Kureyşliler çocuklarının sağlığı ve daha fasih bir şekilde Arapça konuşabilmeleri için onları nispeten havası daha uygun olan bölgelere gönderiyorlardı. Allah Rasûlü de çocukluğunda Kureyş’ten bu sebep ile bir süreliğine uzaklaşmıştır. Halime’nin kontrolünde büyüyen Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem burada birçok hadise başından geçmiştir. Özellikle Halime’nin ailesinin etrafında ve evinde görünen bariz bereket bunlara bazı örneklerdir. Geçen yazımızda bunlara kısaca değinmiştik.
Mekke’den uzakta süt annesi ile kalırken başından geçen en önemli hadise ise Müslim’de Enes’in radıyallahu anh bize rivayet ettiği Şakku Sadr, yani Allah Rasûlü’nün göğsünün yarılması hadisesidir. Enes radıyallahu anh şöyle anlatıyor:
“Peygamber’e Cebrail geldi. Peygamber Efendimiz o esnada diğer çocuklarla oynamaktaydı. Cebrail onu alıp yere yatırdı; kalbini yardı, kalbini dışarı çıkardı. İçinden siyah bir kan pıhtısı çıkarıp attı. ‘Bu, şeytanın payıdır’ dedi. Sonra kalbini zemzemle yıkadı. Yıkadıktan sonra kalbini yerine koydu ve göğsünü kapattı. Oyun arkadaşları olan çocuklar Halime’ye koşarak: ‘Muhammed öldürüldü, yanına varın, rengi sararmıştı’ dediler. Enes bu hususta der ki: ‘Ben, Peygamber Efendimizin göğsündeki yarık izini görmüştüm.’ dedi”
Bu hadise gerçekleştikten sonra Halime çok endişelenmiş ve kısa bir zaman sonra Muhammed’i sallallahu aleyhi ve sellem ailesine teslim etmiştir.
Daha önceki yazılarımızda Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem doğumu sırasında gerçekleştiği iddia edilen bazı olayların uydurma olduğuna dikkat çekmiştik. Özellikle vurguladığımız nokta şuydu:
Biz dinimizi sağlam temeller üzerine bina ederiz. Sağlam temellerden kastımız ise sahih olan rivayetleri doğru bir fehm ile yani selefin anlayışı ile anlamaktır.
Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem doğumundan sonra gerçekleştiği iddia edilen rivayetlerin ise sahih senetle geldiği görülmemiştir. Bununla beraber Şakku Sadr hadisesi ise sahih bir rivayettir. O yüzden böyle bir olayın vuku bulması mümkün mü değil mi, bu olay aklımıza yatıyor mu yatmıyor mu, bunlara bakmadan rivayeti kabul ederiz.
Bu hususa özellikle burada vurgu yapmamızın sebebi insanların bizleri ‘İşlerine gelen delilleri kabul ediyorlar’ diyerek itham etmelerinin temelsiz bir iddia olduğunu ortaya koymaktır. Eğer bizler delilleri aklımıza göre doğrulayıp, reddedecek olsaydık ilk önce Peygamberin göğsünün yarılması hadisesini yalanlamamız gerekirdi.
Fakat bizim ölçümüz birilerininki gibi, heva ve heveslerin şekillendirdiği akıl ve duygular değil, sahih delillerdir. Velev ki sonuç aklımıza yatmasa, nefisimizin hoşuna gitmese de.
Bu hadise aynı zaman da bize kalplerimizin durumunu da hatırlatmalıdır. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şeytanın her çocuğa muhakkak dokunduğunu ve bunun kalpte bir etkisi olduğunu söylemiştir. Aynı şekilde Allah subhanehu ve teâlâ ayeti kerimede kalpte fücur ve takvanın beraber olduğunu bize bildirmiştir.
“Sonra da ona iyilik ve kötülükleri ilham edene yemin ederim ki. Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” (91/Şems, 8-10)
Bu ve benzeri rivayetler, tezkiye etmeyi unuttuğumuz ya da ertelediğimiz kalplerimize bir kez daha yönelmemiz için birer uyarıdır. Çünkü kalp komutan diğer azalar ise askerdir. Kalp melik diğer azalar ise tebadır. Kalp sahih olduğu müddetçe diğer organlardan ortaya çıkacak olan amellerde düzgün olacaktır.
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Mekke’ye geri döndükten sonra annesi ile beraber dayılarına yaptığı bir ziyarette annesini kaybetmiştir. Daha 6 yaşında bir çocuk annesiz ve babasız bir halde dedesinin himayesi altında yaşamaya başlıyor.
Düşünüldüğünde bu gerçekten çok ağır bir imtihandır. Bu imtihanın birçok hikmeti olabilir. Fakat Allah Rasûlü’nün daha sonraki yaşamını gözümüzün önüne getirdiğimizde, Allah’ın onu ağır bir yüke hazırladığını görmekteyiz. Dağların dahi kabullenmekten çekindiği, eğer üzerine indirilse paramparça olacağı bir yüke…
Bu yükü kaldıracağını iddia etmekle gerçekten bu sorumluluğun hakkını vermek çok farklıdır. Allah Rasûlü bu davayı omuzlamış ve onun hakkını vermiştir. İşte bu sürece başlamadan önce Allah subhanehu ve teâlâ onu imtihanlar ile zor ve meşakkatli bir yolculuğa hazırlamıştır. Allahu alem.
Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem daha çocukken anne ve babasını, çok kısa bir süre sonrada çok sevdiği dedesini kaybetmesinin başka bir hikmeti de şu olabilir:
Allah subhanehu ve teâlâ habibinin sadece kendi gözetiminde yetişmesini istemiş olabilir. Gerçekten insanın fıtratı yalnız ve sıkıntılarla baş başa kaldığında Allah’a yönelecek şekilde yaratılmıştır. Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem durumu da tam olarak buna uygundur.
Özellikle Peygamberlik gelmeden önce Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem hayatında var olan bazı hadiseler Allah’ın Peygamberini cahiliye toplumunda kendi halinde bırakmadığının en bariz örnekleridir. Bu hususta varid olan birkaç örneği zikredelim:
Câbir radıyallahu anh şöyle naklediyor: “Kâbe yeniden yapıldığı zaman Peygamberimiz ve Abbas taş taşımaya başladılar. Abbas Efendimize dedi ki: ‘İzarını çözüp omzuna koy, bu suretle omzunu taşların zarar vermesinden koru!’ Peygamberimiz de böyle yaptı ve derhal baygın olarak yere düştü. Sonra ayılıp ayağa kalktı ve: ‘İzarım, izarım!…’ diye bağırmaya başladı. Oradakiler de derhal izarını üzerine bağladılar.” (Muttefekun Aleyh)
Ali’den radıyallahu anh şöyle rivayet edilmektedir: “Ben Resûlüllah´ın sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dediğini işittim: ‘Câhiliye devrinde kadınların da katıldığı eğlence ve müsamerelere ancak iki defa katılmayı düşünmüşümdür. Her iki gecede de bu eğlencelere katılmaktan Allah beni korumuştur. Bunlardan birincisinde ben; birlikte koyunlarımızı otlatmakta olduğumuz arkadaşlardan birine, benim koyunlara da bakıvermesini rica edip eğlence yerinin yolunu tuttum. Mekke´ye girdiğimde bir evin kenarından geçerken bir düğün eğlencesine rastladım. Defler çalınıp, düdükler öttürülmekte idi. Birine sordum: ‘Burada ne oluyor?’ diye. O da: ‘Falancanın oğlunu falanın kızıyla evlendiriyorlar.’ diye cevap verdi. Orada bana öylesine bir ağırlık bastırdı ki, hemen uyuya kalmışım. Allaha yemin ederim ki, beni ancak ufukta yükselen güneşin yakıcı sıcağından başka birşey uyarmış değildir. Sonra arkadaşıma döndüğüm zaman bana ‘ne yaptığımı’ sordu. Ben de: ‘Hiç bir şey yapmadım. Yolda giderken bir düğün evinin kenarında uyuyakalmışım’ dedim. Başka bir günün gecesinde arkadaşıma aynı ricada bulundum. O da ricamı kabul etti. Koyunları ona emanet ederek Mekke´deki müsamereye katılmak üzere yine yola koyuldum. Yine yolumun üzerinde bir düğün vardı. Onu seyredeyim derken, yine uyuyakalmışım. Allaha yemin olsun ki, yine beni uyaran sadece güneşin yükselerek sıcağıyla beni uyandırması olmuştur. Arkadaşıma döndüğümde, o yine bana, ne yaptığımı sordu. Ben de cevabımda, ‘hiç bir şey’ yapmadığımı söyledim ve durumu olduğu gibi anlattım. İşte benim bu iki teşebbüsümden her ikisi de böyle geçmiştir. Bundan sonra da, ne böyle bir teşebbüste bulundum ne de böyle bir şey aklımdan geçti. Sizi, yüce Allah’a yemin ederek temin ederim ki aynen böyle olmuştur ve ben bu hâl üzere, ta bana Peygamberlik verilinceye kadar devam ve sebat ettim.’ ” (İbni Rahuye)
Aişe radıyallahu anha annemiz şöyle buyurdu: “Peygamberimiz buyurdular ki: ‘Ben, Zeyd bin Amr bin Nüfeyl´i putlar adına kurban kesmeyi açıkça ayıplarken işittim. O, Allah’tan başkası adına kesilenlerin yenilemiyeceğini söylüyordu. Ben de, Allah’ın beni Peygamberlikle keremlendirdiği güne kadar, putlar adına kesilen hayvanların etinden hiç yemedim.’ “
Cubeyr bin mutim radıyallahu anh diyor ki: “Ben, bir hac mevsiminde Peygamberin devesi üzerinde Arafat’ta vakfe yapmasına şahit olmuş idim. O, kendilerine Humus deyip Arafat´a çıkmayan, vakfelerini Müzdelife´de yapan Kureyş eşrafının âdetlerini böylece terketmiş, halkla birlikte Arafat´a çıkmıştır.” (İbni İshak)
Arafat’ta vakfe yapmak haccın rukunlarındandır. Fakat Mekkeli müşrikler şeytanın vesveselerine kulak verip kendilerini bu amelden uzak tutmuşlardı. Allah Rasûlü Kureyş’ten olmasına rağmen kendi kavminin adetlerine göre değil Allah’ın istediği şekilde hac ibadetini yerine getirmiştir.
Yine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem eşi Hatice ile konuşurken ona: “Ey Hatice! Ben Lat ve Uzza’ya tapacak değilim.” demiştir. Hatta bunu komşusuna duyuracak kadar açıktan söylemiştir.
Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem Peygamberlik görevini hakkıyla yerine getirmesinin bir sebebi olarak da bi’set öncesi dönemde Allah’ın subhanehu ve teâlâ gözetimi altında, başkalarının etkisine kapalı bir şekilde yetişmesini örnek gösterecek olursak, bu madde bize bazı şeyleri hatırlatmalıdır.
Hepimiz kendimize has bir cahiliyeden geldik. Geçmiş yaşantımızda birçok sese kulak verdik, farklı farklı birçok kitap okuduk. Sevdiğimiz, saydığımız birçok kişiyle oturup kalktık. Çoğu Allah’ın razı olmayacağı bu birlikteliklerin bizim hayatımızda etkisi olacağı muhakkaktır.
Kişi tevbe ederek cahiliyede işlediklerinin Allah katında sıfırlanmasını sağlayabilir. Bu Allah’ın subhanehu ve teâlâ kullarına olan engin merhametidir. Fakat İslam kapısından içeri girerken cahiliye atıkları ile beraber girmek, tevbeyi sadece dil ile yapmak, kalbimize esaslı bir müdahale de bulunmamak, davranışlarımızda ciddi bir farklılık olmamasına neden olacaktır. Şekilsel bazı farklılıklar, söylemlerdeki bazı değişiklikler elbette ki açığa çıkacaktır. Ama hayata yön verecek değerler radikal bazı adımlar ile olabilir.
Öyleyse bir fert, cahiliye yaşantısında etkiye açık bir halde bıraktığı kalbini ve beynini temizlemesinin, İslam olduktan sonraki yaşantısı için bir vecibe olduğunu bilmelidir. Çünkü İslam bir nurdur. Cahiliye karanlığı ile beraber aynı kalpte olması mümkün değildir.
Şakku Sadr hadisesinin bizim başımızdan geçeceğini hayal etmek yerine kalbimizi tezkiye ilminin gereklerine uygun şekilde ıslah etmemiz daha gerçekçi olacaktır.
Davamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd etmektir.
İlk Yorumu Sen Yap