ABBASİLER DÖNEMİ

Kitabın Yazarı: Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma

Yayınevi: Beyan Yayınları

Basım Tarihi: 27. Baskı, Aralık 2018

Sayfa Sayısı: 155

Ebat: 13,5 X 21,0 cm

Kitap Hakkında

Bu yazımızda da Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma Hoca’dan devam edecek ve “Abbasiler Dönemi” kitabını tanıtacağız. Her zaman olduğu gibi, “Amacımız, günümüzü anlayabilmek için geçmişimizden alacağımız dersler olduğunu göstermektir. Yazdıklarımızın bize hiçbir faydası olmayacaksa, salt bir kültürel bilgi olarak neden geçmişin olaylarıyla beyinleri işgal edelim ki?”[1] Bundan mütevellit, geçmişten günümüze bir köprü mesabesindeki tarihimizi ibret dairesinde okumaya devam ediyoruz.

Osmân’nın (ra) vefatından sonra insanlar hilafet makamının bir aileye tahsis edildiğine inanmaya başladılar. Bu inanç Emevilerin de katkısıyla insanlar arasında genel geçer bir kaide imiş gibi yerleşti.[2] Yönetime artık ehil olan değil, ehli olan geliyordu. Yani herhangi biri Emevi ailesindense o konuma layık olup olmadığı önemli değildir, aileden olması yeterlidir. Bu yüzden her bir aile tahta geçmek için birbirleriyle mücadele ediyordu. Asr-ı Saadet’te mal ve makam hayırlı insanların peşinde koşuyordu. Ancak “asrı şekavet”te ise şerli insanlar mal ve makam peşinde koşuyorlar. Amaç dünya olunca okuyacağımız sonuç kaçınılmaz.

Abbâs ailesi Allah Resûlü’nün (sav) yakınları olduğundan en başından beri yönetime en layık olanların kendileri olduğunu düşünüyorlardı. Bu yüzden başa geçmeyi canla başla arzuluyor ve bunun için Emevi ailesiyle mücadele ediyorlardı. Ne var ki bu makamı Emevilerden bir türlü alamamışlardı. Yıllarca süren taht kavgalarından sonra H 132. senede Mervan ibni Hakem’in feci bir şekilde öldürülmesiyle Emevi saltanatı son bulmuştu.[3] Ondan sonra yönetime Abdullah ibni Muhammed’in geçmesiyle artık saltanat Abbasoğullarından devam edecekti.

Emevilerin hilafeti gasbedip yönetimi ele geçirdikleri gibi Abbasiler de Emevilerden alıp ele geçirmişlerdi. Bir yönetim yıkıldıysa yerine daha iyisi inşa edilmesi gerekirken ne yazık ki yazarın da ifade ettiği gibi saltanat hegemonyası sürüp gitmişti.[4] Emevilerin ısırıcı sultanlıkları Abbasilere tevarüs etmiş, onlar da miras aldıkları zulmü üstüne ekleyerek sürdürmüşlerdi. 155 sayfalık bu eserde sayfaları çevirdikçe menfi manada, bir ümmetin hidayetten dalalete nasıl evrildiğini görüyoruz.

Abbasilerin bu zulümleri devam ettirmelerinin yanı sıra ortaya çıkan itikadi savrulmalara zemin oluşturup, sonra da yayılmasını sağlamaları, tarihte bu özellikle ön plana çıkmalarına sebep olmuştur. El-Memun’un Rafiziliğini ve el-Vasık’ın Mutezileliğini örnek verebiliriz. 200 sene gibi kısa bir süreden sonra Muhammed’in (sav) minberinden bu sapkın inançların dayatılması yürekleri sızlatıyor doğrusu. Okunan her bir satır âdeta bir oka dönüşüp kalbe saplanıyor…

Bununla birlikte Allah Resûlü’nün (sav), “Benim ümmetimden bir grup hak üzere devam edecektir.”[5] sözünün yansımalarını da en bariz şekliyle bu dönemde görüyoruz. Bu itikadi sapkınlıkların karşısında yer alan ve bu uğurda birçok eziyete maruz kalan Rabbani âlimlerin sergiledikleri tavizsiz duruşa kitapta oldukça yer verilmiş olması yüreklere su serpiyor. Ebû Hanîfe’nin (rh) hapsedilip orada zehirlenerek vefat etmesi, İmam Mâlik’in (rh) bağlattırılıp kamçılanarak kolunu kaybetmesi, İmam Ahmed’in (rh) zincire vurulup kırbaçlanması ve son olarak Ahmed ibni Nasır el-Huzai’nin (rh) işkenceler altında deri parçasına sarılarak boynunun vurulması… Tüm bunları okumak acı olsa da o gün bu olaylara şahit olanlara güç verdiği gibi bugün de okuyanlara güç veriyor. İnsan, “Allah’a itaat ederek ölüm, Allah’a isyan ederek yaşamaktan daha hayırlıdır.” esasını yeniden hatırlıyor.[6]

Emevi Dönemi’nin nadir olumlu taraflarından biri de kâfirlere karşı takınılan sert tutum ve şiddetli mücadeleydi. O dönemde her şeye rağmen cihad ediliyor ve fetihler gerçekleşiyordu. İslam toprakları olabildiğince genişlemişti. Ehlisalibin üzerinde büyük bir korku vardı. İslam’ın izzeti muhafaza ediliyordu. Ancak Abbasiler bu güzelliği de kuruttular. Köşe kapmaca oynar gibi taht kapma derdine düştüler. Onlar saraylarında refah içerisinde keyif sürerken dünyevi ihtiraslarının ceremesini onlar adına birbiriyle savaşan mustazaf halk çekiyordu. Çok basit nedenlerle binlerce hayat kaybediliyordu. Bunu fırsat bilen kâfirler ümmetin üzerine üşüşüp büyük zararlar veriyor, insanları haçın gölgesi altında yaşamaya mahkûm ediyorlardı. Zira hüküm buydu; “Allah’a ve Resûl’ne itaat edin. Çekişip tartışmayın. Yoksa, bozguna uğrarsınız ve gücünüz dağılıp gider.”[7]

Tabii her zaman diliminde olduğu gibi o zamanda da bir istisna olarak Harun Reşid gibi şahsiyetler de yok değildi. Kendisinden öncekilerin aksine âlimlere değer veriyor, ülke işlerinde onlarla istişare ediyor, huzurunda misafir ederek kendisine nasihatlerde bulunmalarını istiyordu. İmam Ebû Yûsuf, İmam Şâfiî, Fudayl ibni İyâd, Abdullah ibni Mubârek onlardan bazılarıdır. Harun Reşid âlimlerden aldığı irşat ve teşvikten kaynaklı olacak ki kâfirlere karşı övülesi bir mücadele vermiştir. Rum Kralına karşı şu güzel tutumunu örnek vermeden geçemeyeceğim:

“Bizans Devleti, İslam Devleti ile olan antlaşmaları askıya aldı. Rum Tekfuru bununla da yetinmeyerek, Harun Reşid’e hem alaylı hem de tehditkâr bir mektup gönderdi ki, o mektubunda şöyle diyordu:

‘Bizans Kralı Tekfur’dan, Arap Kralı Harun’a;

Benden önceki Bizans Kraliçesi, seni kale, kendisini de piyon makamına koymuştu. Bu şekilde kendisini senden aşağı gördüğü için de mallarının birçoğunu sana göndermişti. Böyle bir hareket, kadınların zayıflığı ve ahmaklıklarındandır. Onun için mektubum sana ulaşır ulaşmaz, onun sana gönderdiği malları derhal geri gönder. Bunu yapmazsan, aramızdaki meseleyi kılıç halledecektir!’

Harun Reşid, Bizans Kralından bu mektubu alınca, âdeta deliye döndü: Bir kâfir devlet başkanı, İslam Halifesine nasıl böyle bir tehdit savurup, böylesine çirkin mektup yazabilirdi? Harun Reşid o kadar gazaba gelmişti ki, yanında bulunan erkândan hiç kimse onun yüzüne bakamıyor, bir söz söyleyemiyordu. Harun Reşid, daha sonra kalem ve mürekkep isteyerek, Bizans Kralının mektubunun arkasına şunları yazdı:

‘Bismillahirrahmanirrahim

Emiru’l-Mu’minin Harun’dan, Bizans köpeği Tekfur’a! Ey kâfir olan kadının oğlu, haberin olsun ki mektubunu okudum! Cevabım ise, duyacağın değil, göreceğindir!’

Harun Reşid, bu mektubu yazdıktan hemen sonra, rivayetlere göre de aynı gün Bizans üzerine hareket etti.”[8]

İşte bu manada yazarın kitabında dönemin güzel yön ve yöneticilerinden bahsetmesi tarihi adilane bir şekilde aktardığını göstermektedir.

“Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri geldiğinde ne bir saat/bir an onun gerisinde kalır ne de önüne geçebilirler.”[9]

Evet, Abbasiler de bizden önce bir ümmetti ve geldi, geçti. İyilikleriyle, kötülükleriyle Rabblerinin huzuruna getirileceklerdir. Bize düşen, üzerinde bulunduğumuz zaman diliminde nübüvvet menheci üzerine inşa edilen bir yönetimin gölgesinde yaşamayı arzularken bu devrandan dersler çıkarmaktır. Bunun yollarından biri de kitaplarda buluşmaktır.

O hâlde kitaplarda buluşmak üzere, Allah’a (cc) ısmarladık…


[1]. Abbasiler Dönemi, Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Beyan Yayınları, s. 11

[2]. Bu inancın en bariz örneği Abbasiler Dönemi’nde birçok Türk’ün halifeyi ilga etmelerine rağmen yerine kendileri geçmeyip aynı aileden diğer insanları başa geçirmeleridir.

           Bu düşüncenin daha Allah Resûlü (sav) vefat etmek üzereyken oluşması gerçekten dikkat çekicidir.

           Abdullah ibni Abbâs’tan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

           “Alî îbni Ebî Tâlib (ra) Allah Resûlü’nün vefatıyla sonuçlanan hastalığında onun (sav) yanından çıktı. İnsanlar: ‘Ey Eba Hasen, Allah Resûlü (sav) sabahı nasıl etti’ diye sordular. Alî, ‘Allah’a hamdolsun iyileşmiş olarak sabahladı’ dedi.

           Abbâs ibni Abdulmuttalib elinden yakalayarak ona dedi ki, ‘Allah’a yemin ederim üç gün sonra sen asanın kölesi olacaksın (bu sözlerinden pişman olacaksın).’ Allah’a yemin ederim ben Allah Resûlü’nün bu hastalığından iyileşmeden vefat edeceği görüşündeyim. Çünkü ben ölüm esnasında Abdulmuttaliboğullarının yüzlerinin nasıl bir hâl aldığını çok iyi biliyorum. Kalk da beraberce Allah Resûlü’ne (sav) gidelim ve ona bu (yönetim) işinin kimler arasında olacağını soralım. Eğer bizde olacaksa bunu öğrenmiş oluruz. Bizden başkasının eline geçecekse bunu da öğrenmiş oluruz. Bizim hakkımızda da tavsiyede bulunur. Alî dedi ki: Allah’a yemin ederim eğer biz bunu Allah Resûlü’nden (bize vermesini) isteyecek olup da onu bize vermezse ondan sonra insanlar onu bize asla vermeyeceklerdir. Allah’a yemin ederim ki ben bu işi Allah Resûlü’nden (sav) asla istemeyeceğim.’ ” (Buhari, 4447)

[3]. “Biz bu günleri insanlar arasında döndürür dururuz.” (bk. 3/Âl-i İmran, 140) Tanıttığımız çok küçük hacme sahip olan son üç kitap üzerinden bile tarihe baktığımızda birilerine zulmederek işe başlayanların başka birileri tarafından zulüm görerek sonlandıklarını ayan beyan görüyoruz…

[4]. bk. Abbasiler Dönemi, Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Beyan Yayınları, s. 10

[5]. bk. Müslim, 1920; Ebu Davud, 4252; Tirmizi, 2229

[6]. bk. El-Mu’cemu’l Kebir, Taberani, Mektebetu İbni Teymiyye, 20/90; Hilyetu’l Evliya, Ebu Nuaym, Matbuatu Saade, 5/165

[7]. bk. 8/Enfâl, 46

[8]. Abbasiler Dönemi, Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Beyan Yayınları, s. 83-84

[9]. 7/A’râf, 34

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver