Ahzab Savaşı’nın Ardından

Müşrikler kaçtııııı… Müşrikler kaçtıııı sesi çınlıyordu Medine sokaklarında. Kadın ve çocuklar o kadar sevinmişlerdi ki; kimi tekbir getiriyor, kimi şükür secdesi yapıyor, kimi el açmış Allah’a hamd ediyordu.

Rasûl ve sahabesi hemen dönmediler savaş alanından. Toparlanmak epey zamanlarını aldı. Döndüklerinde açlık ve uzun süren kuşatma nedeniyle her biri çok yorgundu. Yahudilerin onları arkadan vuran ihanetleri ve münafıkların ortalığı karıştıran söylemleri de zihnen yormuştu müslümanları.

Rasûl her zaman yaptığı gibi önce mescide giderek iki rekat namaz kıldı, ardından da evine geçti. Hanımı su hazırlamıştı. Yıkanmak için ayrılan bölüme geçtiğinde Cebrail aleyhisselam geldi. Rasûl’e:

“Silahını bıraktın mı? Melekler bırakmadılar. Ben senin önünde yürüyerek Yahudilerin kalelerini sarsacağım, kalplerine korku salacağım.” dedi.

Peygamber’imiz hemen giyinerek çıktı ve  birini görevlendirdi. “Kim dinliyor ve itaat ediyorsa ikindiyi Kureyza yurdunda kılsın.” buyurdu. Her ne kadar çok yorgun da olsalar herkes hemen hazırlanıp yola düştü. Tam üç bin kişi toplanmıştı. Bizim ufaklıklarda kalabalığın arasına karışarak yola çıktılar. Kureyzaoğullarının kalelerine doğru hareket ettiler.

Yolda ikindi namazının vakti girmişti. Sahabe kendi aralarında nasıl davranacaklarını bilemediler. Rasûl namazı Kureyza’da kılın demişti. Oraya varıncaya kadar vakit çıkardı. ‘Bunu söylemesinin sebebi sahabesinin süratle evden çıkmalarını istemeseydi’ dedi birileri. Bir başka grup ise Rasûl’ün sözüne misli misline  itaat etmek gerektiğini, onun sözüne muhalefet etmenin haram olduğunu söyleyerek ikindiyi Kurayza’ya varmadan kılmamak gerektiğini ileri sürdüler.

Bu ihtilaf bizimkilerin arasını da bozmuştu. Rafi ısrarla ikindiyi kılmamaları gerektiğini söylüyordu. Kur’an’dan ezberlediği ayeti okuyordu sürekli. “Onun emrine muhalefet edenler başlarına bir bela ve fitne gelmesinden korksunlar.”

Salim ile Hubeyb ise ikindi namazının en önemli namazlardan olduğunu, kaçıranın dünya ve içindekileri kaybedecek kadar zararda olacağını söylüyorlardı. Bu söz de Rasûl’ün sözüydü… Offf ne yapacaklardı şimdi?

En iyisi herkes kendi anladığı şekilde davranmalıydı. Hubeyb ve Salim namazlarını kıldılar. Rafi ise erteledi…

Nihayet grup Kureyzaoğulları’nın kalelerine vardı ve kaleyi kuşattı. İçeride heyecanlı bir bekleyiş vardı. Çünkü Kurayzalılar yaptıkları hatayı çok iyi biliyorlardı. Rasûl ile anlaşmış, ancak savaş anında anlaşmayı bozmuşlardı. Bu ihanetin bedeli ağır olacaktı.

Yahudi lideri Kab bin Esed tüm erkek, kadın ve çocukları toplayarak:

“Üç seçeneğiniz var:

  1. Ya Muhammed’in dinine gireceksiniz, kendinizi kurtaracaksınız. Ki biz zaten biliyoruz ki Muhammed hak peygamberdir.
  2. Ya çocuklarınızı ve kadınlarınızı esir düşmemeleri için kendiniz öldüreceksiniz ve ölene kadar savaşacaksınız.
  3. Yahut cumartesi gününe kadar sabredip cumartesi günü müslümanlara saldıracaksınız. Onlar sizin cumartesi asla savaşmayacağınızı biliyorlar.” dedi.

Kab bin Esed’in sözü bitmişti. Herkes kendi kendine homurdanmaya başladı. Üç seçenek de işlerine gelmemişti. Kabul etmediler.

Bundan böyle artık yapacak hiçbir şey yoktu. Muhammed’in onlar hakkında vereceği hükmü beklemeye başladılar.

Aslında kaleleri çok güçlü idi. silahları da vardı. Direnseler uzun müddet dayanabilirlerdi. Müslümanlar ise Ahzab savaşından yeni çıkmıştı. Soğuk, açlık , stres, yorgunluk onları perişan etmişti. Bu da Yahudiler için büyük bir avantajdı. Fakat buna rağmen müslümanlara karşı koyma cesaretini kendilerinde bulamadılar. Çünkü Allah onların kalplerine korku salmış, maneviyatları azalmıştı.

Yahudiler, Rasûl’ün  hükmüne razı olacaklarını bildirdiler.

Tüm erkeklerin elleri bağlanarak bir eve toplandı. Kadın ve çocuklar ayrı bir yere sevk edildiler.

Rasûl, Sa’d bin Muaz’ın gelmesini ve Yahudiler hakkında onun karar vermesini istedi. Sad :

“Verdiğim hükme uyulacak mı?” dedi.

Rasûl başıyla ‘Evet’ işareti yaptı.

Herkes nefesini tutmuş Sa’d’ın ağzından çıkacak hükmü bekliyordu.

Ufaklıklar çok fark edilmemek için olayların yaşandığı bölgeye pek yanaşmıyorlardı. Onlar da merak içindeydiler.

Sa’d hükmü açıkladı:

“Erkeklerin öldürülmesine, kadın ve çocukların esir edilmesine, tüm malların müslümanlara ganimet olarak pay edilmesine hükmediyorum.” dedi.

Rasûl:

“Sen onlar hakkında yedi kat gökte verilen Allah’ın hükmüyle hükmettin.” buyurdu.

Yedi yüz erkek ihanetleri nedeniyle öldürüldü. Bu ihanet bir savaş suçu idi. Affedilmesi imkansızdı. Bunun ardından esirler ve mallar taksim edildi.

Sa’d bin Muaz bir çadıra taşınmıştı. Orada yarasından kanlar akmaya başladı ve vefat etti. Rasûl hemen cenazenin defnedilmesini emretti. Sahabe Sa’d’ı omuzlarına aldığında çok hafif olduğunu söyleyince Rasûl:

“Onu melekler taşıyor.” buyurdu.

Verdiği hüküm Allah’ın hükmüyle aynı olan bir insan olmak da, cenazesini meleklerin taşıdığı bir insan olmak da ne büyük şeref diye düşündü herkes.

Dersler, ibretler içerisinde Medine’ye geri döndüler.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver