Ömrünü şeytanın boynuzlarında kurduğu salıncakta sallanarak geçirmişcesine, milyonlarca ‘dindar’ insanı demokrasi cenderesine sokup ‘din’in özünden uzaklaştıran bir liderin yönetimindeki şirk sisteminin korunup kollanması, artık milli iradenin müşfik kollarına havale edilmiştir.
Milli iradenin faili halkın, çocukları ve gençlerini; laik, batıcı ve karma eğitim sisteminin egemen olduğu okullarda; faziletli, şahsiyetli ve İslami değerlere samimiyetle bağlı Müslümanlar olarak yetiştirilebileceğini iddia etmek, mevcut şirk düzeninin İslami olduğunu ileri sürmek gibi hilaf-ı hakikattir.
Eğitimde Cumhuriyet tarihinin en büyük atılımlarını gerçekleştirmiş olmakla beraber; itikadi sapmaların, fikrî karmaşanın ve ahlaki yozlaşmanın yolları da hiç bu kadar açılmamış ve kolaylaştırılmamıştır. Yüksek öğrenimde de durum farklı değildir. Ülkenin dört bir yanında her gün yenileri açılan baraka tipi prefabrik üniversiteler üzerinden çağdaş şirk ideolojilerini, ateizmi ve dibini bulmuş yozlaşmışlıkları taşıyıp gündemleştiren, birçoğu aynı zamanda gayretli birer propagandist olan öğretim elemanları, söz konusu ifsat hamlelerini büyük ölçüde örgütlü organizasyonlarla icra etmektedirler.
Genç kızlara, kendilerine mahsus özel mekânlarda ve şartlarda eğitim imkân ve fırsatı sağlamak yerine, onlar; iffet, huzur ve saadet yuvalarından çıkarılıp kampüslerde, sokaklarda ve her türlü tehlikeye açık alanlardaki heva pazarında inanç, ibadet ve ahlak yoksunu birer meta haline dönüştürülmektedirler.
Böyle bir netice elde etmeyi amaçlayan planlı, programlı organize çalışma olmadığı kabul edilse dahi, bu tür vahim manzaralar, mevcut şartlar gereği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Birkaç yıldızlı otel konforundaki öğrenci yurtları ve Selçuklu mimariyesiyle inşa edilmiş modern okul binaları yapmak ile mümin bir nesil yetiştirmek birbirinden çok farklı şeylerdir. Müsbet bilimler alanında başarılı olan ve ülkeyi imar etmeye çalışırken Tevhid akidesinden mahrumiyet sebebiyle ahiretlerini harap eden nesiller yetiştirmek ancak demokratik bir sistemin muvaffak olabileceği garabet işlerdendir. Bu hikayenin en hüzünlü tarafı ise, ağacı kökünden kesen baltanın, sapının kendi cinsinden olmasıdır. Yani, halk iradesinin güç ve yetki verdiği demokratik sistem hiçbir planlamasında ve projesinde Tevhid dini İslam’ı temel referans olarak almamaktadır. Buna karşın ortaya çıkan halk iradesinin oldukça yüksek katılım oranıyla tecelli etmesi ayrıca düşündürücüdür.
28 Şubat örtülü darbesinin en görünür zulümlerinden birisi olarak dillendirilen, zorunlu eğitimin sekiz yıla çıkarılmasına çok büyük tepki gösterenlerin AK Parti hükümetinin zorunlu eğitimi on iki yıla çıkarmış olmasına surat ekşitmek şöyle dursun, bir öpüp başlarına koymadıkları kaldı. Bu da aynı çevrelerin tıynetini göstermesi açısından fevkalade çarpıcı bir tablodur.
Halk iradesinin tecellisiyle iktidara gelmiş bir hükümet, fakir aileleri; minik yavrularını şirk ve nifak yuvası laik okullara göndersinler diye kendilerine her ay cüzi de olsa nakit para yardımında bulunmaktadır. Böylelikle hem maddi hem de itikadi anlamda mahrumiyet içerisindeki ailelerde yüksek verimli (!) şirk ve nifak tohumları ekilmektedir. Bu sürecin ara sonuçları olarak aile ve toplum hayatındaki tabaka tabaka çürümüşlük de artmaktadır. Şirk ve nifak da yaygınlaşıp gayet doğal bir şeymiş gibi olağan görülmeye başlanmıştır.
Günümüzün en yeni ve en etkili ‘put’larından biri haline gelmeye başlayan ‘sanal alem/sosyal medya’nın başta insan fıtratı olmak üzere kişi mahremiyeti, aile bütünlüğü, toplumsal doku ile itikadi ve fikrî mecralarda ne denli yıkıcı olduğu apaçık ortadadır. Hal böyleyken sınır tanımayan bu potansiyel tehlikeye karşı tamamen korumasız olan yüzbinlerce çocuk ve genci dolaylı olarak da olsa bu saldırıların hedefi haline getirecek bilgisayarlarla donatmanın bilgi teknolojilerinden istifade etmelerini sağlamak dışında daha farklı amaçlar taşıdığı kanaati ağır basmaktadır.
Kadınların fıtri ihtiyaç ve temayüllerine münasip alanlarda ihtisaslaşıp etkin hizmetlerde bulunmaları, aile yapısını ve sosyal dokuyu güçlendirecektir. Bu alandaki çaba ve hizmetlerinin şer’an bir engeli yoktur.
Kur’an-ı Kerim’den ve Sünnet-i Seniyye’den açık manzaralar ile fıtratın hilafına olmak üzere mutlak manada kadın-erkek eşitliğiyle de yetinmeyip kadınlara bazı yönlerden üstünlük sağlayan pozitif ayrımcılığı anayasal güvenceye kavuşturmakla aileler başta olmak üzere toplumsal hayat âdeta dinamitlenmiştir. Bu tasarruf da yine 12 Eylül 2010 referandumunda ortaya çıkan halk iradesiyle mümkün olmuştur. Böylece hududullah tekerrüren bir kez daha ihlal edilmiştir. Şüphesiz ki Allah subhanehu ve teâlâ Halim’dir.
Hemen hemen her gün memleketin birçok yerinden insaniyet namına üzücü olan aile dramı haberleri basına yansımaktadır. Boşanmalar, dağılan yuvalar, sahipsiz kalan ve bu bahtsızlıktan da daha kötü olan ‘devlet koruması’ altına alınan çocuklar…
Batının beceriksiz ve çok kötü bir kopyası olan, son on iki yıllık AK Parti iktidarı ile muhafazakâr bir kimlik de edinen laik sistemin bahşettiği ekonomik ve sosyal açıdan sınırlı özgürlüğünden (!) taviz vermemek için fıtri ve toplumsal değerleri ayaklarının altına alan İdeal Kadın (!) modeli, sözüm ona muhafazakâr aileler üzerinde de azap bulutları gibi dolaşmaktadır. Bunun kapısı devlet kurumlarında ve eğitim alanındaki başörtüsü yasağının gevşetilmesi ile daha da açılmış oldu. Bu da laik sistemin benzer konularda ortaya koyduğu tipik bir davranış biçimidir. Hakikatte başörtüsü yasağının kaldırıldığına dair yasal bir güvence yoktur. Sistem böylelikle kendisine entegre olabilmiş muhafazakâr kitleye ‘Ağabey’ olarak bir güzellikte bulunmuş gibi yapmaktadır.
Evet. Bugün fert fert milli iradeyi ortaya koyarak şirk sistemini ihya eden, küfür ve zulümlerini, muhtemelen bilinçli ve kasıtlı olmayan bir şekilde başörtüsüyle gizlemekte olan ve halkın hemen hemen her kesimi arasında sistemin meşruiyetini büyük ölçüde ihmal ettiren büyük bir muhafazakâr kitle vardır. Laik sistemin genetik davranış biçimi şudur: ipin ucunu daima elinde tutar. Konjonktürel olarak bazı dönemlerde yine kendisinin uygun göreceği ölçüde ipi gevşetir ama asla tamamen bırakmaz. Ya da bağlayıcı bir sözleşme yapmaz (Yasal bir düzenleme yapmak gibi.) Kendisine teveccüh ederek fevc fevc iltihak ve intisab eden bu muhafazakâr kitleye verilen ise küçük bir mükâfattır. Bu mükâfatın bedeli fevkalade pahalıdır. Milli irade tablosunda yer alıp imanına zulüm karıştırmak ne kadar da kötü bir alışveriştir! Her daim ilahi ‘rahmet bulutlarının gölgesinde’ serinlemeyi, ‘kudret helvasını’ ve ‘bıldırcın etini’ bırakıp soğan sarımsağa talim etmeye rıza göstermek suretiyle hayrı terk ile kötü olana yönelmek, temiz fıtrat sahiplerinin yapabileceği bir iş değildir.
Toplumun birçok kesiminde yaşanmakta olan sathî altüst oluşun gün geçtikçe sıklaşması, artması ve yaygınlaşması oldukça üzüntü vericidir. Bununla beraber sebep-sonuç münasebetleri zaviyesinden mütalaa edildiğinde cezanın da amel cinsinden olduğu hakikatiyle karşılaşacaktır.
Allah subhanehu ve teâlâ, insanı; akıl, duygu, muhakeme, itikad ve daha birçok teçhizatla donattığı gibi, onun (insanın) kıyamete kadarki düşmanı olan şeytanın, kullarına yaklaşım ve aldatma yollarını da açıklamakla kendilerine büyük bir lütufta bulunmuştur. Allah şöyle buyurmaktadır:
“Allah onu (şeytanı) lanetlemiş; o da, ‘Yemin ederim ki, kullarından belli bir pay edineceğim’ demiştir.” (4/Nisa, 118)
Şeytanın insandan pay edinmesi hususu yukarıda bahsettiğimiz örneklerle birlikte düşünüldüğünde daha iyi anlaşılacaktır. Sapkınlığın en dip halinde bulunan ve kayda değer dahi olmayan bazı satanistlerin haricinde şeytan’a ibadet ayini yaparak bütün ‘pay’ını ona veren pek kimse yoktur. Maksat da bu değildir. Fakat kişi veya toplum; düşüncesini, emeğini ve nefsini (mesela reyini) şeytani düzenlerin hizmetine takdim edip de şeytani olduğu apaçık belli olan demokrasi ile hayat ve hükmetme alanı bulan sapkın liderlere tabi olup itaat ettiğinde yüce Allah’ın emirlerini bırakıp iradesini şeytanın emrine tahsis etmiş olur. Şeytan işte o zaman Rahman’ın kullarından ‘pay’lanmış olur. Netice bu minvalde olduğunda bu iradenin adına ‘Milli’ denmesinin hakikatte hiçbir karşılığı yoktur.
Özellikle kadınlar, ittire kaktıra en ön sıralarda boy göstermeye teşvik ve hatta bazı yerlerde icbar edilmektedirler. Bu durumdaki kadınlar, gençler ve yaşlılar; vakitlerini, çalışmalarını, yeteneklerini, mallarını ve emeklerini bu yolda sarf etmekle kendilerinden daha fazla pay edinmesi için şeytana bizzat öz nefisleriyle imkan vermekte ve fırsat sunmaktadırlar.
Demokrasi gibi muhayyel bir dünya ve bu büyülü dünyayı koruyup devamlılığını sağlayan laik devlet yapısının verdiği özgüvenle şirk ile Tevhid’in dahi eşit görülmeye başlandığı mutlak küfri bir anlayış, genel kabul ile geleneksel bir karaktere bürünmektedir.
Bir tarafta Müslüman olduğunu söylerken öte tarafta gayr-ı İslami itikadların/ideolojilerin müntesibi ve müttebii olmak açmazında kıvranan insanların sayısı gittikçe artmaktadır.
Halkın iradesini önemseyip hürmette kusur etmemek adına üstün bir çaba gösterdiği halde Hak Teala’nın hududuna yaklaşmakla kalmayıp bilerek/bilmeyerek yönlendirilmek suretiyle Allah’ın sınırlarını ihlal edip haddi aşan insanlar sinelerini zillete açmış durumdalar.
İmanı gözlerinde mukim nice insan, ismini telaffuz etmekten içtinab ettikleri bir tür materyalizme esir düşmüş gibi artık tüm planlarını matematiksel işlemler üzerinden hesap etmek, meydanlardan ve sandıklardan çıkan verileri kullanarak uhrevi çıkarımlarda bulunmaya yönelmek durumuna gelmiş bulunmaktadırlar.
Halkın iradesi tecelli ediyor diye demokrasi ile yönetilmeyi ve Yahudi kafası gibi karmakarışık hukuk sisteminin hükümleriyle muhakemenin caiz olduğunu beyan eden bir kimsenin aynı zamanda kendisini muvahhid bir Müslüman olarak nitelemesi, vereceğimiz örnekteki gibi olacak şey değildir.
Bilindiği üzere Hıristiyanlar hem tevhidi hem de teslis (Baba-Oğul-Ruhu’l Kudüs şeklindeki üçlü inanç) akidesini kabul ederler. İsa’ya aleyhisselam nazil olan (ilk/orjinal) İncil’de: “Allah’tan başka ilah yoktur ve o tek ilahtır.” ifadesinin açık bir şekilde yer aldığını hiçbir Hıristiyan inkâr etmez, edemez. Hal böyleyken şu ana dek hiç kimse günümüz Hıristiyanlarının teslise inanmakla beraber Tevhide de inandıklarını ileri sürerek muvahhid olduklarını iddia etmemiştir, edemez de.
Doğru olmadığı halde akla yatkın olup kitlelerin hoşuna giden ve hesabına gelen nice sözler vardır ki insanlar üzerinde âdeta sihir tesiri bırakır.
Haklarının savunulması adına kadınların değersizleştirilmesi, gençliğin problemlerinin içinden çıkılamaz hale getirilmiş olması, çoğunlukçu demokratik siyasetin başağrısından bütçe açığına kadar her derde deva olduğu mavalı, ticarette gayrı şer’i kuralların geçerli kılınması, medeni hukukun fıtrata ve şer’i şerif’e aykırılık teşkil etmesi, konu başında da değindiğimiz gibi laik-batıcı eğitim tezgâhlarından geçirilen yeni neslin vehamet arz eden durumu, âdeta suç ve suçlu üreten gayr-ı şer’i hukuk, yargılama ve ceza infaz sistemi, kültür, sanat ve edebiyatta ölçüsüz ahlaksızlığa yol veren sınırsız özgürlük ve destek…
Tüm bunların en mühim nedeni olan başta demokrasi olmak üzere sair beşerî sistemlerin insanlık için ve ümmet için alternatif bir çözüm yolu olabileceğine inanmak hiç şüphesiz kişinin İslam’ını bozan büyük bir meseledir.
Böyle bir inanç ve kanaate sahip kimsenin hali hem Tevhide hem de teslise inanan Hıristiyan’ın durumuna ne kadar da çok benzemektedir.
Her insan (İslam) fıtrat(ı) üzere doğar. Tevhid akidesine yatkın ve hatta meftun olan fıtratı, körpeliğin iyimserliğiyle şirk unsurlarını haylamaya yöneltmek, ne akıl ne de ilim kârıdır.
Hakikatte akıbeti mahrumiyet ve zillet olan ‘millet iradesi’ tecelli ettiğinde, çok pahalı bir şey hiç umulmadık bir kolaylıkla elde edilmiş gibi yaşanılan sevinç ve bu sevinçle daha da büyüyen ümitler yanlış kulvarlara kanalize edilmiştir.
Zan ve bidat üzere saptırıcı önderlere ittiba, zillet ve ebedi hasaretin sebebi olacaktır.
Allah subhanehu ve teâlâ hak ve hidayet üzere kalplerimize ve ayaklarımıza sebat versin.
Allah’a ve Rasûlü’ne itaatten yüz çevirip iyi niyetle olsa dahi, özünde şirk ihtiva eden demokrasi gibi yollarda başkanlarına ve büyüklerine tabi olan insanlara da yüce Rabbimizden basiret, izan, hidayet ve esenlik yoluna ulaşmalarını yakın ve kolay kılmasını niyaz ediyoruz.
Hiç kuşkusuz yolların en hayırlısı Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem yoludur.
Hamdimiz ve minnetimiz ancak Allah’adır. Allah’ın salât ve selamı efendimiz Muhammed’in, temiz ehlibeytinin, saygıdeğer ashabının ve yeryüzünün doğusundan batısına tüm Müslümanların üzerine olsun.
İlk Yorumu Sen Yap