KUR’AN KISSALARI BİZE NE ANLATIYOR?

 

Siyer kitaplarında ‘Nuh kavminin putları’ diye bilinen birtakım putlar mevcuttur. Allah subhanehu ve teâlâ Nuh Suresi 25. ayette bunların isimlerini zikretmektedir.

Bir rivayette ise şöyle geçer: ‘Nuh’un aleyhisselam kavminin putlarının gömülü olduğu yeri, cinler Amr Bin Luhayy’a haber vermiş; o da onları oradan çıkartmıştır. Daha sonra da hac mevsiminde Mekke’ye gelen Arap kabilelerine bu putları dağıtmıştır.’

Ortaya çıkış şekli nasıl olursa olsun, sonuç itibari ile Araplar, İbrahim’in aleyhisselam davetinden yüz çevirmişler ve her geçen gün sapıklıklarına sapıklık ekleyip tevhitten uzaklaşmışlardı.

Allah’ın subhanehu ve teâlâ dini ile aralarına mesafe girdikçe de, taptıkları şeylere niye taptıklarını bilmez bir halde hayatlarını sürdürmeye devam etmişlerdir.

Önceki yazılarımızda ‘Neyi tefekkür etmeliyiz?’ başlığı altında iki konuyu inceledik. Bunlar kâinatı tefekkür ile vahyi ve davetçiyi tefekkür idi. İnşallah bu yazımızda da tefekkür edebileceğimiz diğer şeyleri sıralamaya devam edeceğiz.

Geçmiş Ümmetlerin Kıssalarını Tefekkür

Taklitçi cahili toplumlar, duyu organlarını Rabblerinin rızasına uygun olacak şekilde kullanmadıkları için ‘cahiliye’ ismini almışlardır. Müminler ise hem Allah’ın subhanehu ve teâlâ emrine uymak hem de toplumun içinde bulunduğu bataklıktan uzaklaşmak için çaba sarfederler. Bunun için en önemli araç ise tefekkürdür.

Kur’an önceki ümmetlerin hayatlarından kesitler sunan bir tarih kitabı değildir. Önceki milletlerin nerede ve ne zaman, hangi koşullarda yaşadığını bize haber veren bir ansiklopedi ise hiç değildir. Bilakis bu kitap üzerinde düşünülen, öğüt alınan, hayat tarzı belirleyen bir kitaptır.

Bunu bilmemiz aklımıza hemen şu soruyu getirmektedir: Eğer Kur’an bir tarih kitabı ya da ansiklopedi değil ise bu kadar kıssanın Kur’an da işi ne?

Bizler Kur’an’ın tek bir harfinin dahi ne kadar çok mana içerdiğini biliyor ve insanlara da bunu anlatıyoruz. Öyleyse Kur’an’ın ciddi bir bölümünü kaplayan kıssalarla ilgili ayetleri görmezden gelmek, öylesine okuyup geçmek hiç de doğru bir yaklaşım değildir.

Olması gereken ise şudur: Allah subhanehu ve teâlâ bu kıssaları sadece okumamız için değil aynı zamanda tefekkür etmemiz için vahyetmiştir. Bize düşen de bu emri yerine getirmektir.

Mesela bel’am kıssası bunlardan bir tanesidir.

“Sen onlara ayetleri verdiğimiz halde onlardan sıyrılıp çıkmış, derken şeytanın kendisine uydurduğu ve sonunda azgınlardan olmuş kimsenin haberini oku. Eğer biz dileseydik onu bunlar sebebiyle yükseltirdik. Fakat o yere mıhlandı ve hevasına uydu. Artık onun durumu, üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi haline bırakırsan da yine dilini uzatıp soluyan bir köpeğin durumuna benzer. İşte ayetlerimiz yalanlayan toplulukların durumu budur. Artık sen kıssayı onlara anlat. Belki iyice tefekkür ederler.” (7/Araf, 175–176)

Dini bilgisini küfür rejimlerinin bekası için kullanan resmi din görevlilerini anlamak ancak onların atası bel’amın kıssasını anlamakla mümkündür. O yüzden Allah subhanehu ve teâlâ ayetin sonunda insanları tefekküre yönlendirmiştir.

Niçin kıssaları tefekkür etmeliyiz?

Daha önceki yazılarımızda birçok kez vurguladığımız noktayı tekrarlayarak izaha başlayalım:

Allah’ın her emri ve nehyi mutlak olarak hayırdır. Biz dünyevî bakış açısı ile bu hayırların bir kısmına vakıf olabiliriz. Bu Allah’ın kullarına olan bir lütfudur. Fakat emrin veya nehyin içindeki hayrı fark edemememiz bizi onlara uymaktan alıkoyamaz.

