Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a; salât ve selam, O’nun Rasûlü’ne olsun.
Müslümanlara yapılan işkenceler, Allah Rasûlü’ne taviz verdirmeye yönelik teklifler, vahyin etrafında şüphe oluşturma girişimleri her geçen gün daha da artarak devam ediyordu. Daru’l Erkam merkezli bir eğitim ile vahyin ışığında terbiye olan sahabe bu sıkıntılar karşısında sabır silahını kuşanarak hareket ediyordu.
Ancak süreç pek parlak gözükmüyordu. Zorlukların artmasının yanında Mekke sınırları içinde davet tıkanma noktasına gelmişti. Ulaşılabilecek herkesin kapısı çalınmış, iman edenler belli olduktan sonra başka kabilelerden gelen Müslümanlar hariç yeni bir ferde davet yapma imkanı kalmamıştı. Ayrıca zorluklara dayanamayan bazı Müslümanlar dinlerini terk etmeye başlamıştı. Sanki İslam davası Mekke’nin dağları arasında sıkışıp kalmış gibiydi.
Davetin önderi olan Allah Rasûlü elbette ki bu durumun farkında idi ve çıkış yolları arıyordu. Davetin daha sağlıklı ilerleyebileceği ve sağlam temeller üzerine bina edileceği mekanları araştırmaya başladı ve ilk deneme olarak bir grup Müslüman Habeşistan’a doğru yola çıktı.
Allah Rasûlü onlara şöyle dedi:
“Şayet Allah size ferahlayacağınız bir kapı açana kadar Habeşistan’a giderseniz orada bir melik bulacaksınız. Onun yanında hiç kimseye haksızlık edilmez. O yer doğruluk yeridir.”
Müslümanlardan ilk hicret edenler arasında şu sahabeler vardı:
Osman bin Affan ve hanımı Rukiyye, Ebu Huzeyfe bin Utbe ve hanımı Sehle bint-i Süheyl, Zübeyr bin el-Avvam, Musab bin Umeyr, Abdurrahman bin Avf, Ebû Seleme bin Abdulesed ve hanımı Ümmü Seleme bint-i Ebi Ümeyye, Osman bin Maz’un, Amir bin Rabia ve hanımı Leyla bin-ti Ebi Hasme, Ebu Sebre bin Ebi Ruhm, Süheyl bin Beyda radıyallahu anhum.
Allah Rasûlü’nün Habeş kralı ile alakalı sözünden etrafındaki devletlerden haberdar olduğunu rahatlıkla anlayabiliriz. Aslında siyerin birçok yerinde Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem diğer kavimler ve devletler hakkında ciddi malumat sahibi olduğuna şahitlik etmekteyiz. Ancak o sallallahu aleyhi ve sellem bu bilgileri kuru bir kültürel birikim için değil davete fayda olması amacı ile kullanmıştı. Müslüman bir birey de şer’i ilimler dışındaki tüm bilgileri islam davasına hizmet etmesi şartı ile elde etmelidir. Yoksa zamanını fuzuli bilgiler, asla işine yaramayacak gereksiz malumatlar ile heba etmemelidir.
Habeşistan’a gerçekleştirilen ilk hicret Allah Rasûlü’nün de öngördüğü gibi Müslümanları çok rahatlattı. Necaşi Müslümanlara güzel muamele etti ve ülkesinin kapısını onlara açtı. Ancak bir süre sonra Mekke’den gelen yanlış bir haber birinci Habeşistan hicretinin kısa zamanda sona ermesine sebep oldu. İlk muhacirler Mekkeli müşriklerin Müslüman olduklarına ve işkencelerin bittiğine dair duyumlar alınca memleketlerine heyecanla geri döndüler. Ancak karşılaştıkları manzara tam tersi idi. Zorluklar kat ve kat artmıştı. Bunun üzerine ikinci Habeşistan hicretinin hazırlıkları başladı.
Cafer bin Ebu Talip ve Osman’nın radıyallahu anhuma başını çektiği yaklaşık seksen kişilik bir kafile sıkıntılardan bir nebze olsun kurtulabilmek, İslam davası için yeni bir yurt bulmak, davete nefes aldırmak için yola koyuldu.
Özellikle siyer kitaplarında bu hicretlerin sadece işkencelerden korunmak için olduğuna dair bilgi bir yönüyle eksiktir. Evet. Amaçlardan bir tanesi de bu idi. Ancak hicret eden sahabelerden birçoğunun Mekke’de en az işkence gören sahabelerden olduğunu görmekteyiz. O yüzden yukarıda zikrettiğimiz davet için yeni bir yurt arama girişimini de önemli bir neden olarak zikretmek gerekir. Öyle ki Habeşistan’a hicret eden kimseler Hayber’in fethine kadar kadar geri dönmemişlerdir. Allah Rasûlü Medine’de sağlam bir yapı kuruluncaya kadar Habeşistan alternatifini sürekli yedeğinde tutmuştur.
Habeşistan muhacirleri Medine İslâm Devletine ayak bastıklarında Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ve sahabeler Hayberde idiler. Muhacirler, Rasûlullah’ın, Hayber’de savaşta olduğunu haber alır almaz hemen oraya hareket ettiler. Oraya ulaştıklarında Hayber’in fethi tamamlanmıştı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onları görünce sevincini şöyle ifade etti:
“Bugün Hayber’in fethedildiğine mi yoksa Cafer bin Ebu Talib’in geldiğine mi sevineyim.” (İbni Hişam)
Habeşistan’a hicret hadisesinin bize öğrettiği başka bir husus ise davetçinin sadece ânı kurtarmak gibi bir sığlık içerisinde olmaması gerektiğidir. Müslüman basiretlidir. Ve Adem’den aleyhisselam beri devam eden sürecin bir parçası olduğunun bilincinde, islam davasını bir adım daha ileriye götürmenin yollarını çok ayrıntılı bir şekilde tefekkür edendir. Zaten bu durum aynı zamanda imanın parçası olan tevekkülün şartlarından sebeplere yapışmak kısmının da bir gereğidir. Allah Rasûlü şöyle düşünebilirdi:
“Allah bana ‘Hicret et.’ diye bir emir vermedi. Doğal olarak ben Mekke’de davet yaparım. Sonucun ne olduğu beni ilgilendirmez.”
Ama Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem böyle yapmadı ve sebepler üzerine yoğunlaşarak tevekkülünü kemal seviyesini ulaştırdı.
Habeşistan’a hicret olayının bize bakan başka bir yönü de hicretin Müslümanın hayatının ayrılmaz bir parçası olduğu gerçeğidir. Davetini Peygamberlerin sünnetine uygun olarak yapan her Müslüman muhakkak kavminden kötü bir karşılık görecektir. Sıkıntıların seviyesi her geçen gün artacak ve sonunda kendi topraklarında yabancı hale gelecektir. Müşriklerin ona yaşam hakkı tanımadığını görünce de tek çare olarak Allah’ın arzında dininde fitneye düşmeyecek mekanlara yönelecektir. Bu toprak parçası Müslümanların hâkimiyetinde bir yer olabileceği gibi Habeşistan örneğinde görüldüğü üzere adaletli olan bir hükümdarın başında olduğu ama küfür devleti olan bir yer de olabilir. Ölçü Müslümanın dininde fitneye düşmemesi ve Allah’ın emir ve yasaklarını yerine getirebilme özgürlüğüne sahip olmasıdır. Burada vurgulamak istediğimiz husus nereye gidileceği meselesi değil hicretin gerçekleştirilmesinin kaçınılmaz olduğu gerçeğidir. Eğer Müslüman gündeminden hicret kavramını çıkartır ise yaşadığı toplumda karşılaştığı sıkıntıları alternatifsizlik nedeni ile tavizler ile savurmaya çalışacaktır. Bu da sapmanın mukaddimesidir.
Habeşistan’a ilk hicrette gafil yakalanan Mekkeli müşrikler ikinci hicret girişiminde daha uyanık idiler. Muhacirlerin kafilesinin Habeşistan’a ulaşmasına engel olamadılar ancak onların hemen peşinden iki temsilci göndererek Necaşi’nin Müslümanların karşısında olması için ikna etme girişiminde bulundular. Kureyşin gönderdikleri kişiler ise Abdullah bin Ebi Rebia ve Amr bin el-Ass idi.
Kureyşin temsilcileri Necaşinin yakınındakilere hediyeler vererek isteklerini sıraladılar. Onlardan yardım sözünü alınca da Necaşinin karşısına çıktılar. Siyer kitaplarında bu hadise şu şekilde zikredilmektedir:
‘Bunun üzerine bu iki elçi çıkıp Necaşi’nin yanına geldiler. Onlar Necaşi ile konuşmadan önce her bir patriğe hediyesini sundular ve onlara şöyle dediler:
‘Bizden akılsız kimseler Melik’in yurduna sığınmışlardır. Kavimlerinin dinlerinden ayrılmışlar ve sizin dininize de girmemişlerdir. Yeni çıkardıkları bir dini getirmişlerdir. O dini ne biz biliyoruz ne de siz. Onların kavimlerinin itibarlı kimseleri bizi size, onları geri vermeniz için gönderdi. Biz Melik ile konuşacağımız zaman ona, onları bize geri vermesini söyleyiniz. Melik onlarla konuşmasın. Şüphesiz onları en iyi kavimleri bilir ve onların eksikliklerini de en iyi bilen yine kavimleridir.’
Patrikler ‘Peki olur.’ diyerek kabul ettiler. Daha sonra iki Kureyşli hediyelerini Necaşi’ye sundular. O da hediyeleri kabul etti. Ona şöyle dediler: ‘Ey Melik! Bizden aklı kıt bazı kimseler sizin beldenize sığınmışlardır. Bunlar kavimlerinin dininden ayrılmışlar ve senin dinine de girmemişlerdir. Yeni bir din icad etmişlerdir ki o dini ne biz tanıyoruz ne de sen tanırsın. Bu kişilerin babaları, amcaları, kabileleri ve kavimlerinin itibarlı kimseleri bizi sana, onları bize geri teslim etmen için gönderdiler. Onlar, onları daha iyi tanırlar ve onların noksan taraflarını daha iyi bilirler.’
Abdullah bin Ebi Rebia ve Amr bin el-Ass, Necaşi’nin Müslümanları çağırıp da onların sözlerini dinlemesini hiç arzu etmiyorlardı. Necaşi’nin etrafındaki din adamları dediler ki: ‘Ey Melik! Bunlar doğru söylüyorlar. Kavimleri onları daha iyi tanırlar ve onların noksan taraflarını daha iyi bilirler. Onları bunlara teslim et ki onları yurtlarına ve topluluklarına geri götürsünler.’ Necaşi sinirlendi ve şöyle dedi: ‘Hayır! Vallahi bu halde onları bunlara teslim etmem. Bana komşu olan, benim yurdumda konaklayan ve beni diğer kişilere tercih eden kişilere bu şekilde davranmak olacak bir şey değildir. Onları çağırırım. Ve bu iki kişinin söylediklerini onlardan sorarım. Şayet bunların dedikleri onlarda varsa onları, bunlara teslim ederim ve onları topluluklarına geri gönderirim. Şayet böyle değilseler onları korur ve bana komşu oldukları sürece onlara iyi davranırım.’
Sonra Necaşi Rasûlullah’ın ashabına onları çağırması için birisini gönderdi. Sahabeler geldikleri zaman Necaşi âlimlerini çağırdı. Onlar da kitaplarını açıp onun etrafında oturdular. Melik Müslümanlara sorarak şöyle dedi: ‘Kendisinden dolayı topluluğunuzdan ayrılmış olduğunuz ve ne benim ne de başka milletlerin dinine girmediğiniz bu din nedir?’
Cafer bin Ebi Talib Melikle konuştu. Ona dedi ki: ‘Ey Melik! Biz cahiliye ehli bir topluluk idik. Putlara ibadet eder, ölü hayvan etini yer, fuhuş yapar, akrabaların hak ve hukukunu gözetmez, komşularımızı unutur ve kuvvetlinin zayıfı ezdiği bir topluluk idik. İşte bizler bu halde iken Allah bize bizden olan bir elçi gönderdi. Biz onun soyunu, doğruluğunu, emanete riayet ettiğini ve temiz huylu olduğunu biliyoruz. Bizi, Allah’ı birleyerek sadece O’na ibadet etmeye, Allah’tan başka kulluk ettiğimiz taşlara itaat etmeyerek onları terk etmeye ve onları inkâr etmeye davet etti. O bize doğru sözlü olmamızı, emanetleri yerine vermemizi, akrabalarla olan ilişkileri kesmememizi, komşulara iyi muamelede bulunmamızı, haramlardan ve (haksız yere) kan dökmekten kaçınmamızı emretti. Bizi bütün kötü şeylerden, yalan sözden, yetim malı yemekten ve namuslu temiz kadınlara iftira atmaktan nehyetti. Ayrıca bize yalnızca Allah’a ibadet etmemizi, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamamızı, namazı, zekâtı ve orucu emretti.’
Cafer ona İslam’ın emirlerini saydı. Cafer sözüne devamla şöyle dedi: ‘Biz de onu kalben kabul edip ona inandık, Allah’tan getirdiği şeylere ve ona tâbi olduk. Sadece Allah’a ibadet ettik, boyun eğdik. O’na hiçbir şeyi ortak koşmadık ve bize haram kıldığı şeyleri haram, helal kıldığı şeyleri de helal kabul ettik. Bunun üzerine, kavmimiz bize düşman kesildi. Bize işkence etti ve bizi Allah’a yaptığımız ibadetten, kulluktan geri döndürüp putlara boyun eğmemiz için dinimizden saptırmak istedi. Önceden helal saydığımız pis şeyleri tekrar helal kabul etmemizi istedi. Onlar bizi ortadan kaldırmak için zulümlerini arttırmaya, bulunduğumuz yerleri dar etmeye ve hele de bizimle dinimizin arasını ayırmaya başladıklarında senin yurduna geldik. Seni diğer kişilere tercih ettik. Senin komşuluğunu arzu ettik. Ey Melik! Senin yanında zulme uğramayacağımızı ümit ettik.’
Necaşi, Cafer’e dedi ki: ‘Yanında Rasûl’ünüzün Allah’tan getirdiği şeylerden bir şey var mıdır?’
Cafer ona dedi ki: ‘Evet, vardır.’
Necaşi şöyle dedi: ‘Öyle ise onu bana oku.’
Cafer ona Meryem suresinin baş taraflarından okumaya başladı. Vallahi Necaşi okunan bu ayetleri işitince ağladı ve gözyaşları sakalını ıslattı. Necaşi’nin âlimleri de ağladılar ve onların gözyaşları da kitaplarını ıslattı. Daha sonra Necaşi müşriklere şöyle dedi: ‘Şüphesiz bu okunan ile İsa’ya gelen şey, tek bir kaynaktan çıkan nurdur. Gidiniz, Allah’a yemin olsun ki onları size teslim etmiyorum. Zaten böyle bir şeyi yapmam da mümkün değildir.’
Kureyş elçileri Necaşi’nin yanından ayrıldıklarında Amr bin el-Ass şöyle dedi: ‘Allah’a yemin ederim ki yarın Melik’in huzuruna, onların kökünü kurutacak bir plan ile geleceğim.’
Bunun üzerine Abdullah bin Ebi Rebia ona dedi ki: ‘Sakın böyle bir şey yapma. Her ne kadar onlar bizim muhaliflerimiz iseler de bizim yakın akrabalarımızdır.’
Sonra Amr ona dedi ki: ‘Vallahi Melik’e; onların İsa bin Meryem’in bir kul olduğunu iddia ettiklerini söyleyeceğim.’
Ertesi gün olunca Amr Melik’e gidip dedi ki: ‘Ey Melik! Onlar İsa bin Meryem hakkında büyük sözler söylüyorlar. İstersen onlara birisini gönder de İsa hakkında ne söylediklerini bir sordur.’
Bunun üzerine Melik onlara bir adam gönderip ne söylediklerini sordurdu. Müslümanlar toplandılar. Birbirleriyle istişare ettiler. Birbirlerine dediler ki: ‘Sizlere İsa bin Meryem hakkında sorulduğu zaman ne diyeceksiniz?’
Dediler ki: ‘Vallahi bu konuda Allah ne buyurmuşsa ve Nebimiz bize ne ulaştırmışsa, başımıza ne gelirse gelsin aynısını söyleriz.’
Müslümanların yanına girdiğinde Necaşi: ‘İsa bin Meryem hakkında ne diyorsunuz?” diye onlara sordu.
Cafer bin Ebi Talip şöyle cevap verdi: ‘Nebimizin bize ulaştırdıklarını diyoruz. İsa Allah’ın kuludur ve elçisidir. O’nun ruhudur. O, Allah’ın tertemiz Meryem’e ilka etmiş olduğu bir kelimesidir.’
Necaşi elini yere vurarak oradan bir çöp aldı. Sonra şöyle dedi: ‘Vallahi senin söylemiş olduğun şeyler ile İsa bin Meryem hakkında bildiğimiz şeyler arasında şu çöp kadar fark yoktur.’
Bunun üzerine o iki Kureyş elçisi onun yanından horlanmış ve kovulmuş olarak çıktılar. Biz ise hayırlı bir komşuluk ve yurt içinde kaldık.’ (İbni Hişam)
Davamızın sonu; âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamddır.
İlk Yorumu Sen Yap