يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِق۪ينَ
“Ey iman edenler! Allah’tan korkup sakının ve sadıklarla beraber olun!”[1]
Allah’ın (cc) adıyla,
Allah’a (cc) hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.
Geçen aylarda konu edindiğimiz Ahzâb Suresi, 70 ve 71. ayetleri incelerken takvalı olmanın kulluk emanetini eda edebilmemiz için gerekli olduğunu, Enfâl Suresi, 29. ayette ise takvalı olan kullara Rabbimizin “Furkân”ı, yani doğru ile yanlışı ayırt edebilme nimetini vereceğini izah etmeye çalıştık.
Bu ayki yazımızda Rabbimizin (cc) bizi kendisiyle istikamete ulaştıran yol işaretlerinden olan “sadıklarla birlikte olmak” konusunu ele alacak ve bir Müslim’in çevre bilincinin nasıl olması gerektiğini anlamaya çalışacağız.
Ey iman edenler! Allah’tan korkup sakının ve sadıklarla beraber olun!
“S-d-k” kökünden türeyen sıdk/sadakat, bir şeyde var olan kuvvet ve dayanıklılığa delalet eder. Doğru konuşmaya sıdk denmesi; doğru sözün güçlü ve kalıcı olması, yalanın ise zayıf ve geçici olmasındandır.[2] Zamanla doğru sözlülük, dürüstlük, yiğitlik, özü sözü bir olma veya bunlara delalet eden eylemler için “s-d-k” kökünden türeyen kelimeler kullanılmıştır.
Konu edindiğimiz ayet, Tebuk Seferi’nden geri kalan Ka’b ibni Mâlik (ra) ve iki arkadaşı hakkında nazil olmuştur.
Tebuk Seferi diğer seferler gibi değildi. Resûlullah (sav) normal zamanlarda ordusuyla sefere çıkacağı zaman nereye doğru gideceğini sahabilere bildirmezdi. Tebuk Seferi’nde havanın çok sıcak, yolculuğun çok uzun ve düşmanın çetin olmasından dolayı Resûlullah (sav), sahabileri sağlam bir şekilde hazırlanabilmeleri için sefer hakkında bilgilendirmişti.
Ka’b ibni Mâlik (ra) bu kıssayı çok uzun ve detaylı bir şekilde bizlere aktarmıştır. Kendisi bu savaş için hazırlık ilanı verilmesinden sonra hazırlanma konusunda ağırdan aldığını, ertelediğini ve ertelemesinin sonucunda da Medine’de savaşa katılamayan münafıklarla birlikte kaldığını anlatır.
Ka’b (ra), Resûlullah (sav) Medine’ye gelinceye kadar nasıl bir mazeret ileri süreceğini kara kara düşünür, bu konuda çevresindekilere danışır. Ancak Resûlullah (sav) geldiğinde kendisi bu konuda doğru söylemeye karar verir.
Resûlullah (sav) seferden döndüğü zaman sünneti üzere iki rekât namaz kılar ve mescidde oturur, insanlarla hasbihâl ederdi. Resûlullah (sav) mescidde otururken münafıklar hiçbir karşılığı ve gerçeklik payı olmayan basit mazeretler öne sürdüler. Resûlullah (sav) onları söyledikleri gibi kabul etti ve sinelerinde olanı Allah’a (cc) havale etti.
Ka’b (ra) geldiğinde ise Resûlullah’ın (sav) tavrı değişti, kızgın bir gülümsemeyle Ka’b’a (ra) baktı ve “Neden sefere katılmadın? Bineğini satın almamış mıydın?” diye sordu. Ka’b (ra) şöyle cevap verdi: “Ey Allah’ın (cc) Resûlü! Vallahi eğer karşımda sıradan bir insan olsaydı ben ona yalan söyleyerek onu ikna eder, kendime inandırabilirim. Benim böyle bir kabiliyetim vardır. Ancak şunu da biliyorum ki ben şimdi benden razı olmanı sağlayacak bir yalan söylersem Allah (cc) sana bunu bildirecektir. Ancak senin bana kızacağını bildiğim hâlde doğruyu söylersem vallahi Allah’ın (cc) benim hakkımda güzel bir sonuç takdir edeceğini ümit ediyorum. Ve ey Allah’ın Resûlü! Vallahi savaşa katılmama konusunda hiçbir mazeretim yoktu. Hatta bu sefer sırasında sahip olduğum imkâna daha önce hiç sahip olmadım.”
Resûlullah (sav) söyle buyurdu: “Buna bakın, doğru söyledi. Allah (cc) senin hakkında hükmünü indirinceye kadar kalk!”
Ka’b (ra) kendisiyle birlikte Hilâl ibni Umeyye (ra) ve Murâre ibni Rabîa’nın (ra) savaştan geri kaldığını ve onların da kendisi gibi hiçbir mazeret ileri sürmeksizin dürüst bir şekilde durumlarını Resûlullah’a (sav) bildirdiğini anlatır. Bunun üzerine Resûlullah (sav) bu üç sahabi ile ailelerinin dahi hiçbir şekilde muhatap olmamasını ve tüm sosyal ilişkilerin kesilmesini emretmiştir. Ka’b (ra) bu sürecin elli gün sürdüğünü ve bu elli gün boyunca Medine sokaklarının kendisine ne kadar dar geldiğini anlatmıştır. Ellinci günde ise Tevbe Suresi 117, 118 ve 119.ayetler nazil olmuş, tevbelerinin kabul olduğu tevbeleri çokça kabul eden Allah (cc) tarafından bildirilmişti.
Ka’b ibni Mâlik (ra) tevbesinin kabul olması üzere şöyle der: “Ey Allah’ın Resûlü! Şüphesiz Allah beni ancak doğrulukla kurtardı ve yine tevbemin bir gereği de hayatta kaldığım sürece doğrudan başka bir söz söylememektir.” Ve devamında şu öğütte bulunur: “Allah’a yemin ederim ki Resûlullah’a (sav) o sözlerimi söylediğimden bu yana bugünüme kadar doğru sözlülükten ötürü Allah’ın beni sınadığından daha güzel bir şekilde hiçkimseyi sınamış olduğunu bilmiyorum. Allah’a yemin ederim ki ben o sözleri Resûlullah’a (sav) söylediğimden itibaren bu günüme kadar bir defa dahi kasten yalan söylemeye kalkışmadım. Hayatımın geri kalan kısmında da Allah’ın beni korumasını ümit ederim.”[3]
Enfâl Suresi, 29. ayette Allah’ın (cc) kullarına takva ile birlikte furkanı, yani doğru ile yanlışı birbirinden ayırabilmeyi verdiğini açıkladık. Ancak bu kıssadan anlıyoruz ki bir kimsenin istikamet üzere kalabilmesi için takva ve furkan yeterli değildir. Bir kimsenin istikamet üzere kalabilmesi için bunlarla birlikte gereken bir başka esası yazımıza konu edindiğimiz ayetten öğreniyoruz: Sadıklarla birlikte olmak.
Ka’b ibni Mâlik (ra) ve arkadaşları Resûlullah’ın (sav) sahabesindendi. Resûlullah’a (sav) biat etmiş takvalı kişilerdi. Ka’b’ın (ra) dediği gibi, kendisi hem Akabe Biatı’nda bulunmuş hem de Resûlullah (sav) ile birçok savaşta yer almıştı. Ancak Tebuk Seferi sırasında sadıklarla, yani savaşa katılanlarla birlikte olamamış, neticesinde ise savaştan geri kalmıştı.
Sadıklardan olmak için
Sadıklardan/Doğru sözlülerden olmak istiyorsak ilk olarak yapmamız gereken, sürekli bir şekilde konuşmalarımıza dikkat etmektir. Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:
“Size doğruluğu emrediyorum, çünkü doğruluk insanı iyiliğe götürür, iyilik de cennete. Kişi doğru söylemeye devam eder, tâ ki Allah katında doğrulardan/sıddıklardan yazılıncaya dek. Sizi yalandan sakındırıyorum, çünkü yalan fücura, fücur da insanı ateşe götürür. Kişi yalan söylemeye devam eder tâ ki yalancılardan yazılıncaya kadar.”[4]
Okuduğumuz ayet hakkında İbni Mes’ûd (ra) şöyle der: “Yalan söylemek, ne ciddi ne de şaka olarak uygun değildir. Sizden biri, çocuğuna bir şey vadettiğinde sözünü mutlaka yerine getirsin. Dilerseniz şu ayeti okuyun: ‘Ey iman edenler! Allah’tan korkup sakının ve sadıklardan olun!’ Yalan söyleme konusunda herhangi bir ruhsat görüyor musunuz?!”[5]
Ayetten öğrendiğimiz bir diğer hakikat, sosyal çevremizle ilgilidir. Hayatımızda edinmek istediğimiz bir ahlak ve mazhar olmak istediğimiz bir amel varsa çevremizi buna göre şekillendirmemiz gerekir. İnsan, çevresindeki beş kişinin ortalamasıdır. Yani kimlerle oturup kalkıyorsa, kimlerle vakit geçiriyorsa insan o kişilerdir. Bir kimsenin “Çevremdeki insanlar böyle, ama ben onlar gibi değilim.” sözü ne şer’i hakikate ne de fıtri gerçekliğe uygundur. Kim gibi olmak istiyorsak o ahlaka ve karakteristik özelliklere sahip olan insanlarla birlikte olmamız gerekir.
Ebû Mûsâ El-Eş’arî’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:
“İyi arkadaş ile kötü arkadaşın misali, misk taşıyan ile demirci körüğü üfleyen kimsenin misaline benzer. Misk taşıyan bir kimse ya sana bir miktar ikram eder ya sen ondan satın alırsın yahut ondan sana hoş bir koku gelir. Körük üfleyen kimse ise ya (saçtığı kıvılcımlarla) elbiselerini yakar ya da (ondan) kötü bir koku alırsın.”[6]
Yazımıza konu edindiğimiz ayet hakkında İbni Mes’ûd’un (ra) “من الصادقين/sadıklardan (olun)”[7] şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. Ayetlerin farklı kıraatleri tefsir özelliği taşır ve buna göre, ayeti şu şekilde anlayabiliriz: Sadıklardan olabilmemiz için sadıklarla; doğru sözlü insanlarla birlikte olmamız gerekir.
Tüm bunlarla birlikte kişinin kendini ıslah ve imarı için çevresini salih insanlardan oluşturması onun için her türlü faydadır. Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın (cc), yeryüzünde dolaşıp zikir meclisi arayan melekleri vardır. Allah’ı zikreden bir topluluğu buldukları zaman, ‘Gelin gelin, bulduk!’ diye birbirlerine seslenirler. Sonra gelip o meclisin etrafında otururlar. Kanatlarını dünya semasına kadar gererek tamamını kuşatırlar. Onları en iyi bilen olduğu hâlde Rableri, onlara sorar: ‘Kullarım ne diyor?’
‘Kulların seni tesbih ediyorlar, tekbir getiriyorlar, tahmid ediyorlar, temcid (tazim) ediyorlar.’ derler.
Allah sorar: ‘Peki, onlar beni gördüler mi?’
‘Hayır. Vallahi seni görmediler.’
Allah tekrar sorar: ‘Ya beni görmüş olsalardı, durumları nasıl olurdu?’
‘Eğer seni görmüş olsalardı daha çok ibadet, daha çok tahmid ve daha çok tesbih ederlerdi.’ derler.
Rabbleri yine sorar: ‘Peki, ne istiyorlar?’
‘Senden cenneti istiyorlar.’ derler.
Allah, ‘Peki, onlar cenneti gördüler mi?’ diye sorar.
‘Hayır, Vallahi ya Rabbi, onu görmediler!’ derler.
Allah sorar: ‘Ya onu görmüş olsalardı, durumları nice olurdu?’
‘Tabii ki ona karşı arzu ve rağbetleri daha da çok olurdu.’ derler.
Rabbleri tekrar sorar: ‘Onlar neden sakınıyorlar?’
‘Cehennemden sakınıyorlar.’ derler.
Allah yine sorar: ‘Onu gördüler mi?’
‘Hayır, Vallahi onu görmediler!’ derler.
Allah, ‘Ya onu görmüş olsalardı, durumları ne olurdu?’ diye sorar.
‘Elbette ondan daha çok korkar ve daha çok kaçarlardı.’ diye cevap verirler.
Bunun üzerine Allah şöyle buyurur: ‘Sizi şahit tutuyorum, ben onları bağışladım.’
Meleklerden bir tanesi bunun üzerine şöyle der: ‘Ama içlerinde zikir için değil de sadece bir işi için gelip oturan falan kimse de vardır.’
Allah, ‘Böyle bir topluluğun arkadaşları da bedbaht/şakî olamaz.’ diye buyurur.”[8]
Evet, edinmek istediğimiz ahlaki özellikleri kendisinde bulunduran insanlarla aynı ortamları paylaşmamız bizim için her türlü faydadır. Onlar gibi salih amellerimiz, zikirlerimiz, namazlarımız, ilmimiz, fedakârlıklarımız… olmayabilir. Bu konuda şeytanın, “Sen onlar gibi değilsin, olamazsın da! Git, kendi dengin kişilerle otur.” vesveselerine kulak vermemek gerekir. Onlar gibi olamasak da onlarla birlikte olanlar, Allah’ın (cc) rahmeti ve keremiyle bedbaht olmaz.
[1] 9/Tevbe, 119
[2] Mu’cemu Mekâyîsi’l Luğa, 3/339-340; Tehzîbu’l Luğa, 8/276-278, s-d-k maddeleri
[3] bk. Buhari, 4418; Müslim, 2769
[4] Buhari, 6094; Müslim, 2607
[5] İbn Cerîr, 12/69, 70; İbn Ebî Hâtim, 6/1906; İbn Ebî Şeybe, 8/403; Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, (4789, 4790)
[6] Buhari, 5534; Müslim, 2628
[7] İbn Cerîr, 12/69, 70’te, İbn Ebî Hâtim, 6/1906’da bu kıraatle rivayet etmiştir.
[8] Buhari, 6408; Müslim, 2689
İlk Yorumu Sen Yap