Hâlâ Medine’desiniz… Bedir gezisinin ardından diğer cenk meydanına gidiyorsunuz. Uhud… Medine şehir merkezine oldukça yakın. Bir çırpıda varıyorsunuz. Birkaç sıra dağdan oluşuyor. Hemen karşısında da küçük bir tepecik… Peygamberimizin (sav) elli kadar okçuyu yerleştirdiği tepe. Tırmanıyorsunuz. Sadağınız yok… Okunuz da… Etrafınıza bakıyor, hayıflanıyorsunuz. “Ölsek de etlerimizi kuşların kaptığını görseniz de yahut yenip ganimeti bölüşsek de buradan ayrılmayın.” diyen o ikazı duyuyorsunuz. “Başüstüne ya Resûlallah!” diyorsunuz… “Bu emri yerine getirmekte ne var!” diyorsunuz. Açık, anlaşılır bir emir… İmdadınıza Kur’ân’ın ayetleri yetişiyor:
“(Bedir’de müşriklerin başına) iki misli gelen bir musibet (Uhud’da) sizin başınıza gelince mi: ‘Bu nereden çıktı?’ dediniz? De ki: ‘O (musibet) sizin yanınızdandır/günahlarınız sebebiyledir.’ Şüphesiz ki Allah, her şeye güç yetirendir.”[1]
Günahlarınızdan dolayı istiğfar ediyorsunuz hemen… Zira herkesin Uhud’u başkadır. Kimin, ne zaman ayağının kayacağı bilinmez, diye düşünüyorsunuz.
Bakışlarınız savaş meydanında. Mus’ab’ı, Hamza’yı (r.anhuma) arıyor gözleriniz. Bir mızrak fark ediyorsunuz siyahi bir kölenin elinde. Gür sesinizle düşmanıyla çarpışan Hamza’ya haber vermek istiyorsunuz, ama nafile… O yiğit adam, Uhud’un eteklerinde şehit düşüyor. Resûl’ün (sav) onun için gözyaşı döktüğünü anımsıyorsunuz. Taaa gerilere gidiyorsunuz birden, çok gerilere. Avdan dönüyor Hamza ibni Abdulmuttalib. Önüne bir kadın çıkıyor ve “Bugün Ebû Cehil yeğenine çok eziyet etti.” diyor. Ayağının tozuyla kapısına dayanıyor. Elindeki yayla, Ebû Cehil’in kafasını kırıyor. Ve ekliyor: “Ben de onun dinindenim…” Henüz Müslim olmamasına karşı, Ebû Cehil’i çıldırtmak için sarf edilen bu söz ilmek ilmek kalbine işleniyor… “Ben de Müslim’im.” Öyle bir Müslim olma ki Erkam’ın evinde toplaşan iman etmiş azınlığa Kâbe’de namaz kılma gücünü veriyor… İşte şimdi Uhud meydanında ciğeri sökülmüş, uzuvları kesilmiş hâlde yatıyor…
Bir cenaze çarpıyor gözünüze. Baş ucunda Resûlullah (sav) var. Mevtanın ayak kısmına ızhır otları koyup kapatıyorlar. Defnedecekler. Mus’ab olduğunu anlıyorsunuz. Gençliğini Allah yolunda feda ederek şeref kazanan Mus’ab… Malı, şöhreti terk eden; Medine’yi İslam yapan Mus’ab… Oysa biraz önce sarsılmaz bir kule gibi dimdik duruyor, İslam’ın sancağını taşıyordu. Tâ ki İbni Kamie gelene kadar. İbni Kamie saldırarak Mus’ab’ın iki elini de keserek onu şehid ediyor. O şehidin mütevazı bedeni gözünüzün önüne geliyor. “Sen kazandın!” demekten kendinizi alamıyorsunuz. Kazandı, çünkü gençlik nimetini sonuna kadar İslam için harcadığını biliyorsunuz. Kısa da olsa bir muhasebe yapıyorsunuz… “Ben, ben nerede harcadım gençliğimi?!” diye hayıflanıyor, kıyamette bu soruyla yüzleşeceğinizi Resûl’den öğreniyorsunuz:
İbni Mes’ûd’dan (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:
“İnsanoğluna beş şeyden hesap sorulmadıkça Kıyamet Günü hiçbir tarafa kımıldayamaz; Ömrünü nerede ve nasıl tükettiğinden, gençliğini nerede yıprattığından, malını nereden kazanıp nerede harcadığından, öğrendiği bilgilerle amel edip etmediğinden.”[2]
Bir ânda tur rehberinin sözleriyle irkiliyorsunuz: “İniyoruz tepeden. Şehitliğe geçelim.” Zihninizde muhasebenin eksik sonuçları, dilinizde tevbeyle iniyorsunuz… Şehitliğe varınca selam veriyorsunuz. Kabir duasını okuyorsunuz. Derken bir koku geliyor burnunuza… Dünyaya ait olmayan bir koku… Herkes birbirine soruyor, “Kokuyu alıyor musunuz?” diye… O koku, şühedanın kokusu…
Ebû Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:
“Müslimin Allah yolunda aldığı her yara, Kıyamet Gününde ilk gün olduğu gibi taze olur. Rengi kan rengi, kokusu misk kokusudur.”[3]
Her şey bir yana, şehitlerin kokusunu hissetmek bir başka… Cennetle ilk kez bu kadar yakınlaşıyorsunuz. Cennetle müjdelenenlerin kabrinde cennet kokusunu alıyorsunuz…
[1] . 3/Âl-i İmrân, 165
[2] . Tirmizi, 2416
[3] . Buhari, 237; Müslim, 1876



