Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selam, O’nun Nebisi’ne, pak ailesine ve seçkin ashabının üzerine olsun.
Rabbimizin üzerimizdeki en büyük nimeti hidayettir kuşkusuz. Sonsuz hamd ve övgüye layık olan Rabbimize bu nimeti için ne kadar şükretsek azdır. Hidayeti dileyen ve Rabbimizin kendisi için hidayet dilediği her kul, bu nimetten pay sahibidir. Ancak hidayete erdikten sonra insanlar mertebe mertebe olurlar. Bu onların hidayete bağlılıkları, bu nimete şükürleri ve onda sebat etmek için gösterdikleri çabaya orantılı bir durumdur.
“Sonra kitabı kullarımızdan seçtiklerimize miras kıldık. Artık onlardan kimi kendi nefsine zulmeder, kimi orta bir yoldadır, kimi de Allah’ın izniyle hayırlarda yarışır öne geçer. İşte bu, büyük fazlın kendisidir.” (35/Fatır, 32)
Hidayetten sonra insanların bu üç sınıfa ayrılması İslam’la şereflenmiş her toplum için geçerli bir durumdur. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanında gecesini gündüzüne katan ve bu din için mücadele eden, hayırlarda öncüler olduğu gibi (“Öne geçen muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle uyanlar; Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da O’ndan hoşnut olmuşlardır ve (Allah) onlara, içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur.” (9/Tevbe, 100)), tevhidle beraber sadece farzlarla yetinip haramlardan kaçınan orta yollular (Talha bin Ubeydullah’dan radıyallahu anh anlatılıyor:
“Necid ahalisinden saçları dağınık, sesinin gürültüsü işitilip ne dediği yanımıza gelinceye kadar anlaşılmayan bir şahıs Rasûlullah’a geldi; baktık ki:
__ İslam nedir? diye soruyor adam.
Bunun üzerine Rasûlullah:
__ Bir gün bir gecede beş vakit namazdır, buyurdu.
Adam:
__ Beşten fazla bir şey yok mu? dedi.
Peygamber:
__ Hayır, nafile kılmak arzu edersen başka; fakat farz olarak sadece beştir, buyurdu. Ve kendisine Ramazan ayı orucunu anlattı.
Adam:
__ Bundan başka oruç var mı? dedi.
Rasûlullah
__ Nafile olarak tutmak istersen başka; fakat farz olarak yoktur, buyurdu. Ve kendisine zekatı anlattı.
Adam:
__ Söylediğin miktardan fazlası var mı? diye sordu.
Peygamber:
__ Nafile olarak vermek arzu edersen başka; fakat farz olarak, anlattığım kadardır, dedi.
Bundan sonra adam:
__ Allah’a yemin ederim ki, bundan ne fazla ne de noksan yaparım, diyerek dönüp gitti.
Allah’ın Rasûlü de:
__ Doğru söylüyorsa, felaha erişti, buyurdu.” (Buhari, Müslim)) ve tevhidini muhafaza etmekle beraber farzlar ve haramlar konusunda nefsine zulmeden Müslümanlar da vardı.(“Rasûlullah zamanında Abdullah isminde ‘el-hımar’ lakabıyla meşhur birisi vardı; sık sık Rasûlullah’ı güldürürdü. Bir defasında içki içtiği için Efendimiz onu cezalandırmıştı. Başka bir defasında yine içki yüzünden huzura getirildi; Efendimiz emretti, yine ceza uygulandı. Onun bu şekilde bir kaç defa cezalandırıldığını gören birisi: ‘Allah ona lanet etsin! Ne kadar da çok içki içiyor.’ diye lanet okudu. Bunu duyan Rasulullah: ‘Ona lanet etmeyin! Vallahi o Allah ve Rasûlü’nü seviyor.’ buyurdu.” (Buhari))
Bu yazımızda hayırda öncü olmaya niyet eden, bu istikamette çalışmalar yapan ve İslami çalışmada aktif olarak yer alan kardeşlerimizin bir sorununa değinmeye çalışacağız. Pak şeriattan öğrendiğimiz ve İslami çalışma sahasında tecrübe ettiğimiz bazı konularda kardeşlerimizle ‘Din nasihattir’ buyruğu gereğince nasihatleşeceğiz.
İslam, gerek Allah’a kulluk gerekse de kendi davası için hizmet hususunda sürekli ‘biz’ mefhumuna yani Cemaat ruhuna vurgu yapar. Kulluğumuzun manifestosu olan ve nefsine zulmedenlerin dahi günde en az on yedi defa tekrar etmek zorunda olduğu Fatiha’da “…Yalnız sana ibadet eder, senden yardım dileriz, bizi doğru yola hidayet et” diyoruz. Bu şuur Rabbimiz tarafından zihinlerimize kazınıyor: ‘Benim birey olarak Allah’a kulluğum ve hidayetim ‘biz’e dahil olmama bağlıdır.’
Allah’ın subhanehu ve teâlâ ipine hep beraber sarılma, dini ikame edip onda ayrılığa ve fırkalara bölünmeme de Rabbimizin ilk Müslümandan kıyamete kadar yaşayacak olanlara genel emridir.( “O: ‘Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin’ diye dinden Nuh’a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri’ etti (bir şeriat kıldı). Senin kendilerini çağırdığın şey, müşriklere ağır geldi. Allah, dilediğini buna seçer ve içten kendisine yöneleni hidayete erdirir.” (42/Şura, 13))
İslam’a yönelik yapılan çalışmalar da böyledir. Bireysel olarak ortaya koyduğumuz şeyler sınırlı alanda ümmete fayda sağlar. Bizde var olan hayrı; hayırlı bir komuta gözetiminde ve hayırlı bir ortamda, hayırlı bir hedef için kullandığımızda tüm ümmete fayda sağlayacak bir enerji ortaya çıkacaktır. Bu sebepten olsa gerek insanın en şerli düşmanı iblis sürekli tekliğe vurgu yapar ve insanları bireyselleştirmeye çalışır. Böylece onları cemaatin bereketinden, ümmeti de faydalı çalışmalardan mahrum bırakır. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem bu hakikatin farkında olduğundan bireyselleşmeye yönelik durumlara müdahale eder ve bunun şeytandan olduğunu belirtirdi.
“Sefer esnasında bir yerde konakladıklarında sahabiler vadilere dağılırlardı. Allah Rasûlü: ‘Şüphesiz sizin bu dağınıklığınız şeytandadır.’ Bu uyarıdan sonra ne zaman konaklasalar hepsi birbirine eklenirdi. Öyle ki onların üzerine bir örtü atılacak olsa hepsini örtecek şekilde bir arada bulurlardı.” (Buhari)
“Mutlaka cemaatle beraber olun ve yalnız kalmaktan kesinlikle kaçının. Unutmayın ki şeytan, tek başına hareket edenleri boş bırakmaz.” (Tirmizi)
İslami hizmete muvaffak olan, hayırda öncü kardeşlerimiz, İslami çalışmalarda başka kardeşleriyle beraber hareket edecek, çoğu zamanda aynı ortamı paylaşacaklardır. Askeri, siyasi veya ilmi-kültürel çalışmaların çoğu böyledir. Kimi zaman aynı ev ortamında bazen aynı iş yerinde veya aynı sahada beraber yaşamak veya belli sürelerde beraber vakit geçirmek zorundadırlar. Şeytanın bu hayır ortamlarını ve ümmete iş çıkarılan Rabbani laboratuvarları kirletmemesi ve ortamları aleyhimize çevirmesine engel olmak için nelere dikkat edilmeli, nelerden kaçınılmalıdır?
Yazımızda değineceğimiz konular emirlere itaat, saygı, izinsiz iş yapmamak, tüm sorun ve sıkıntıları yetkililerle zamanında paylaşmak, ferdÎ amellerde bulunmamak gibi İslami çalışmanın iskeletini oluşturan konular değildir. Çünkü bunlar olmadığı takdirde oraya cemaat denmeyeceği gibi yapılan çalışmaya da ortak çalışma denmez. İsimlerin hakikatleri değiştirmediği bilinen bir olgudur. Bir çalışmaya ortak çalışma demek veya cemaatsel çalışma olarak isimlendirmek o çalışmayı bu hakikate eriştirmez. Bunun olması için zikredilen özelliklerin çalışmada hakikaten bulunması gerekir.
Bizim yazımıza konu olan daha ziyade kulluğumuzu etkileyen ve aynı ortamı paylaştığımız kardeşlerimizle hukukumuzu düzenleyen, hayır ortamını şeytanın aleyhimize çevirmemesi için gerekli olan şeylerdir. Çaba bizden başarı Allah’tandır.
Allah’tan Yardım Talep Etmeli
FerdÎ olarak ıslahımız veya topluluk olarak muvaffakiyetimiz ancak Allah’ın subhanehu ve teâlâ dilemesiyle mümkündür. Bundan dolayı birlikte çalışan kardeşlerimiz rahmet kapılarını dualarıyla aşındırmalı, ısrarla Allah’tan kendileri ve kardeşleri için yardım talebinde bulunmalıdırlar. Süleyman’ın aleyhisselam duasını sürekli tekrar etmeliyiz:
“Rabbim, bana, anne ve babama verdiğin nimete şükretmemi ve hoşnut olacağın salih bir amelde bulunmamı ilham et ve beni rahmetinle salih kulların arasına kat.” (27/Neml, 19)
Duanın son kısmı hem kişinin kendi salahını hem de içinde bulunduğu topluluğun salahını Allah’tan subhanehu ve teâlâ istemektir.
Bu tarz umumi duaları çoğalttığımız gibi içinde bulunduğumuz durumla alakalı duaları çoğaltmalı ve Rabbimize O’nun subhanehu ve teâlâ güzel isimleri ve yüce sıfatlarıyla tevessül etmeliyiz. Yaptığımız işin ecrinden mahrum olmama, işin muvaffakiyeti ve emanete hıyanetten korunma, kardeşlerimizle hukukumuzda nefsin ve şeytanın şerrinden Allah’a sığınmaya yönelik özel dualarımız olmalı.
‘Allah’ım! Yaptığımız amellerde bizi ihlasa muvaffak kıl. Şirkin küçüğünden ve büyüğünden sana sığınırız. Şüphesiz en hayırlı koruyucu ve sığınılanların en hayırlısı sensin. Allah’ım beni kardeşlerime kardeşlerimi de benim için hayırlı kıl. El-Vedud isminle beni kardeşlerime, kardeşlerimi de bana sevimli kıl. Kardeşlerimin hukukunda beni nefsimin şerrinden ve şeytanın dokunmasından muhafaza et.’
Yapılan İşin Ecrini Unutmamak
İslami çalışmanın afetlerinden biri, yapılan işin ecrini unutmaktır. Yapılan işin ecrini unutmak, kişiyi amele teşvik eden asli etkenlerden iradenin zayıflamasına ve şeytanın insanı amelden soğutmak için kapı aralamasına vesile olur.
Çünkü yapılan her amelin iki boyutu vardır. Amelin dünya boyutudur ki; bu genelde yorgunluk ve insan için zahmet boyutudur. İkinci boyutuysa uhrevidir. Kişinin bu amel karşılığında alacağı mükafat ve rıza-i ilahiyi ifade eder. Kişi amelin bedeni yorgunluk boyutunu, uhrevi yönünü hatırda tutarak azaltır, şeytan ve nefsin dürtülerine karşı direnç gösterir. Ecri unuttuğunda görev onun için yük olmaya başlar, yaptığı işe karşı isteği azalır, beraber çalıştığı Müslüman kardeşlerine karşı tahammülsüzlük gösterir. Bu durum dünya huzursuzluğuyla beraber, uhrevi olandan da mahrum olmasına neden olur. Çünkü bu ruh haliyle hareket eden kardeşimiz başta ihlassızlık olmak üzere, kardeşlerine eziyet ve nimete nankörlük de dahil, amelini kendi aleyhine çevirecek her türlü afete düşer.
Bu duruma düşmemek için tedbirler alınmalıdır. Öncelikle yaptığımız işi her yönüyle düşünülmeliyiz ve bizi Rabbimize nasıl yaklaştırdığına dair malumat sahibi olmalıyız. Varsa yaptığımız işe hususi delalet eden nasları hatırımızda tutmalıyız. Belli aralıklarla bizlere işimizin ecrini hatırlatan kitaplar okumalı veya bu içerikteki derslerden istifade etmeliyiz. Bunun yanında bu durumu hisseden kardeşlerimiz kendilerine Allah’ı hatırlatan, sözü Müslümanlar üzerinde etkili olan insanlardan nasihat talebinde bulunabilirler.
Güzel Ahlak Sahibi Olmaya Çalışmak
“Bana en sevgili olanınız ve bana ahirette de en yakın olanınız, ahlakı en güzel olanınızdır. Sizden en çok kızdıklarım ve ahirette bana en uzak olanlarınız da, ahlakı kötü olanlar, gevezeler, böbürlenenler ve boş boğazlardır.” (Ahmed, Tirmizi)
Beraber çalışan kardeşlerimizin en iyi bilmesi gereken şey güzel ahlakın ibadet olduğudur. Bir çok kardeşimiz ibadet deyince gece namazı, nafile oruç ve infak benzeri ibadetleri anlarlar. Oysa bir Müslümanın en hayırlı ibadetlerinden biri güzel ahlak sahibi olmasıdır.
“Muhakkak ki mümin, güzel ahlakı sayesinde oruçlunun, ve geceleri ibadetle geçirenlerin derecesine ulaşır.” (Ebu Davud)
Ne yaptığımız takdirde güzel ahlak sahibi oluruz? Bu sorunun cevabı yani güzel ahlakın ölçüsü bir çok Müslümanın merak ettiği şeylerdendir. Bu sorunun cevabını Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şu sözünde özetlemiştir:
“Kendisi ateşe haram edilen ve kendisine de ateşin haram kılındığı kimseyi size haber vereyim mi? Ateş, kolay geçimli, yumuşak huylu, insanlara yakın olan ve onlara kolaylık gösterenlere haram kılınmıştır.” (Tirmizi)
Bu hadiste ifadesini bulan özellikleri rıfk başlığı altında toplayabiliriz. Özellikle ortak yapılan işlerde rıfk çok önemlidir. Allah’ın subhanehu ve teâlâ sevgisini ve inayetini celbeder. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular:
“Şüphesiz Allah er-Rafik’tir, rıfkı sever, sertliğe vermediğini yumuşaklığa verir.” (Müslim)
“Rıfk bir şeye girdi mi onu mutlaka güzelleştirir, bir şeyden de çıkarıldı mı onu mutlaka kusurlu kılar.” (Müslim)
“Bir kimse yumuşak davranmaktan mahrum ise hayrın tamamından mahrumdur.” (Müslim)
Anlaşılması kolay olan, istekleri kolay halledilebilen, arkadaşlarına karşı kolaylaştırıcı, bir kusur karşısında kolay bağışlayan insanlar bu hadislerdeki müjdelere nail olan insanlardır. Bu işin şahsa bakan yönüdür. Çalışmaya ve ümmete bakan yönüyse Allah’ın subhanehu ve teâlâ işleri bereketli kılmasıdır.
Bu hadislerde zikredilen yumuşaklık, kolay olmak ve yakınlık yani rıfk; insan tabiatına aykırıdır. Çünkü öfkeli, cedelci ve zalimlikle malul olan insan için en zor şey yumuşaklık ve anlayıştır. Dünyadaki bereketinin, ahiretteki karşılığının bu denli büyük olmasının hikmeti de bu olsa gerektir. Ancak bu ahlaklar çabalama ve ısrarla kazanılabilen ahlaklardandır. Yaşanan vakıalar karşısında rıfk ve yumuşaklıkla muamelede bulunacağına dair Rabbine ve kendine söz veren ve sonrasında da nefsini muhasebe eden kulların, Allah’ın subhanehu ve teâlâ yardımıyla elde ettikleri şeylerdendir rıfk.
“Ama kim de tok gözlülük gösterirse, Allah onu zengin kılar. Kim iffetli olmak isterse Allah’ta onu iffetli kılar. Kim de sabretmek için sabır ve tahammül gösterirse Allah da onu sabırlı kılar; hiç kimseye sabırdan daha hayırlı ve faydası geniş olan bir şey verilmemiştir.” (Buhari, Müslim)
Fedakarlık Yapmak
İslami çalışmaları bereketlendiren şeylerden biri, fedakar insanların kendi haklarından feragat edip, haklarını İslami hizmete adamalarıdır. Bu insanlar hem Rabbleri katında değerli hem de kardeşleri nezdinde sevimlidirler. Böyle insanların olduğu yerlerde sorun ve aksaklık olmaz genelde. Kendi sorumluluklarını yerine getirdikten sonra kardeşlerine yardımcı olur, onların eksikliklerine yetişirler. Onlar fedakarlıklarıyla insanlara yardımcı oldukça Rabbleri de onlara yardımcı olur ve işlerini kolaylaştırır.
“Kul kardeşine yardım ettikçe Allah da ona yardımcı olmaya devam eder.” (Müslim)
Fedakarlığın kemale ermiş haliyse ‘isar’ ahlakıdır. Yani kardeşini kendine tercih etmek, kendi sıkıntılarını unutup onun sıkıntılarına koşturmak.
“Kendileri ihtiyaç sahibi olsa bile kardeşlerini öz nefislerine tercih/isar ederler. Kim nefsinin cimri ve bencil tutkularından korunmuşsa, işte onlar felah (kurtuluş) bulanlardır.” (59/Haşr, 9)
Fedakarlık ve isar, ortama göre değişen bir ahlaktır. Kimi yerde kardeşinin işini omuzlamak, kiminde sıkıntılı dönemlerinde kardeşinin kusurlarını görmemek, bazen yeme, içme ve uyku konusunda kardeşini kendine tercih etmek, kimi zaman hakkı olan tatil ve dinlenmeden feragat etmektir. Her Müslümanın bu yüce ahlaki mertebeye erişmek için bulunduğu ortamı ve yapabileceği fedakarlıkları düşünmesi ve adım atması gerekmektedir.
İşin vitrininden ziyade mutfağına tabi olan, övgüsünden ziyade zahmetini çeken fedakar Müslümanlara müjdeler olsun. Bu müjde Allah Rasûlü’nden sallallahu aleyhi ve sellem bu ahlaka sahip olanlara yönelik bir müjdedir:
“Müjdeler olsun şu kula ki, Allah yolunda cihad için atının gemini tutmuş, başı dağınık, ayakları tozlanmıştır. Eğer bu kula hudut bekleme (görevi verilir) ise en güzel şekilde hudut bekler. Eğer askerin gerisinde artçı vazifesi verilirse en güzel şekilde artçılık görevini yapar. Buna rağmen bu kul bir meclise girmek için izin istese izin verilmez! Bir mevzuda şefaat etse şefaati kabul edilmez!” (Buhari)
Bu müjdeye nail olan kişinin ilk sıfatı işler arasında ayrım yapmaması ve kendine verilen her vazifeyi kulluk bilinci ve ahiret inancıyla en güzel şekilde yerine getirmesidir. İkinci sıfatı ise yaptığı hizmetin karşılığını dünyada beklememesidir. Çünkü İslam’ın en zirve ameli olan cihadda, en zorlu amelleri en güzel şekilde yapmasına rağmen kapılardan kovulan, aracılığının kıymeti olmayandır o. Buna rağmen bu durum onun işlerinin hakkını verip ihsan üzere hizmet etmesine engel değildir.
İnsanlara Eziyet Etmekten Sakınmak
“Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz ve hakir/değersiz görmez. Kişiye şer olarak kardeşini küçük görmesi yeter. Kişiye şer olarak kardeşini hakir görmesi yeter.” (Müslim)
Bu hadis Müslümanlar arasındaki ilişkiyi düzenleyen hadislerdendir. Beraber çalışan ve aynı ortamı paylaşan kardeşlerimizin en fazla dikkat etmesi gereken ve çalışmada düstur edinmeleri gereken Nebevî irşadlardandır bu rivayet.
Çünkü; Müslümanda asıl olan kardeşlerine fayda sağlaması ve onlar için fedakarlık yapmasıdır. Bir üst başlığın konusu olan fedakarlık ve isar da olduğu gibi. Bu mertebeye ulaşamayan Müslümanın kardeşlerine zarar verecek, onlara zulüm ve eziyet olan şeylerden sakınması ise bir zorunluluktur. Yani birincisi hayırda öncü olanların işiyken, ikincisi her Müslümanda bulunması gereken ahlaktır. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem:
“__ Her Müslümanın sadaka vermesi vaciptir, buyurdular.
Ashab:
__ Sadaka verecek bir şey bulamazsa ne yapar? diye sordular.
__ Çalışıp kazanır; hem kendisi faydalanır hem de başkasına sadaka verir.
__ Çalışamazsa ne yapar?
__ Muhtaç olana bedenî gücüyle yardım eder.
__ Yardıma gücü yetmezse ne yapar?
__ İyilik ve adaleti emreder.
__ Ona da gücü yetmezse?
__ Kimseye kötülük etmesin, bu da kendisi için bir sadakadır.” (Buhari, Müslim)
Hadisin son cümlesi bir Müslüman için en alt mertebedir. Bundan ötesi ahiret iflasıdır. Çünkü eziyet, zulüm veya küçük görerek insanların hakkına girenler kıyamet gününde kendi sevaplarından vermek ve karşıdakinin günahlarından yüklenerek bu hakları öderler.( “Allah Rasûlü: ‘Müflis kimdir, biliyor musunuz?’ diye sordu. Ashab: ‘Bizim aramızda müflis, parası ve malı olmayan kimsedir’, dediler. Rasûlullah: ‘Şüphesiz ki ümmetimin müflisi, kıyamet günü namaz, oruç ve zekat sevabıyla gelip, fakat şuna sövüp, buna zina isnad ve iftirası yapıp, şunun malını yiyip, bunun kanını döküp, şunu dövüp, bu sebeple iyiliklerinin sevabı şuna buna verilen ve üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilip sonra da cehenneme atılan kimsedir.’ ” (Müslim))
Eziyet, zulüm ve başkalarını küçük görme ahlakına sahip insanlar, İslami çalışmayı aleyhlerine çevirmiş insanlardır. Çalışmanın en tehlikeli olan bu afetinden korunmak için:
Her Müslümanın değerli olduğuna inanıp ona göre hareket etmek gerekir.
Kişilerin hassasiyetlerine saygı göstermek ve kendi hassasiyetlerimiz için beklediğimiz saygıyı insanların hassasiyetleri için göstermek gerekir.
İnsanları değersizleştiren ve çoğu zaman şeytanın dürtüsüyle ölçüsü kaçan şakadan kaçınmak gerekir. Şer’i ölçüler gözetildiğinde İslam’ın şakayı haram kılmadığını ve başta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem olmak üzere seçkin sahabilerin şaka yaptıklarını biliyoruz. Mizahın evrensel bir ölçüsü olmadığından şer’i bazı ölçülerden olan yalan söylememe, şakayı hakaret ve rencide vesilesi kılmama, âdet ve meslek haline getirmeme gibi şeylere dikkat edilse de şaka genelde yapıcı değil, rencide edici oluyor. Bundan dolayı mizahtan kaçınıp tebessüm ahlakını ilke edinmek daha evladır. Böylece hem şakanın afetlerinden korunulmuş hem de şakayla umulan kalplerin yakınlaşması tebessümle elde edilmiş, ayrıca sadaka ecri alınmış olur. Bu haliyle tebessüm hem dünyevi hem de uhrevi cihetten mizahtan daha faydalıdır.
Elbette ki bu başlık altına giren maddeler bununla sınırlı değildir. Zulüm, yardımsız bırakma ve hakir görmenin iş ve işin icra edildiği ortama göre farklı şekilleri ve farklı tonları vardır. Örneğin, dikkat isteyen bir çalışma sahasında en büyük zulüm insanların dikkatlerini dağıtacak şekilde gürültülü hareket etmek, yüksek sesle konuşmaktır. Ya da gerekli gereksiz sürekli hareket halinde olmak, kapalı ortamlara girip çıkmak böylece kardeşlerine rahatsızlık vermektir.
Sürekli aynı ortamı paylaşarak çalışan kardeşler için en ciddi zulüm ve eziyet surat asmak, genel ahlakı olmadığı halde sessizliğe bürünmek ve kendi kabuğuna çekilmektir. Ortamda bulunan her Müslüman bu durumu üzerine alacak ve kardeşine eziyet ettiği düşüncesiyle kendini sorgulayacaktır. Bu noktada zulüm olarak isimlendirdiğimiz bu ahlak, ortak bir işi tek başına veya gruptan uzakta icra eden bir kardeşimiz için söz konusu dahi değildir.
Öyleyse her Müslümanın bu üç maddenin kendi ortamında nasıl tahakkuk ettiğine dair tefekkür etmesi ve bunlardan sakınması gerekmektedir.
Rabbimiz! Sen, bizleri İslami çalışmada hayra muvaffak kıldığın, şeytanın ve nefsin dürtülerinden koruduğun kullarından eyle.
İlk Yorumu Sen Yap