Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a, salat ve selam O’nun Rasûlü olan Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem, ailesinin ve ashabının üzerine olsun.
Allah Maide Suresi 3. ayetinde şöyle buyurmakta:
“Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim.”
İslam dini artık tamamlanmış ve bundan sonra hiçbir şeye ihtiyacı olmayan bir dindir. Bu din, kamil olması gereği olarak her meseleye hüküm getirmiş, meselelerin en açık şekilde sınır ve hukuklarını belirlemiştir. Bu bağlamda İslam’ın açıkladığı ahkamlardan bir tanesi de; ‘Dar’lar ahkamıdır..
Bu ay ki sayımızda Allah’ın subhanehu ve teâlâ izniyle darlar üzerinden, özellikle tevhidi Müslümanların arasında ciddi ihtilaflara sebep olan ‘İslam alametleri’ ve ‘Daru’l küfür de insanların zahiri hükümleri’ meselesini beyan edip, bu konuda yanlış anlaşılan noktaları izah etmeye çalışacağız.
Dar Kavramının Anlam Sahası
Dar kelimesi ‘devr’ kökünden gelmekte olup; dönmek, dolaşıp hareket ettiği noktaya gelmek anlamına gelmektedir. Dar ise sözlükte; konak, şehir, belde, vatan ve ülke manalarına gelmektir. Kur’an-ı Kerim, ‘dar’ kelimesini sadece ülke olarak değil farklı manalarda kullanmıştır. Cennet, cehennem veya Peygamber şehri olan Medine gibi manalar, bu kullanımlardan bazılarıdır. Sünnette ise dar kelimesi daha çok ‘ev, mesken, barınılacak yer’ anlamında kullanılmıştır.
Ülkeler Açısından Dar Kavramı
İslam hukukunda ise ‘dar’ kavramı ülkelerin hukuki durumunu nitelemek üzere kullanılan bir tanımdır. Bir ülkenin veya beldenin İslamî veya İslam dışı bir yönetim ve hukuka sahip olup-olmadığı bu kelime ile anlatılır.
Buna göre bir ülkenin, bir beldenin nasıl bir ülke olduğunun belirlenmesindeki ölçü; o ülkenin nasıl bir yönetim biçimiyle yönetildiğine ve oraya hangi hukuk sisteminin hâkim olduğudur.
İslam hukukçuları ülkeleri ve beldeleri nitelemek için ‘Daru’l İslam’, ‘Daru’l harp’, ‘Daru’s sulh’, ‘Daru’l adl’, ‘Daru’l eman’ gibi terimler kullanmışlardır.
İslam’daki ‘dar’ anlayışının temelinde İslamî ilkeleri gereği gibi uygulamak, Müslümanca yaşamak, Müslümanların güvenliklerini sağlamak, onların insanca yaşayabilmeleri için gerekli tüm ihtiyaçlarını temin etmek amacı bulunmaktadır. İslam, ilkel toplumlardan beri kutsal hale getirilen toprağa aşırı bağlılık hurafesini yıkarak, insanı doyuran ve botanik ile jeolojinin konusu olan ‘vatan’ anlayışı yerine; insanın inancını hür bir şekilde yaşayabildiği, orada kendini emin (güvenli) hissettiği ‘dar-ülke’ anlayışını koydu. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, rahatça tebliğ yapamadığı için ve inancı uğruna doğup büyüdüğü ve çok sevdiği Mekke’yi terk etmiş, İslam’ı hakim kıldığı Medine’ye hicret etmiş ve orasını kedine vatan edinmiştir. Rasulullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem bu davranışı Müslümanlara vatan anlayışı hakkında yeterli bilgi vermektedir.
Darlar Meselesine Açıklık Getiren Küllî Kaideler
Kaideleri zikretmeden önce bir noktayı hatırlatmak gerekir ki o da, şeriat ister itikadın aslı veya fer’i meseleleri olsun ister fıkıh meseleleri olsun fark etmeksizin bütün meselelere önce küllî (genel) kaideler koyar; sonra cüz’i meselelerin veya muayyen şahısların hükümlerini beyan eder. Örnek olarak şirki verebiliriz. Şeriat önce genel olarak şirkin tanımını yapmakta sonra da cüz’i olarak şirki işleyen muayyen şahsın hükmünü zikretmektedir. Darlar (ülkeler) meselesinde önce genel kaidelerin bilinmesi lazımdır.
1. Kaide: Kur’an ve Sünnet, toplumları ve beldeleri birbirinden ayırmıştır.
Allah’ın subhanehu ve teâlâ Kur’an’da toplumları ve beldeleri birbirinden ayırdığının bazı delilleri şunlardır;
“Bütün kafirler kendi Rasûllerine dediler ki: ‘Muhakkak ki sizi ülkemizden (topraklarımızdan) çıkarırız ya da bizim dinimize geri dönersiniz..’ ” (14/İbrahim 13)
Burada kâfirler beldeyi, toprağı kendilerine izafe etmişlerdir (bizim ülkemizden).
Yine Allah subhanehu ve teâlâ bunu Peygamberler üzerinden de örnek veriyor :
“Kavmin müstekbir olan ve ileri gelenleri dediler ki: ‘Ey Şuayb! Seni ve seninle birlikte iman edenleri ya beldemizden çıkaracağız, ya da bizim dinimize dönersiniz.’ ” (7/A’raf, 88)
Dikkat edilirse aynı şekilde bu ayette de kâfirler beldeyi kendilerine izafe etmişlerdir.
Öyleyse topraklar, kâfirlere ait olan ve Müslümanlara ait olan topraklar olmak üzere iki kısma ayrılırlar.
Aynı şekilde Peygamber ve ashabı da bu naslardan, aynısını anlamışlardır ve ülke/toprakları iki kısma ayırmışlardır.
İmam Müslim’in rivayet ettiği meşhur hadiste Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle der:
“Sen düşmanla karşılaştığın zaman onları üç şeye çağır; ilk olarak İslam’a davet et kabul etmezlerse, cizyeye çağır bunu da kabul etmezlerse bu sefer onlarla savaş. Şayet İslamı kabul ederlerse onları kendi darlarından, muhacir olan insanların darına davet et.”
Burada Peygamber meseleye sadece toprak parçası olarak bakmıyor, tam tersi toprağa muhacir ve müşriklerin darı olarak bakıyor. Yani darları ayırıyor.
Yine Ebu Hureyre radıyallahu anh hicret edişini anlatırken şöyle söylüyor:
“Nebi’ye gelirken şöyle dedim: Ne uzun, ne yorucu bir gece, Fakat beni küfür diyarından kurtardı. Yolculuk esnasında kölem kaçmıştı. Nebi’ye gelip biat ettim. Henüz yanından ayrılmadan kölem çıkageldi. Rasulullah şöyle dedi: “Ey Ebu Hureyre bu senin kölen mi?” Ben: ‘Allah için hürdür’ dedim ve azat ettim.” (Buhari)
Yani sahabe içinden çıkmış olduğu darın kâfirlerin darı olduğunu anlıyor.
Yine Abdurrahman İbn Avf radıyallahu anh hac gününde Ömer’e radıyallahu anh diyor ki:
‘Hemen Medine’ye dönme çünkü Medine İslam, hicret, sünnet ve selam diyarıdır. Burada ise insanların hiçbir şey bilmeyen cahilleri vardır.’ (Buhari)
Yine İbn Abbas radıyallahu anh şöyle der:
‘Rasulullah ve Ebu Bekir muhacirlerdendi. Çünkü onlar şirk yurdu olan Mekke’yi terk ettiler. Ensardan da muhacirler vardır. Çünkü Ensar, Medine şirk yurdu iken akabede Rasulullah’ın yanına geldiler.’ (Nesai)
Dikkat edilirse İbn Abbas radıyallahu anh Mekke fetih olmadan oraya şirk yurdu demektedir. Hem de Medine hicret yurdu olup, devlet kurulmadan önce bunu söylemektedir.
Öyleyse Peygamber ve sahabesi de muamelelerinde buna dikkat etmişlerdir. Mesela Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Kur’an ile düşman yurduna sefer yapmayı yasaklamıştır.
Öyleyse hem ayetlerden, hem de Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin sünneti ve sahabesinin tutumlarından anlaşılan darlar iki kısımdır;
Daru’l İslam
Daru’l Küfür
2. Kaide: Darların isimlendirilmesindeki illet, galebenin kime ait olduğudur.
Ne zaman bir beldeye daru’l küfür veya daru’l İslam denir?
Bir beldeye daru’l küfür veya daru’l İslam denilmesinde bir illet vardır o da; ‘O beldede galebenin/hakimiyetin kime ait olduğudur.’
Burada insanların sayısı, velev hâkimiyeti elinde bulunduranların hilafına daha çok olsa bile bu, hükmü veya o ismi değiştirmez. Mesela bir belde kâfirlerin elinde ve orada kafirler kendi hükümleriyle hükmediyorlarsa orası daru’l küfürdür velev halkın büyük çoğunluğu Müslüman olsa bile bu bir şeyi değiştirmez. Çünkü illet hâkimiyetin kimde olduğuyla açığa çıkar.
Bunun delillerini zikredecek olursak;
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Hayber’i fethedince Hayber ehli: ‘Biz buradan daha iyi anlarız. Çıkan ürünün yarısını size vermek şartıyla burada kalalım.’ dediler. Rasulullah onların kalmalarına izin verdi. Hayber ehlinin %95’inden fazlası kâfir olmasına rağmen orası daru’l İslam idi. Çünkü Hayber İslam’ın galebesi ve hâkimiyeti altındaydı.
Aynı şekilde Medine’de Yahudi, müşrikler ve Müslümanlar vardı ve orası da İslam diyarıydı. Çünkü orada İslam kuralları geçerliydi.
Yine Mekke’de hicretten önce Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, Müslümanlar ve müşrikler vardı. Bununla beraber orada kafirlerin olduğu için daru’l küfürdü.
Not: Bu konuda sadece Ebu Hanife bir yerin daru’l küfür olması için üç şart zikrediyor. Bu şartlar ise;
Beldede kâfirlerin ahkâmı geçmesi lazım,
Daru’l küfre komşu olması lazım
Ne Müslümanın ne de zimminin emanının kalmaması lazım.
Sonuç olarak: İster Ebu Hanife’nin üç şartına göre, ister cumhurun tek şartına göre, bugün içinde yaşanılan ülkeler daru’l küfürdür.
İlk Yorumu Sen Yap