Şu anda zikrettiğimiz tafsilat tefekkür emri için de geçerlidir. Allah’a hamdolsun ki bizler ‘Niye kıssalar üzerine düşünmeliyiz?’ sorusuna bazı cevaplar verebilmekte ve bu emrin arkasındaki hikmetlerden bir kısmına vakıf olabilmekteyiz. Bu nimet bizi emir ve nehiylere daha sıkı sıkıya yapışmamıza vesile olacaktır.

Kıssalar üzerine tefekkür etmek birçok hikmeti barındırır. Fakat biz bunlardan en önemlisini zikretmekle yetineceğiz. O da şudur: Bu kıssalarda gerçekleşen olaylar her dönemde yaşanmış ve yaşanacak olan vakıalardır. Mesela bunu bel’am kıssası üzerinden örneklendirelim: Allah subhanehu ve teâlâ bel’am kıssasını kullarına anlatırken aslında şunu söylemektedir:

‘Ey kullarım! Her dönemde dini bilgisi çok olan ama bunu şeytanî amaçları için kullanan insanlar var olacaktır. Sizin insanları değerlendirmenizdeki ölçü onların ciltlerce kitabı ezbere bilmeleri olmasın. Bu bilgiyi hevalarını tatmin etmek için mi, yoksa Allah’ın dini hâkim kılmak için mi kullanıyorlar? Asıl ölçü bu sorunun cevabıdır.’

Bunu tüm kıssalar üzerinden de düşünebiliriz. Örneğin Peygamberlerin kavimleriyle aralarında geçen olaylara bakalım: Nebiler davet yapıyor… Üst tabaka karşı çıkıp zayıf, kimsesiz olanlar bu davaya omuz veriyor… İşkence, hakaret, sürgün başlıyor… Artık her şey bitti denilirken küfür ve avanesi Allah’ın dilemesiyle yok olup gidiyor… Yeryüzü ve içindekilere bir avuç zayıf Müslüman varis oluyor.

Bu sıralama kıssalarda defalarca tekrar ediyor. Demek ki aynı vakıa İslam davasının fertlerinin karşısına her dönemde çıkacak. Ve sıralama da hiç değişmeyecektir. Bunu tefekkür eden mümin bu davaya omuz verdiği kardeşlerinin zayıf ve güçsüz olmasına aldırış eder mi? Ya da kafirlerin yeryüzündeki hakimiyetleri onun gözünü korkutabilir mi? Bir gün bu davanın hakim olacağı hakkında bir şüphe aklına gelebilir mi?

Burada bir kez daha şunu görüyoruz ki mümini, taklitçi cahili toplumdan ayıran şey tefekkürdür. Mümin kıssaları bu şekilde değerlendirirken cahili toplumun herhangi bir ferdi ise hikâye okuyormuş gibi bu anlatılanları okur.

Mümin eski ümmetlerin yaşadığı bölgelerden geçerken Allah’ın gücünü, müminlere yardım sözünü ve kâfirlerin nasıl helak edildiğini tefekkür eder. Cahilî toplumun ferdi ise buralara ya bakmadan geçer gider ya da turistik bir gezi niyetiyle ziyaret eder. Allah bu umursamazlıkları nedeniyle onları kınamış ve onları düşünmeye sevk etmiştir.

“Sonra diğerlerini helak ettik. Muhakkak ki siz onların mekânlarının yanından sabahleyin de geceleyin de geçip gidiyorsunuz. Hala akıllanmayacak mısınız?” (37/Saffat, 136-138)

Mümin Talut ve Calut kıssasını okurken ‘Vay be! Nasıl da Calut’un ordusu yenilmiş!’ deyip kıssayı bir kenara atmaz. Bilakis Allah’ın subhanehu ve teâlâ bu olaylar zinciriyle ona ne anlatmak istediğini düşünür. İnsanlardan bir kısmının sözlü taleplerinin koca bir davayı bir yöne sevk etmesi için yeterli olmadığını anlar. İmtihanların aslında bir temizlik aracı olduğunu öğrenir. Artık her imtihanda, karşılaştığı belanın onun için rahmet olmasını temenni eder. İslam davasına hizmet ederken geride kalanların moralini bozmasına engel olur. Yardımın sadece Allah’ın dilemesiyle olacağını bilir.

Her kıssayı tefekkür, müminin zihninde bu ve benzeri çağrışımlara neden olur. Kıssalar üzerine düşünmekten bir an bile geri kaldığında Allah’ın cahili toplum için söylediği ithamlara maruz kalacağını bilir ve bundan sakınır.

“Nice memleketler vardır ki ahalisi zalim iken biz onları helak ettik. İşte çatıları düşüp üzerlerine duvarları yıkılmış; nice kuyular sahipsiz, nice yüksek köşkler ıssız kalmıştır. Acaba onlar yeryüzünde gezmezler mi ki kendileriyle akıl edecek kalpleri, kendileriyle işitecekleri kulakları olsun. Çünkü gözleri kör olmakla kişi kör olmaz. Asıl göğüslerdeki kalpler kör olur.” (22/Hac 45-46)

Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun…

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver