Ebû Abdullah Hârise ibni Nu’mân ibni Nâfi’ ibni Zeyd ibni Ubeyd ibni Sa’lebe ibni Ganm El-Bedrî El-Ensârî
Rabbimizin (cc), kulları üzerindeki lütfu ne kadar da çoktur. O (cc) önce, seçtiği kullarını hidayet eder, sonra onları salih amellere muvaffak kılar, sonra da bu salih amelleriyle derecelerini yükseltir. Ve sonunda rahmetiyle cennetine koyar. Tüm ihsan O’nun elindedir. Hikmetiyle bazısını bazısına üstün tutar, ki bu nimeti bahşetmesinin bir sebebi de kulun çabasıdır:
“Kim de ahiret yurdunu ister ve onun için mümin olarak çabalarsa bunların çabası, karşılığını fazlasıyla görecektir. Onlara da (ahireti isteyenlere) bunlara da (dünyayı isteyenlere) hepsine Rabbinin bağışından veririz. Rabbinin bağışı, kimseye yasak değildir. Bak! Nasıl da bazısını bazısına üstün kıldık. Hiç kuşkusuz, ahiret dereceleri ve ahiret üstünlüğü daha büyüktür.”[1]
Allah (cc) dilediği kullarına nasip ettiği bu üstünlüğü[2] katında zikrederek, Kitab’ında anarak, Nebi’sine bildirerek, müminlere sevdirerek gösterir. Bazen de semadaki en değerli melek olan Cibril’e (as) selam verdirir ya da arzdaki en değerli insan olan Nebi’nin (sav) cennette görmesini sağlar. İşte onlardan biridir Hârise ibni Nu’mân (ra)…
Hârise, Ben-i Hazrec Kabilesi’nin Ben-i Neccar koluna mensuptur. Ben-i Hazrec’i bilirsiniz. Allah Resûlü (sav) ile Akabe’de ilk görüşen onlardır; Akabe biatlarında bulunanların çoğu onlardır; on iki nakibden dokuzu onlardır; Bedir’e ve diğer önemli gazvelere katılanların çoğu onlardır; Ensâr’ın faziletlilerinin ekseriyeti onlardır…[3] İşte İslam olduktan sonra tüm fedakârlıklarda öne çıkan Ben-i Hazrec’in bu güzel davranışlarından Hârise de (ra) payına düşeni almıştır.
Babasına dair, kitaplarımızda çok bir bilgi bulunmaz. Annesi ise Allah Resûlü’ne (sav) biat eden ve birçok kez kendisini evinde ağırlayan Ca’de binti Ubeyd’dir (r.anha). Yedi çocuğu vardır. Bu çocuklarından bazıları Allah Resûlü’ne (sav) biat etmiş ve yolunda mücadele etmişlerdir. Bazıları ise ilmini aktarmış, hadislerini rivayet etmişlerdir. Bazı torunları da ilimde ön plana çıkmış kimselerdir.[4]
Hârise, Allah Resûlü (sav) Medine’ye hicret ettiği ândan itibaren kendisinden ayrılmamış ve daima yanı başında yer almıştır. Nebi’nin ailesini birçok defa kendi evine yerleştirmiştir. Kendisiyle birlikte Bedir’e, Uhud’a, Hendek’e ve tüm savaşlara katılmıştır. Kayrasını hiçbir zaman esirgememiştir. Özellikle bazı fedakârlıkları vardır ki melekler tarafından övülmesini sağlamıştır.
Huneyn’in Sebatkârı
Allah Resûlü (sav) Mekke’nin Fethi’nden hemen sonra Hevazin’e doğru yönelmişti. Hevazinlilerin Kureyş’e olan düşmanlıklarına bir de Müslimlere olan düşmanlıkları eklenince onların karşısında en yakın tehdit olarak yer alıyorlardı. Allah Resûlü’nün (sav) Mekke’ye çıkışını, kendilerine doğru savaş için geldiği zannına kapılan Hevazin, savaş hazırlıklarına zaten başlamıştı. Bu durumun farkında olan Allah Resûlü (sav) önündeki bu tehlikeyi bertaraf etmek için Medine’den Mekke’nin fethi için gelen yaklaşık on bin kişilik ordusuna Mekkelilerden yeni İslam’a giren iki bin kişiyi daha ekleyerek yola çıktı.
Allah Resûlü’nün (sav) savaş için üzerlerine geldiğini duyan Hevazinliler yakınlarındaki küçük birkaç kabileyle beraber Mâlik ibni Avf komutasında, Huneyn’e doğru hareket ettiler. Allah Resûlü’nden (sav) önce oraya ulaşıp vadinin dar ve eğik yerlerine yerleştiler. Sayılarını fazla göstermek ve askerlerinin daha istekli savaşıp kaçmamasını sağlamak için kadınlarını, çocuklarını, hayvanlarını, mallarını yanlarında beraber getirdiler. Gözcüsünden bu haberi alan Allah Resûlü (sav) müjdeyi verdi: “İnşallah yarın bütün bunlar Müslimlere ganimet olacaktır.” dedi.
Fakat Müslimleri sayı bakımından çok olmaları aldatmıştı. Böyle bir ordunun yenilmeyeceğini düşünmüşlerdi. Allah (cc) onları bu düşünceleriyle imtihan etti. Hevazinliler sabahın ilk saatlerinde puslu havanın ve dar geçidin sunduğu üstünlükle oklarını Müslimlere atıp saldırıya geçtiler. Müslimler neye uğradığını şaşırdılar. Büyük bir zarar gördüler ve hızla geri kaçmaya başladılar. Durumu gören Allah Resûlü (sav) her zaman olduğu gibi duaya sarıldı: “Allah’ım, bana vadettiklerini gerçekleştirmeni istiyorum. Allah’ım, onların bize galip gelmeleri olmaz. Allah’ım, bu topluluk yok olursa yeryüzünde sana ibadet eden kalmaz.” dedi ve sonrasında yardıma nail oldu. Görünmez ordularla desteklendi.
Sonra sesler yükseldi ve ashab toparlandı: “Ey Hudeybiye Günü’nde Rıdvan Ağacı’nın altında biat eden ashab! Ey Allah’ın Ensâr’ı! Ey Nebi’nin Ensâr’ı! Ey Sure-i Bakara ashabı! Ey Hazrecoğulları!” Bu nidaları işitenler tabii ki kayıtsız kalamazdı. Ashabdan yüz seçkin sahabi Allah Resûlü’nün (sav) etrafında toparlandı. Ve sonra Allah Resûlü (sav) atının üzerinde o muazzam cesaretiyle bağırdı: “Ben Allah’ın resûlüyüm! Ben Abdullah’ın oğluyum!” dedi ve hızla atını ileri sürdü. Allah (cc) bu azınlık topluluğun eliyle zafer nasip etti. Öyle ki kaçanlar geri döndüklerinde bu sebatkârların düşmanın birçoğunu çoktan esir aldıklarını gördüler.[5]
Rabbimiz (cc) Yüce Kitab’ında bu olaydan şöyle bahsetmektedir:
“Andolsun ki Allah, birçok yerde size yardım etti. Huneyn Günü’nde de (yardım etmişti). Hani sayıca çokluğunuz hoşunuza gitmiş, fakat size hiçbir fayda sağlamamıştı. Yeryüzü tüm genişliğine rağmen size dar gelmiş, sonra da arkanızı dönüp kaçmıştınız. Sonra Allah, Resûl’ünün ve müminlerin üzerine, (onlara güven veren ve kalplerini yatıştıran) sekineti indirmişti. Görmediğiniz orduları da indirmiş ve kâfirlere azap etmişti. Bu, kâfirlerin cezasıdır.”[6]
Rabbimizin de beyan ettiği gibi, arkasını dönüp kaçan on iki bin kişilik ordudan Allah Resûlü’nün (sav) yanında sadece seksen/yüz kişi kalmıştı. İşte o yiğitlerden biriydi Hârise ibni Nu’mân. Bu sabır ve sebatından dolayı Cibril (as), Allah Resûlü (sav) ile konuşurken onun faziletini beyan etmiştir.
İbni Abbas’tan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:
“Hârise ibni Nu’mân Allah Resûlü’nün (sav) yanına uğradı ve yanında Cibril vardı. Cibril ‘Ey Allah’ın Resûlü bu Hârise ibni Nu’mân’dır.’ dedi. Allah Resûlü (sav) ‘Evet.’ dedi. Cibril ‘Şüphesiz ki o Huneyn günü Allah Resûlü (sav) ile birlikte sebat eden seksen kişiden biridir. Allah onların ve ailelerinin rızıklarına cennette kefildir.’ ”[7]
Yüksek düzeyde olan bir kimsenin biriyle selamlaşması onun değerli olduğuna işarettir. Özellikle bu kimse Cibril (as) gibi genellikle peygamberlerle konuşan üstün bir melekse işte o zaman bu durum Allah’ın (cc) o kişiye olan sevgisini gösterir. Ve bu sevgi göle düşen su damlası gibi semadan arza doğru yayılarak çoğalır.
Ebû Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:
“Allah bir kulu sevdiğinde Cibril’e ‘Şüphesiz ki Allah falanı seviyor, sen de sev.’ diye seslenir. Sonra Cibril o kulu sever ve sema ehline ‘Şüphesiz ki Allah falanı seviyor, siz de sevin.’ der. Sema ehli o kulu sever ve sonra yeryüzünde onun için sevgi oluşur.”[8]
İşte Hârise’nin (ra) bu şerefe nail olmasının en büyük sebebi sebatkâr olmasıdır. Bunu başka bir rivayette yine Cibril’den öğreniyoruz.
Hârise ibni Nu’mân’dan (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:
“Cibril’i (as) iki defa gündüz vakti gördüm. Biri, Allah Resûlü’nün (sav) Ben-i Kureyza’ya yöneldiği Savreyn Günü’nde. O gün Dıhye ibni Halîfe El-Kelbî suretinde yanımıza uğrayıp silahlarımızı kuşanmamızı emretmişti. Diğeri ise Huneyn’den döndüğümüz zaman cenazelerin olduğu yerde. O gün Allah Resûlü (sav) ile konuşurken yanlarından geçmiştim ve selam vermemiştim.
Cibril, ‘Bu kimdir, ey Muhammed?’ dedi.
Allah Resûlü (sav), ‘Hârise ibni Nu’mân.’ dedi.
Cibril, ‘Şüphesiz ki o Allah’ın cennette rızkına kefil olduğu Huneyn Günü’nde sabreden yüz kişiden biridir. Şayet selam verseydi selamına karşılık verirdik.’ dedi.”[9]
Hız çağının sabrı berhava ettiği bir ortamda, Hârise (ra) üzerinden Rabbimizin bazı kimseleri öncü/örnek/önder kılmasındaki sırrı öğreniriz. Onlar dünyadadır, ama dünya onları değiştirememiştir.[10] Asla zamanın ve mekânın, şartların ve şahısların tahavvülüne uğramamışlardır. Sebat onlar için bir yaşam biçimidir. Sırat-ı müstakime demir atmışlardır. Sabrettikleri zaman övgüye erişmişler; sabrettikleri zaman nimetlere gark olmuşlar, sabrettikleri zaman yeryüzünde seçkin birer imam kılınmışlardır:
“Sabrettikleri zaman, içlerinden bizim emrimizle yol gösteren imamlar/önderler kıldık. Onlar bizim ayetlerimize yakinen inanıyorlardı.”[11]
İşte Hârise ibni Nu’mân da (ra) savaş gibi can pazarının yaşandığı bir ortamda sabretmişse elbette bunun karşılığı büyük olacaktır. Cibril’in (as) dediği gibi, “O Allah’ın cennette rızkına kefil olduğu” kimselerdendir. Yani mükâfatı cennet gibi büyüktür.
Tüm bunlarla birlikte başka bir mükâfat da Allah’ın (cc) cennette evlatlarının rızkına kefil olmasıdır.
İbni Abbâs’tan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:
“Hârise ibni Nu’mân Allah Resûlü’ne (sav) uğradı. Yanında Cibril (as) vardı ve kendisiyle konuşuyordu. Bu yüzden selam vermedi.
Cibril (as), Allah Resûlü’ne, ‘O neden selam vermedi? Şayet selam verseydi selamına karşılık verirdik.’ dedi.
Sonra Cibril ‘Şüphesiz ki o seksen kişiden biridir.’ dedi.
Allah Resûlü (sav) ‘O seksen kişi kimdir?’ diye sordu.
