ÇİRKİN POLİTİKA, SINIRSIZ ENTRİKA VE KAYYUM REJİMİ

Birçoğumuz kayyum sıfatıyla 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsü sonrası süreçte tanıştık. Kayyum sözcüğü sonraki yıllarda toplumun diline pelesenk olmuş ve her yerel seçim sonrasında ülke gündemine daha sık bir şekilde girmiştir. Bu sözcüğe evvelki dönemde daha ziyade hukukçular aşina idi.

Hukuki uygulamada gerek ticari ortaklar arasında çıkan anlaşmazlıklar nedeniyle anonim şirket organlarının iş göremez hâle gelmesi gerekse şirketin organsız kalması durumlarında mahkemelerden şirket için Kayyum atanması isteğine sıklıkla rastlanır. Bu durumdaki bir ticari organizasyonun belli bir süre yönetilmesi ya da belli bir işin yapılması için resmî makamlarca yetkili olarak görevlendirilmiş kişi Medeni Kanun’un ilgili maddelerine göre “kayyum” olarak atanır. Kayyum ismi süreklilikle beraber olağandışılık ve mübalağa anlamlarını da kapsar.

Genel Darbe Teşebbüsüne Karşılık “Yerel Darbe”

15 Temmuz darbe teşebbüsü sonrası AKP-MHP ortaklığındaki iktidar otuza yakın belediyeye kayyum atadı. Son sekiz yıllık süreçte Doğu ve Güneydoğu bölge illeri başta olmak üzere toplam 157 belediyeye Kayyum atandı. Kayyumlardan 153’ü DBP/HDP/DEM’li belediyelere atanırken üç AKP’li bir MHP’li ve bir CHP’li belediyeye de kayyum atandı. Bazı belediyelere iki veya üç kez kayyum ataması yapıldı.

Seçilmişlerin görev başında bulunduğu birçok belediyede olduğu gibi kayyum yönetimindeki belediyelerde de yolsuzluk, rüşvet, adam kayırma ve ihaleye fesat karıştırmak gibi hukuk dışılıkların yaşandığına dair haberler önceki dönemlerde sıkça dile getirilmiştir. Bununla beraber belediye bütçesinde mali kayıpların artması ve genel anlamda toplumsal kutuplaşmanın derinleşmesine yol açtığı hususu da gündeme gelmektedir.

Şirketler, vakıflar, dernekler, üniversiteler ve belediyeler gibi tüzel kişiliğe sahip kimi muhalif kurumları bir rakip görüp hasım olarak konumlandıran iktidarla olağanlaştırılmaya çalışılan bu yeni “yönetim geleneği” kendine biat etmeyen kurumları (hatta kişileri) olabildiğince hırpalayıp hasara uğratmakla da yetinmemektedir. Tüzel kişilik olarak belediye gibi bir kurumun, 15 Temmuz sonrası yayımlanan kanun hükmündeki kararname (KHK) ile kanuni dayanağı oluşturulsa dahi yüksek yoğunluklu politizasyonla cezaîleştirilmesinin normal şartlarda bir izahı ve daha da önemlisi hukuki bir zemini bulunmamaktadır. Bu, olsa olsa FETÖ ve PKK’nin politik uzantısı partilerin menfaatlerinin kesiştiği bazı noktalarda kurdukları ittifaka karşılık devletin doğal karşılanabilecek bir korunma refleksi olarak “yerel darbe” şeklinde de tanımlanabilir.

Ölümü Gösterip Vebaya Razı Etmek!

Demokrasinin, özellikle de İslam coğrafyasında yaşayan ümmet bakiyesi halklar için işgali, talanı ve asimilasyonu kolaylaştıran ve hatta sonradan yapılan düzenlemelerle tüm bunların “yasal zeminde meşrulaştırıldığı” yumuşak bir güç olduğu hakikati uzun zamandır sadece muvahhidler tarafından dillendirilmektedir. Zihnî berraklığa ulaşmış, aklı başında, insaf sahibi ve hukukun üstünlüğünü esas alan başka kesimler de cılız dahi olsa janjanlı ambalajlara sarmalanmış bu zehirli ideolojinin olsa olsa en kötüler arasındaki daha az kötü bir yönetim modeli olduğunu dillendirmeye başlamıştır.

En kötüler arasındaki daha az kötü ifadesinden kastedilen şudur: Evet, demokrasi dayandığı temel esaslar açısından tevhid akidesine kesin ve açık bir şekilde aykırıdır ve insan fıtratıyla problemli bir sistemdir. Ancak adil şahitlik gereği şu hususu belirtmek gerekir. Günümüzde sayıları hiç de az olmayan lider veya parti diktatörlüklerine dayalı rejimlere nazaran demokrasi; eşitlik, özgürlük ve haklar çerçevesinde diğer tüm beşerî ideolojiler ve yönetim sistemleri arasında toplum nezdinde daha tolere edilebilir bir yönetim sistemi olarak öne çıkmaktadır.

Adaleti ayakta tutan, hukukun üstünlüğüne inanan, güven ve huzur içerisinde yaşayan insanların haklarının garanti altına alındığı ve yüksek ahlaki meziyetlere sahip bir toplumu inşa edecek Tevhid ve Sünnet nizamından yüz çevirerek kör topal ideolojilerin mücadelesiyle ömür tüketmek değerli ve pahalı olanı verip adi ve ucuz olanı tercih etmektir. Bu da aslında bıldırcın eti ve kudret helvasını beğenmeyip soğan ve sarımsağı[1] bu zahmetsiz ve kaliteli nimetlere tercih eden Ben-i İsrâîl’in ahlakıyla ahlaklanmak ve bu yönüyle Yahudileşmek anlamına gelir.

Diktatörlükle demokrasi arasındaki farkı, 1970’li yılların başlarında Mısır’da Cemal Abdunnasır ve hemen ardından gelen Enver Sedat tarafından ağır baskılara maruz bırakılan İslami hareketlerden bir cemaat şeyhinin şu sözü günümüz vakıasını da açıklar niteliktedir: “Cemal Abdunnasır İslami hareketin gövdesine baltayla vuruyordu. Enver Sedat ise ipek urganla boğmaya çalışıyor.”[2]

İşte bugün yaşanmakta olan hadisenin özeti bundan ibarettir. Halkların çoğunluğu devrik Nusayrî Esed tağutu gibilerinin veya Suud tipi laik diktatörlüğün teorisyeni Turkî El-Hamad’ın çömezi Muhammed bin Selman’ın tiranlığındansa Enver Sedat’ın “ipek urgan”ı misali demokrasiyle yönetilmeyi yeğlemektedir.

Demek Senin Adın Demokrasi!

Türkiye’de çok partili demokratik seçimlerin başladığı 1946 yılından bu yana alışılagelen iktidar biçimleri dışında klasik deyimle her on yılda bir yapılan askerî darbe ve darbe teşebbüsleriyle geçti ülkenin ömrü. Darbeler ve muhtıralarla beraber farklı iktidar biçimleriyle bir yönetim geleneği oluştu. Ortalama on yıllık periyotlarla oluşturulan yeni yönetim geleneği, demokratik sürekliliği defalarca kesintiye uğratan ve demokrasi bağlılarının dahi derin güven kaybına uğramasına rağmen demokrasinin üreticisi, pazarlayıcısı ve ihracatçısı konumundaki Batılı güçleri pek rahatsız etmediği görüldü.

Sonuçta askerî darbeyle veya demokratik seçimlerle gelen hangi iktidar olursa olsun Batı ile iyi ve öngörülebilir ilişkiler kurabiliyor ve bu ilişkileri sorunsuz bir şekilde sürdürme uyumluluğu gösterebildiği gözlemleniyorsa ABD ve AB başta olmak üzere Batı bloğu için Cezayir’de, Mısır’da, Suriye’de ve HAMAS’ın 2005’te kazandığı seçimler sonrası Gazze’de olduğu gibi “Demokrasinin canı cehenneme!..”

Demokrasinin ve demokratik seçimlerin aslında hiçbir bağlayıcılığının olmadığının pratiği demokrasiye ciddi ciddi inanıp özümsemiş gibi görünen kesimlere açık ve anlaşılır bir şekilde gösterilmiştir. Kayyum atamaları, yerine kaim olunan cenahın aleni bir biçimde ABD, AB, Britanya ve bazı alanlarda Rusya gibi ülkeler ve birçok küresel kurum tarafından korunup kollanmasının doğal neticesi olarak uluslararası alanda farklı tonlarda Türkiye’nin demokratik standartlarını da tartışmaya açık hâle getirmekte ve iktidara yönelik bir baskı aracına dönüştürülmektedir. Geçmişte Meclis’te yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ve son sekiz yıldaki yerel seçimler ve sonrası süreçte de görüldüğü üzere demokratik işleyiş, başta ABD ve AB ülkeleri ile diğer uluslararası örgütlerin Türkiye üzerinde baskı kurma ve siyasal olarak istediği kıvamda kendi güdümüne alma ve dönüştürme aracı kılınmaya çalışılmaktadır.

Politika ve Entrika

Demokratik seçim yoluyla kazanılmış belediyelerde sonuçların yok sayılması yazılı hukukta vazedilen yerel özerklik anlayışıyla örtüşmemektedir. Bunun dışında hukuki düzenlemelerin geriye işletilemeyeceği kuralına da aykırılık teşkil etmektedir.

AKP ve MHP tarafından yönetilen belediyelerde15 Temmuz darbe girişimi sonrası FETÖ ile ilişkileri olduğu gerekçesiyle görevden uzaklaştırılan belediye başkanlarının yerine aynı şehirlerdeki Belediye Meclisi’nde seçim yapılarak belediye başkan vekilleri belirlenmişti. O dönemde 674 sayılı KHK yayımlanıp yürürlüğe girdikten sonra söz konusu belediyelere mevcut belediye başkan vekilleri kayyum olarak atanmıştır.

Türkiye’nin çokça övündüğü “demokratik hukuk devleti” olma iddialarına rağmen yerleşik teamüllerde ve yasaların uygulanması açısından devletin herkese eşit davranması gerektiği öngörülmektedir. 674 sayılı KHK’ya istinaden AKP ve MHP’ye ait belediyelerde yapılan kayyum ataması yöntemi DBP/HDP/DEM’li belediyelere karşı benimsenmemiş ve kayyum olarak o ilin valisi, ilçeyse o ilçenin kaymakamı görevlendirilmiştir. Oysa adı geçen[3] belediyelere atanan kayyumlar yine seçilmiş kişiler olan belediye meclis üyeleriydi.

Türkiye’de iki tür hukuk olduğu gerçeğini en iyi bilenler özgür hukukçular ve yolu adliyeye yahut maliyeye düşen mağdurlardır. Yazılı hukuk ile fiilîi hukuk arasındaki makas zaman zaman tahammül sınırlarını zorlayıcı ölçüsüzlükte açılmaktadır. Öyle ki ciddi toplumsal huzursuzluğun tetiklenip baş gösterdiği bazı durumlarda kutsal ve sorgulanamaz görülen devlet geri adım atmıştır. Yakın dönemde bununla ilgili birçok örnekle karşılaştık.

Bunun temel nedenlerinden bir tanesi de devletin veya devleti temsil ettiği zehabıyla başında kavak yelleri esen kimi zevatın yaptığı kanuni ama gayrı hukuki ve vicdanları yaralayan tasarruflardır. Kayyum sorununa bu açıdan baktığımızda mesele daha net anlaşılır. Uzunca bir seçim sürecinde aday başvuruları, adaylarla ilgili sicil incelemesi, istihbari tahkikatlar ve daha başka araştırma sürecinden ve süzgecinden geçirilmiş onca insana önce yol verip sonra da “Yakaladım seni!” demek hukuki ve ahlaki değildir. Kayyum atamalarında toplumu galeyana getiren de aslında bu tür Bizans kalıntısı kötü kopya entrikalardır.

Kayyum rejimi uygulamasında ayrıca insafsız bir istihza ve sığ bir muziplik olduğunu görüyoruz. Zira seçime girmelerine izin verilen kimselerin seçildikten sonra başkanlığının elinden alınmasıyla yetinilmemekte, bunu yaparken kayyum atadığı belediyenin tüm yapısını, projelerini, mali kaynaklarını, araçlarını ve personelini de emir ve hizmetine almaktadır.

Bu durum aslında Türkiyelileşemeyen Laik Sosyalist ve diğer marjinal kesimlerin odağı hâline gelen DEM Parti’nin içinde bulunduğu ideolojik ve etnik aidiyetin dışarıya gösterildiği gibi hiç de güçlü ve homojen bir yapıda olmadığı gerçeğinin farkına varmamıza yardımcı olmaktadır. Hem demokratik siyasetin sunduğu maddi ve siyasi tüm imkânları sonuna kadar kullanıp hem de Türkiyelileşmemekte ısrar ettikçe bu odak doğal olarak devlet için muhtemel beka sorununda potansiyel beşinci tabur görevi ifa edecek bir yapı şeklinde değerlendirilmekte ve buna göre bazı tertip ve tedbirlere başvurulmaktadır.

DEM Partililer, belediyelerdeki kayyum uygulamasındansa partinin doğrudan kapatılması girişimini tercih etme noktasındalar. Zira partinin kendilerine oy veren bir kısım Kürtleri nitelikli temsiliyetteki yetersizlikleri, Türk solu-LGBT-Feminen gruplar-Anarşistler-Kemalistler ve kimi lümpen güruhlarla yapılan ittifaklar nedeniyle yaşadıkları parti kimliği buhranı ve aidiyet belirsizliği içerisinde bocalamaktadırlar.

İki Ucu da…

Elbette siyasetin kuralları vardır. Tümüyle açık ve sınırsız bir alan değildir. Bu esaslar göz ardı edildiğinde kimlik bunalımıyla beraber aidiyet sorunu başlar. Mesela geçmişi İslamcılık geleneğine dayanan ve böyle bir referansla demokratik sürece dâhil olan kesimlerde de kimlik ve siyasal konumlanma buhranı yaşanmaktadır. Modern Romalıların bölgesel çaptaki projesinin farklı aşamalarında kendilerine Truva piyonu rolü biçildiğini tam olarak fehmedemeyen Laik Sosyalist Kürtlerin asli kimliğine yabancılaşma/hasımlaşma sendromu da bunun farklı bir örneğidir.

Bunları aşabilmek için her şeyden evvel ayrıştırıcı beşerî ideolojilerden temizlenmenin zorunluluğu ortadadır. Zira kişi bu tür ideolojilerle politize olduğu ânda bir tür demo-siyonist profili ortaya çıkar. Siyonistler kendileri dışındaki tüm insanları sırf kendilerinin hizmetkârı olduğu safsatasına inandıkları gibi buna benzer hezeyanları beşerî ideolojilerin içerisine serpiştirerek toplumları birbirine kırdırmak amacıyla kullanmaktadır. Beşerî ideoloji temelli politik bilinç oluştuktan sonra “en güçlü, en büyük, en eski, en uygar, en asil, en üstün, kadim…” vb. türden kendinden başkalarını aşağılayarak ikinci, üçüncü plana iten sakat bir anlayışın esiri olur.

Kürtlerin çoğunluğuna rağmen tüm Kürtlerin temsilcileriymiş gibi onlar adına politika üretip hareket ettiğini iddia eden Laik Sosyalist bir partinin, politik bir organizasyon olarak kendilerini de aşan dış bağlantıları ve Türkiye’ye sınır olan bölgeler de dâhil siyonizmin vadedilmiş topraklar planına eşgüdümlü eylemsellikleri, siyonizmin bu nihai hedefini reddeden bölge halkları gibi Kürtlerin de büyük çoğunluğu tarafından şüphe, hoşnutsuzluk ve nefretle karşılanmaktadır.

Kayyum meselesine hakkaniyetle ve gerçekçi bir bakış açısıyla bakıldığında devletin beka endişesiyle ve hukukiliği tartışılır olsa dahi netice itibarıyla kanuni birtakım müdahalelerle ileride açılması kuvvetle muhtemel iç cephenin mali ve insan kaynakları başta olmak üzere genel anlamda tahkimatının önlenmesinin amaçlandığı gözlemlenmektedir. Dünyanın neresinde olursa olsun bir devletin bu tür durumlarda göstereceği refleks benzerdir.

Kayyum rejimine karşı tavrın ne olması gerektiğiyle ilgili son olarak şunu da söyleyebiliriz. Demokrasiyi tümüyle reddettiğimiz için demokratik kurallara dayandırılan ve demokratik sınırlar içerisinde icra edilen tasarrufların meşru olup olmadığı hususu da demokrasi hükmüne tabidir. Bu tür tasarruflar ne tümüyle mahkûm edilir ne de tamamen haklılık payesi verilir.

Her iki tarafın da demokrasi dininin farklı mezheplerinden olması hasebiyle bir tarafın hak, diğerinin de bâtıl üzere olduğu şeklinde bir değerlendirme yapılamaz. İslami kimliğe ve değerlere karşı geçmiş sicilleri epeyce kabarık olan batıl taraflar arasında herhangi bir tarafa meyletmek bir Müslim’in kârı değildir. Mesele daha ziyade haklılık haksızlık açısından ele alınır. Kayyum atanan belediyelerin seçilmiş başkanlarının bağlı oldukları partiler ile vesayet kurumunun her birinin kendilerine göre gerekçeleri bulunmaktadır. Maslahatlar ve mefsedetler açısından değerlendirildiğinde herkesin payına düşen ders ve ibretler olacaktır. Bu türden kürk kavgalarını değerlendirirken şu kaidenin her daim hatırda tutulması yararlı olacaktır:

Hayatta tanıklık ettiğiniz birçok şey, aslında hiç de göründüğü gibi değildir.


[1] bk. 2/Bakara, 61

[2] Peygamber ve Firavun, Gilles Kepel, Özgün Yayıncılık

[3] AKP: Konya/Ilgın, Erzurum/Aşkale, Giresun/Çamoluk. MHP: Adana-Pozantı

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver