KİTABIN KÜNYESİ
Kitabın Adı: Cihad Yolunda Değişmeyen Esaslar
Kitabın Yazarı: Şeyh Yusuf El-Uyeyri
Yayınevi: Küresel Kitap
Yayın Tarihi: 2013
Basım Yeri: İstanbul
Sayfa Sayısı: 92
Cilt/Kâğıt: Karton Kapak/Kitap Kâğıdı
Ebat: 13,5×21
Ömrü Kısa, Bereketi Uzun Bir Hayat
Şeyh Yusuf El-Uyeyri, Arabistan’ın kuzeyindeki Kasım vilayetinde doğdu. İlkokulu ve ortaokulu okudu; ancak liseyi bitirmedi. Ömrünün henüz on sekizinci yaşında ve kalbi cihad aşkıyla dolu bir genç olarak Afganistan’a geçti. Komünist Sovyet işgalinin başladığı yıllarda Afganistan’a giderek orada henüz yeni yeni örgütlenmeye başlayan ve Arap ülkelerinden gelen gençlerin kaldığı eğitim kampına katıldı. Kendisini yakından tanıyanların tanıklıkları ve ardında bıraktığı eserlerden anlaşılmaktadır ki Allah (cc) ona keskin bir akıl, doğru bir görüş ve kuvvetli bir hafıza bahşetmişti. Bu yetenekleri onu, Sovyetlere karşı birinci Afgan cihadı günlerinde çocuk denebilecek bir yaşta El-Faruk Kampı’nın eğitimcilerden biri olmaya ehil kılmıştı. Eğitimde birkaç yılını geçirdi. Ciddiyeti ve kararlılığı ile biliniyordu.
Şeyh Yusuf El-Uyeyri, Somali’de Amerikan kuvvetlerine karşı yürütülen çatışmalara da iştirak etmiştir ve ümmetin gençlerinin ümmetin durumundan ve vakasından habersiz bir şekilde yaşadığı bir dönemde, Amerika’nın oradan kovulması ve hezimete uğratılmasında payı olmuştur. Şeyh Yusuf El-Uyeyri, Somali tecrübesinden sonra Arabistan’a döner ve orada meşhur âlimlerle görüşür.
Arabistan’daki bombalı bir saldırıdan sorumlu tutularak zindana atılan Şeyh Yusuf’a birçok işkenceler yapılır. Ta ki -soruşturmacının rivayetine göre- patlatmayı yapan gerçek fail ortaya çıkana kadar. Şeyh Yusuf bu hatırasını yakın bir arkadaşına şöyle nakletmiştir: “Bir gün bir hapishane polisi geldi ve sevinçli bir şekilde şunları söyledi: ‘Müjdeler olsun sana, gerçek faili bulduk. Sizden birisi değil, bilakis Rafızilerden birisiymiş. Ama kimseye söyleme!’ Sonra beni koğuşa götürdüler.”
O günden sonra patlama olaylarıyla ilgili olarak cihad gençlerine yapılan işkenceler durduruldu. Hapishane müdürü gardiyanlarını toplayıp onlara şöyle dedi: “Patlama olaylarıyla ilgili olarak yargılanan herkese başka ithamlar giydirin ki onunla hükmolunsunlar!” Gerçekten de gençlerden her birine ya tekfir ya da benzeri başka bir suçlamada bulunularak bir dava giydirdiler. Sonra da Selulî mahkemelerce haklarında hükümlerde bulunuldu. Bu olaydan sonra Şeyh, hapishanede bir süre Rafızilerle birlikte kaldı. Onlarla beraber “Ayetullah”ları veya “Seyyid”leri de bulunmaktaydı. Şeyh Yusuf onlarla tartışıyor ve münazaralarda bulunuyordu. Nihayetinde Ayetullahları adamlarını, ondan ve onunla birlikte oturmalarından sakındırdılar.
Şeyh Yusuf bu hatırasını da şöyle nakletmiştir: “Ben uyuyor gibi yapıyordum ve Ayetullahları bunu fırsat bilerek konuşmaya ve onlara ders vermeye başlıyordu. Ben de onu dinliyor, uygun bir fırsat yakaladığımda kalkıyor ve ona reddiyeler veriyordum.”
Kuvvetli hüccetlere ve beyana sahip oluşundan dolayı ondan oldukça rahatsız olmuşlardı. Daha sonra geçtiği tekli hücresinde zamanını ezber ve ilmî kitapları okumakla geçiriyordu. Kur’ân’ı ezberledi ve sağlamlaştırdı. Buhari ve Müslim’i ezberledi. İlim ehlinin kitaplarını okudu. Tüm bunları mütalaaya kapanarak yaptı. Hapishane günleriyle ilgili olarak şöyle diyordu: “Allah’a yemin olsun ki, hapishanede öyle imani ve lezzetli anlar yaşıyordum ki, bunları ancak Allah bilir. Hapisten çıkacağımı müjdeleyen kişi geldiğinde, farkında olmadan yüzüne karşı bağırarak şöyle dedim: ‘Allah seni hayırla müjdelemesin!’ Bu, iradem dışında, hapishanede gördüğüm nimetlerin etkisinden ve ilim talebinde elde ettiğim büyük faideden kaynaklanmıştı.”
Şeyh Yusuf müthiş bir askerî tecrübeye sahipti ve onunla oturan veya onun yazılarını okuyan herkes ondan etkileniyordu. Şeyh, hapishaneden çıktıktan sonra cihad, cihad meselelerinin temellendirilmesi ve sorunlu münafıkların şüphelerinin çürütülmesi hakkında yazılar yazmak için büyük çaba göstermiştir.
Babası, Allah’ın (cc) kendisine bereket kapılarını açtığı bir tacir idi. Fakat Şeyh Yusuf bu dünyaya aldırış etmiyordu. Bununla birlikte yapmakta olduğu çalışmalarında ve cihadında babasından büyük bir destek, rıza ve hoşnutluk görmekteydi. Diğer tarafta da devamlı olarak onu destekleyen ve sebatını arttıran ve kendisini teslim etmemesini öğütleyen annesi bulunmaktaydı.
Şeyh Yusuf, gençleri; lüksü ve rahat yaşantıyı terk etmeye, buna mukabil katı ve zor bir yaşantıyı tercih etmeye teşvik ediyordu. Bunu, nefsini sabır ahlakıyla ıslah etmek ve cihad topraklarındaki sıkıntılara tahammül edebilmek için yapıyordu. Günler geçmesine rağmen çok az yemek yiyordu. Hâlbuki maddi olarak durumu iyiydi. Fakat o, zorluklara alışmayı istiyordu. Bu durum böyle devam ederken Küresel Haçlıların çıbanbaşı olan Amerika’nın talebi üzerine Selul (Suud) ailesi onun peşine düştü. Bir seneden fazla bir süre ondan teslim olmasını talep ettiler. Onlara teslim olmaya veya dininde alçalmışlığa razı olmayı kabul etmedi.
Şeyh Yusuf, öldürüldüğünde çok tanınan veya bilinen birisi değildi. İlim, davet, cihad ve ibadet gibi birçok hayrı bir araya toplayan, ümmetin gençlerinden bir gencin hayatı da -inşallah- en hayırlı ve en güzel bir hâl üzere son buldu. Hidayet yolunu bulan her gencin kendisine meylini kazanmıştı. İnna lillahi ve inna ileyhi raciun…
Şeyh Yusuf El-Uyeyri’nin, sayısı tam olarak bilinmeyen ve genellikle “itikad-cihad ayrılmazlığı” ve “ilim üzere cihadın fıkhı” konuları üzerine kaleme aldığı makaleleri yayımlanmıştır. Ayrıca bizzat yazmış olduğu kitaplarından bazıları şunlardır:
“Haçlı Savaşlarının Hakikati”, “İstişhad Ameliyeleri İntihar mıdır Yoksa Şehadet mi?”, “Esirlerin Hükmü Hakkında Şaşkınlara Yol Gösterme”, “Düşmanlarla Cihadda Kadınların Rolü”, “El-Mizan li Hareketi Taliban”…
Cihadı Diğer Savaşlardan Ayıran Temel Esaslar
Şeyh Yusuf El-Uyeyri, bu ayın tanıtım konusu olan “Cihad Yolunda Değişmeyen Esaslar” isimli kitabında cihadın ve cihadi duyguların, sahih akide ve şer’i ilim ile bağlanmasını gerekli görmekte ve cihadı bu esaslar üzerinde temellendirip bunun hakkında yayılan tüm şüphelere reddiye vererek ümmeti yaşamış olduğu uyuklama hâlinden uyanmaya teşviklerde bulunmaktadır.
Şöyle diyor Şeyh: “İnsanlara cihadın, ancak tevhidi gerçekleştirmek ve Lailaheillallah Muhammedun Resûlullah’ın gerektirdiklerini tatbik etmek için vacip olduğunu açıklamamız gerekir. Cihad menhecini, zulüm ve yalanla giydirilen bağlardan ve prangalardan kurtarmalıyız. Ümmetin cihadın önemini bilmeleri ve diğer yönden bunun üzerinde sebat etmeleri için insanları bu esaslara bağlamalıyız.” İşte “Cihad Yolunda Değişmeyen Esaslar” kitabını yazmasının asıl nedeni buydu.
Kitabı okumaya başlamadan önce bilinmesi gerekir ki İslam şeriatında zamanın, mekânın ve şahısların değişmesiyle değişmeyen, mutlak inanç ve kesin delillerle kökleri sağlam bir temel üzere kurulu esaslar bulunmaktadır. Şeyh Yusuf El-Uyeyri, bu kitapta şer’i naslarla belirlenen cihadla ilgili sabit esasları, şüpheye yer vermeyecek bir şekilde ve meseleleri teferruatlarda boğmayan sade, anlaşılır ve Türkçe tercümesine dahi yansıyan akıcı bir dil ile ifade etmiştir.
Gerçekten de bugün ve geçmişte tevhid ve sünnet nizamına düşmanlık eden kâfirler ve münafıklar güruhu, İslam’ı ve İslam ümmetini ayakta tutan şer’î şerifin bu mübarek şiarının karşısında durarak kalplerden söküp atmaya, basın ve yayın yoluyla yaptıkları algı üfürükleriyle bu şiarı terör; inancını, canını, ırzını, vatanını ve mülkünü savunan mücahidleri ise terörist olarak isimlendirmeye çalışmıştır. Bununla beraber halk nezdinde itibar stokçusu ve Müslim görünümlü fakih/âlim taslaklarının cihad hakkında ilmî bir delil sunmaksızın bu şiarı sınırlandırıp sulandırma çalışmaları da malumdur. Buna karşılık selef ulemasının, “İlmin her dalı ancak o ilim ile amil olandan alınır.” ilkesi vurgulanır. Bu kaideye göre herhangi bir demokratik siyasi parti içerisinde fetva veren müftü konumundaki bir “hoca” veya parti mensubu ya da gönüllüsü bir “molla”nın cihad ahkâmı ve menheci hakkında dile getireceği sayıklamaların davetçi gençler ve mücahidler nezdinde hiçbir değeri, makbuliyeti ve ağırlığı yoktur.
Bu tür âlim taslakları bazen cihadın sadece savunma savaşı olup fitneyi ortadan kaldıran önleyici saldırı/fetih hareketi olmadığını, bazen de cihadın sadece işgal edilen İslam topraklarını özgürleştirme ameliyesi olduğunu söyler. Kimi malumatfüruş zevat da müsteşriklerin yaptığı tanımı tekrar ederek cihadın Resûlullah’ın (sav) vefatı ile sona erdiği ve modern çağda cihadın yeni dünya düzeninde yeri olamayacağı söylemini dillendirebilmektedir. Hatta cihadın yerine BM (Birleşmiş Milletler) İnsan Hakları Sözleşmesi’nin veya AB (Avrupa Birliği) Kriterleri’nin demokratik bir zeminde uygulanmasının modern çağda yeterli olacağı hezeyanını dahi savunabilmektedir.
Kitapta işlenen ilk esas “Cihad, Kıyamete Kadar Devam Edecektir” kaidesidir. Yazar burada Kur’ân’dan ayetler ve birçok hadis-i şeriften de deliller eşliğinde ve Resûlullah’ın (sav) kıyamete kadar hak üzere savaşacağını haber verdiği “Taifetu’l Mansura” terkibi üzerinden yer yer İbni Hacer ve İmam Nevevi gibi ünlü hadis şarihlerinin eserlerinden de birtakım alıntılar yaparak, bu konuyu insan zihninde soru işareti bırakmayacak bir şekilde netleştirmiştir. Hâl böyle olunca evrensel küfrün önderlerinin, türlü oyunlar kurup mücahidlerin önlerini tıkama gayretlerinin boşa çıkacağı inancı kendiliğinden ortaya çıkacaktır, ki bu da her durum ve şartta müminlerin Allah yolunda azmini ve kararlığını perçinleyecektir, der yazar.
“Cihad Şahıslara Bağlı Değildir” esası, yazarın açıklamaya çalıştığı ikinci kaidedir. Yazar burada mücahidleri bir arada tutmak ve planlar kurup İslam düşmanlarını zelil kılmak gibi önemli görevler üstlenen komutanların gerekli olduğunu ifade eder. Bununla beraber cihadın bu gibi şahıslara endekslenip bağlanmasının savaş sırasında müminler üzerinde durgunluk, zayıflık ve harpten çekilme duygusunu ortaya çıkaracağını; ayrıca cihadın tüm zamanlarda geçerli olacağı kanaatini de zayıflatacağını, Uhud Savaşı’ndan da örnek vererek konuyu pekiştirmektedir. Uhud günü Resûlullah’ın (sav) vefat haberi üzerine insanlardan bazılarının cihad amelini şahıslara bağladığını, öyle ki bu kimselerin savaştan salim bir şekilde kurtulmayı ve kâfirlerden eman dilemeyi bile düşündüklerini, bunlardan bazılarının ise “Eğer Muhammed peygamber olsaydı öldürülmezdi” diyerek küfür itikadında bulunarak irtidat ettiklerini belirtir.
Yazar, “Cihad Herhangi Bir Yere/Beldeye Bağlı Değildir” kaidesini üçüncü esas olarak ele alır. Bu kaidede Resûlullah (sav) ve ashabının (ra)yaşamından yola çıkarak cihadın evrensel olduğunu; bu amelin, şartlarının oluştuğu ve engellerin kalktığı her mekân için uygun olduğunu ve bu sebeple de belirli bir beldeye bağlanamayacağını açıklamaktadır. Nitekim Nebi’nin (sav) gerek davette gerek cihadda gerek de dinin diğer şiarlarında kendisini herhangi bir yer veya mekânla bağlamadığını ifade eder.
Yazarın açıklamaya çalıştığı esasların bir diğeri “Cihad Belirli Bir Savaşa Bağlı Değildir” ilkesidir. Burada yazar yenilgi ile sonuçlanan bir savaşın kritiği -veya “faaliyet sonu incelemesi” de denilebilir- yapılırken söz konusu asli ilkelerin ve temellerin yanlış olabileceği gibi bir vehime kapılmanın doğru olmadığını söyler. Nitekim tarihin birçok döneminde müminler, savaş meydanlarında bazen zafer elde etmiş bazen de küffar karşısında yenilgiye uğramıştır. Buna en çarpıcı örnek Resûlullah (sav) dönemindeki Uhud Savaşı’dır. Bununla beraber müminlerin cihad yolunda sebat etmeleri üzerine Allah (cc) müşriklere karşı, Rasûlullah (sav) komutasındaki İslam ordusuna Mekke’nin fethini müyesser kıldı. Bir başka örnek de şiddetli savaşlardan biri olan ve İslam ordusunun hezimete uğrayıp ümmetin halifesiz kaldığı hicri 656 yılındaki Moğol saldırılarıdır. Sonraki dönemlerde de Ayn Calut Savaşı’nda Moğolların İslam orduları tarafından ağır bir yenilgiye uğratıldığını vurgulayarak konuya açıklık getirmektedir.
Yazarın, üzerinde önemle durduğu esas “Zafer, Yalnızca Askeri Galibiyetle Değildir” kaidesidir. Yazar burada müminlerin birçoğunun, cihad farizasını yerine getirenlerin elde edeceği galibiyeti; zahiren elde edilen nihai zafer olarak sınırlandırıp kavramsallaştırdıklarını, buna karşın Kitap ve sünnete göre zaferin birçok anlamının olduğunu açıklamaktadır.
Allah yolunda savaşa çıkan bir mücahidin her şeyden önce kendi nefsine, şeytana ve Kur’ân’da zikri geçen, nefse hoş gelen sekiz şeye karşı muzaffer olduğunu bildirir. Allah’ın (cc) mücahide bu ameli karşısında hidayet verdiğini, yine aynı şekilde kulun cihada çıkarak ümmet içerisinde, insanları cihaddan alıkoyan veya bu amelden insanları soğutan kimselere karşı da başarılı olduğunu söyler.
Allah yolunda cihada çıkan mücahid vaktini, malını ve canını; tevhid inancının tüm insanlara ulaşması ve İslam’ın zaferi uğruna ortaya koyar. Cihad, aynı zamanda Allah’ın (cc), mücahidler vasıtasıyla kâfirleri helak etmesine, kâfirlerin fakirleşmesine ve küfürleri üzere ölmesine vesile olur. Tüm bunlarla beraber Allah’ın kulları arasından cihad aracılığıyla şehidler almasının da en büyük zafer türlerinden olduğu belirtilir.
Yazar son olarak “Müslim’in Yenilgisi Öldürülmesi ile Değildir” esası üzerinde durarak müminler ile kâfirler arasındaki çatışmanın esas itibarıyla akide ve ilkeler savaşı olduğunu, bu ilkelerden ve itikaddan vazgeçildiğinde asıl mağlubiyetin o zaman yaşanacağını, ilkelerin ve akidenin yok olduktan sonra bedenlerin sağ kalmasında bir fayda olmayacağını vurgular. Kısaca yazar burada mümin kimsenin irtidat ederek, Yahudi ve Hristiyanların yahut laik, liberal veya Baasçı küfür milletine tabi olmasının savaştaki hezimetten dahi ağır ve daha büyük bir yenilgi olduğunu ifade ederek bu hususa dikkat çeker.
“Kim kâfirlere ve zalimlere meyleder, onlara itaat eder ve ahirette azap ve ateşle tehdit edilmesine rağmen onlara meylini ve itaatini açık bir şekilde ilan ederse işte bu, en kötü yenilgidir. Bu hâliyle beraber, tutunmuş olduğunu iddia ettiği itikadi ve menhecî ilkeleri de bu meyil ve itaatinden sonra yok olup gitmiştir.”
İlk Yorumu Sen Yap