Cibril, ‘İnsanlar etrafından kaçarken senin yanında kalan ve sonra seninle birlikte sabreden seksen kişidir. Cennette onların ve çocuklarının rızkına Allah kefildir.’ dedi.”[12]
Görüldüğü gibi Hârise’nin sabır ve sebatının mükâfatı kendisini aşıp evlatlarına ulaşmıştır. Kur’ân’dan öğrendiğimiz şer’i bir kaidedir bu durum. Çünkü Hârise şu ayetteki gibiydi: “Onların babası salih bir kimseydi.”[13] İşte “Bu da gösteriyor ki salih kişinin soyu korunur; kulluğunun bereketi dünya ve ahirette onları kapsar; şefaati kendilerine ulaşır. Gözlerinin aydın olması için cennet derecelerinin en üstüne yükseltilirler. Kur’ân’da ve sünnette varid olan birçok nasta olduğu gibi…”[14] Göz aydınlığı nesiller bekleyenlere ne güzel bir çözüm. Kişinin sabretmeye güç yetiremediği birçok şeyde ne kadar çok hikmet vardır, kişi bilemez.[15]
Devam edecek inşallah…
[1]. 17/İsrâ, 19-21
[2]. “Rabbin dilediğini yaratır ve seçip (üstün kılar).” (bk. 28/Kasas, 68)
[3]. bk. Ahmet Önkal, “Hazrec (Benî Hazrec)”, TDV İslâm Ansiklopedisi, içeriğe ulaşmak için sayfanın aşağısında yer alan karekodu okutabilirsiniz.
[4]. bk. Et-Tabakatu’l Kubra, İbni Sa’d, Daru Sadır, 3/488-489; El-İstiab fi Ma’rifeti’l Ashab, İbni Abdulber, Daru’l Cil, 1/306-307; Usdu’l-Ğabe fi Ma’rifeti’s Sahabe, İbnü’l-Esir, Daru’l Kutubi’l İlmiyye, 1/655; El-İsâbe fi Temyizi’s Sahabe, İbni Hacer El-Askalani, Daru’l Kutubi’l İlmiyye, 1/708-709
[5]. Özetle bk. El-Bidâye Ve’n-Nihâye, İbni Kesir, Daru İhyau’t Turas, 3/368-386; Siyeru A’lamin Nubela, Zehebi, Daru’l Hadis, 2/130-138
[6]. 9/Tevbe, 26
[7]. Meşyehatu ibni Tahmân, İbrâhîm ibni Tahmân, Mecmeu’l Lugati’l Arabiyye, s. 192
[8]. Buhari, 3209; Müslim, 2637
[9]. Et-Tabakatu’l Kubra, İbni Sa’d, Daru Sadır, 3/488
[10]. “Ömer (ra) Şam’a gittiğinde Ebû Ubeyde’ye, ‘Bizi evine götür.’ dedi.
Ebû Ubeyde, ‘Benim yanımda ne yapacaksın? Sen sadece bize ağlamak istiyorsun galiba.’ dedi.
Ömer, Ebû Ubeyde’nin evine girdiğinde hiçbir şey göremedi. Sonra, ‘Eşyaların nerede? Sadece bir keçe, bir tabak ve bir kırba görüyorum.’ dedi. Sonra, ‘Sen buranın yöneticisisin yanında yemek var mı?’ dedi.
Ebû Ubeyde kalktı ve bir küpün içerisinden yiyecek parçaları getirdi. Bunu gören Ömer ağlamaya başladı.
Ebû Ubeyde, ‘Ben sana bizim için ağlayacağını söylemiştim, ey Müminlerin Emîri! Bir menzile ulaşacak kadar yiyecek yeterlidir.’ dedi.
Ömer dedi ki: ‘Dünya senin dışında hepimizi değiştirdi, ey Ubeyde!’ ” (bk. Siyeru A’lamin Nubela, Zehebi, Daru’l Hadis, 3/13)
[11]. 32/Secde, 24
[12]. Mu’cemu’l Kübra, Taberani, Mektebetu İbni Teymiyye, 3/277, Hadis no: 3225; Ma’rifetu’s Sahabe, Ebu Nuaym, Daru’l Vatani Lin’Neşri, 2/736; Usdu’l-Ğabe fi Ma’rifeti’s Sahabe, İbnü’l-Esir, Daru’l Kutubi’l İlmiyye, 1/655; El-İsâbe fi Temyizi’s Sahabe, İbni Hacer El-Askalani, Daru’l Kutubi’l İlmiyye, 1/707
[13]. 18/Kehf, 82
[14]. Tefsiru’l Kur’ani’l Azim, İbni Kesir, Daru’l Kutubi’l İlmiyye, 5/168
[15]. bk. 18/Kehf, 82
İlk Yorumu Sen Yap