetten itibaren okumasını öneririz. Cihada çıkmayan A’rabilerden bahsediliyor o ayetlerde. Önce Medine’de bulunan münafıklar anlatılıyor, sonra da Medine çevresinde bulunan A’rabiler. Bunlar öylesine iman etmiş, şartların zorlamasıyla teslim olmuş kimselerdir. Ne dost edinecekleri müminleri ne de düşman edinip savaşacakları kâfirleri bilirlerdi. Gözetleme hâlindeydiler. Güç kimden yana olursa ondan yana oluyor, Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem ve müminlerin zayıflayacağı anı bekliyorlardı.
Yani ayet bedevilerin tekfirciliğine değil, tekfirci olmayışına gönderme yapıyor. Onların dost-düşman, savaş-barış hukukunun üzerine bina edildiği hadlerde cahil olduklarını söylüyor. Yani iman ve küfür ahkamını bilmiyorlar.
Hoca’mız için bir anlam ifade eder mi bilmiyoruz, lakin İbni Teymiyye rahimehullah şöyle der:
‘Naslarda bulunan umumi ve hususi isimlerin bilinmesi, (iman, küfür) hududların/Allah’ın indirdiği sınırların bilinmesi kapsamındadır.’ (Mecmuu’l Fetava, 19/289)
Bir hatırlatmada daha bulunmak isteriz: A’rabilerin katı olduğuna Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem işaret etmiştir. Şer’i bir destek olunca da alimlerimiz kabalık, katılık ve sert tutumları bedevilikle özdeşleştirmişlerdir.
“Kim çölde yaşarsa katılaşır. Av peşine düşen gafil olur. Sultanlara gelen fitneye düşer.” (Müsned, Ebu Davud)
Günümüz hocaları genelde hadisin bu tarafını yorumlayıp son kısmıyla ilgilenmezler. Biz biraz ilgilenelim:
Geçmişte alimler sultanların sarayına gelir, onlardan görev alır, onlara yakın olurlardı. Haliyle onların münkerlerine sükut eder, İslam’a aykırı şeyleri görmemezlikten gelir, böylece dinlerinde fitneye düşerlerdi. Günümüzde, sarayda ziyaret edilebilecek, kitap okuma meclisleri olan sultanlar yoktur. Öyleyse hadisin son kısmını nasıl anlamalıyız?
Sultanların resmî müesseseleri vardır. Onların tahtlarına hizmet eden, onların politikalarını destekleyen, düzeni meşrulaştıran üniversiteler, camiler, memurluklar vs. Buralarda yer alanlar sultanlara yakın olup dininde fitneye düşmüş, oradaki varlığıyla küfür ve zulüm sistemlerini meşrulaştırmışlardır.
Şimdi aklınıza gelebilir, neden böyle bir konuya değindik. Acaba bir yere gönderme mi yapıyoruz? Hayır. Bedevilikten böyle bir çağrışım oldu. Türkiye’de çöl yok mesela. Bir insan nasıl katılaşır? Çöl anlamını barındıran dağlarda, ovalarda yalnız yaşayanlar hadisin kapsamına dahildir. Yalnızlık insanı bedevileştirip katılaştırır. E haliyle hadisin devamına da bir karşılık bulmak gerekiyordu.
Bedevilikle ilgili parmak adedince hadis varsa, sultanların kapısına gelmeyi, onlara yakın olmayı, onların yanında vazife almayı yasaklayan kitap dolusu hadis vardır. Ne hikmetse muvahhidleri eleştirirken bedevilik hadislerine yapışıp kabalık-katılık edebiyatı yapanlar, genelde günümüz sultanlarının paralı işçileri/memurları oluyorlar. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem bu tehdidi Müslüman ama zalim sultanlara yakın olanlara yapmışken; laik, demokrat, kâfir sultanlara yakın olan, onları varlığıyla meşrulaştıranları okuyucuların insafına bırakıyoruz.
Faruk Hoca diyor ki:
‘Ehli Sünnet alimlerinin kendileri gibi düşünmeyen Mutezile’yi ve Şia’yı/Rafizileri tekfir etmekten kaçınmaları bizim için ölçüdür. Oysa Rafiziler sahabenin kahir ekseriyetini tekfir ederler…’
Ehli Sünnet, Mutezile’yi iki kısma ayırır:
Allah’ın ilmini inkar ederek kaderi tamamen reddedenler; Allah’ın ilmini ve yazmasını kabul edip O’nun subhanehu ve teâla meşiet ve yaratmasını farklı yorumlayan ve kullar kendi fiillerini yaratır diyenler…
Birinci gruba ğulat-ı kaderiyye der ve onların İslam milletinden olmadığını nas kılarlar. İkinci grup ise Ehli Sünnet alimleri arasında ihtilaf konusudur. Kimi mutlak tekfir eder, kimisi bidate davet eden ile etmeyeni ayırır, bazısı kendisiyle tartışılıp hüccet ikamesi yapılan ve yapılmayanı tefrik eder.
Yine Mutezile’den olup da Kur’an mahluktur inancına sahip olanları tekfir ederler.
Ehli Sünnet, Rafizî ve Şia’yı bir kabul etmez. Şia; Ali’ye radıyallahu anh taraftar olan, Emevilerle mücadelesinde ehl-i beytten yana tavır koyanlardır.
Rafizî ise, refd eden yani karşı çıkıp kabul etmeyendir. Ali’ye taraftar olmakla kalmaz Ebubekir ve Ömer’i radıyallahu anhuma ve sair sahabeyi reddedip tekfir eder.
Zaman içerisinde Rafizilik, Ali’ye uluhiyet vasıfları yüklemiş, imamların ma’sumiyetini ve onları kabulün imanın şartı olduğunu söylemiş, Kur’an’ın tahrifini kabul edip, Aişe annemize zina iftirasını devam ettirmiştir. Günümüzde İran’ın başını çektiği on iki imamcılık/İsnaaş’eriyye Rafiziliği bu inancı yaymaktadır.
Ehli Sünnet, Ali’ye radıyallahu anh taraftar olan Şia ile Rafizileri birbirinden ayırır. Siyasi bir tutum olan Şia’ya akidevi meseleler ilhak eden Rafizileri tekfir eder.
Biz yazı içinde Ali’nin radıyallahu anh ğulat olan rafizilere, İbni Ömer’in radıyallahu anh Allah’ın ilmini kabul etmeyen Mutezile’nin kök uçlarına nasıl muamele ettiğini gördük. İlk dönem dediğimiz ve üç asrı içine alan dönemde isnad yoluyla kaleme alınan sünnet kitapları incelendiğinde bu ayrım çok net bir şekilde görülecektir.
Faruk Hoca’nın bu yorumu, ‘ilim dedikodusu’ diyebileceğimiz bir söylentinin tahkik edilmeden aktarımından ibarettir.
Kendini selefiliğe nispet edenlerin, selefin kitaplarından yüz çevirip akideyi onlardan altı asır sonra yaşamış İbni Teymiyye’nin kitaplarından aldığı gibi; büyük bir çoğunluk da, Ehli Sünnet adı altında onlardan dört veya beş asır sonra yaşamış filozof kelamcıların kitaplarından besleniyor.
Ehli Sünnet imamlarının fırkalar hakkındaki sözleri isnad yoluyla kaleme alınan kitaplarda mevcuttur. Onlardan yüzyıllar sonra gelen, onların zındıklık olarak gördüğü kelam ve felsefeye dalan, çoğu inancında töhmet altında kalmış ve ahir ömründe tevbe edip yeni bir yöneliş içine giren insanların kitaplarından Ehli Sünnet’in itikadı ve tutumu öğrenilemez.
Yazımızı burada sonlandırırken Allah’tan subhanehu ve teâla kendimiz ve Faruk Hoca için hakka hidayet edilmeyi niyaz ediyor, O’ndan subhanehu ve teâla afv ve merhamet diliyor, O’nun keremine sığınıyoruz.
İlk Yorumu Sen Yap