Tasavvufta Kitap ve Vahiy Tasavvuru

Allah’ın Adıyla…

Bizleri yoktan var eden, İslam nimetiyle rızıklandıran, kitapla hidayet eden Allah’a hamd olsun.

Allah’ın indirdiği vahyi eksiksiz bir şekilde bizlere tebliğ eden, söz ve filleriyle onu açıklayan Nebi’ye salât ve selam olsun.

Peygamberleri ayrıcalıklı kılan şey, onların Allah’tan vahiy alıyor oluşudur. Allah’ın subhanehu ve teâlâ muradını insanlara ulaştırdıklarından dolayı da Nebi/Allah’tan haber alan ya da Rasûl/Allah’ın elçileri unvanını almışlardır.

Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem Nübüvvet ve risaletinin iki temel özelliği vardır:

a) Risalet/Nübüvvet ve vahyin kendisiyle tamamlanmış olması

b) Bütün insanlığı kuşatan bir risaletle gönderilmiş olması

Bu satırları okuyan kardeşlerimizin aklına şu soru takılabilir: Yazar neden bunları anlatıyor? Bu bilgiler henüz mükellef olmayan çocuklara dahi ezberlettirilen, usul-ü dine dair bilgilerdir. Bu hakikattir. Ancak mutasavvıfların kitapları maalesef farklı şeyler söylüyor. Vahyin Kur’an’la son bulmadığını, Allah’ın tasavvuf büyükleriyle vahiy yoluyla iletişimde olduğunu, hızını alamayanlar ise kendilerine Allah tarafından kitap yazdırıldığını iddia ediyorlar.

Bazı örnekler vererek konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayalım:

Tasavvufçuların Allah tasavvurunu anlatırken İbni Arabi’den bazı örnekler vermiştik. Hani şu putperestlerin taptığı putların Allah olduğunu, cinsi münasebet esnasında kulun Allah’la bütünleştiğini, bazen kendinin Allah’a bazen de Allah’ın kendine (İbni Arabi’ye) kulluk ettiğini söyleyen adam. Sizce İbni Arabi bu fikirleri nereden getiriyor? Siz bu soruya cevap arayadurun, İbni Arabi bunların Allah tarafından kendisine vahyedildiğini, levh-i mahfuzda yazılı olduğunu ve Allah Rasûlü’nün bizzat kendisine kitap olarak teslim ettiğini söylüyor.

Fususu’l Hikem kitabının önsözünde kitaba dair zikrettiklerini okuyalım:

‘627 senesinin muharrem ayının son on gününde, rüyamda Allah Rasûlü’nü gördüm. Onun elinde bir kitap vardı. Dedi ki: Bu, Fususu’l Hikem kitabıdır, onu al ve insanlara çık, ondan faydalanırlar. Ben dedim ki: Allah’a, Rasûlü’ne ve ulu’l emre işitip itaat ederiz emrolunduğumuz gibi… Halis bir niyetle bu arzuyu hayata geçirdim. Bu kitabı Allah Rasûlü’nün sınırlarını çizdiği şekilde, arttırıp eksiltmeden ortaya çıkardım… Gönül ehli olan insanlar bu kitabın nefsi arzulardan uzak, içinde çelişki bulunmayan ve yüce bir makamdan indirildiğini bilsinler diye… Nebi veya rasûl değilim; ama onların vârisiyim. Bu (kitap) Allah’tandır. Dinleyin ve O’na subhanehu ve teâlâ dönün!’

‘Kitapta zikrettiğim bu hükümde, Ummu’l-Kitap/Levh-i Mahfuz’da sabit olan kadarını zikretmekle yetindim.’ (s.58)

‘Bu babta, zihnimde oluşan ilahi emirleri zikredeceğim…’ (s.58)

Futuhat-ı Mekkiye’sinde de benzer şeyler söyler:

‘… Biz ancak bu kitabımızda ve bütün kitaplarımızda keşfin verdiğini ve Hakk’ın bize yazdırdığını kaydederiz…’

‘581 yılında kabristanda Cuma Namazı sonrasında bize gelen ayettir. Üç yıl boyunca namazda, uykuda ya da uyanıkken sadece bu ayeti okuyabiliyordum.’ (s.99)

Şimdi, bu nakillerden ne anlaşılıyor? Kitaplar Allah tarafından bu şahsa yazdırılıyor, bazen Nebi sallallahu aleyhi ve sellem bizzat teslim ediyor. Mütevaziliği de elden bırakmıyoruz tabi, çünkü müellif peygamber de değil, Nebi de… Ama inen her neyse Kur’an’ın bütün sıfatlarını barındırıyor kendinde.

Öncelikle onu Allah indiriyor, levh-i mahfuzda aynısı mevcut, hiçbir arttırma ve eksiltme yok, içinde çelişki yok, üç yıl boyunca namazda onu kıraat eyliyor… Allah için ey akıl sahipleri bu indirilenle Kur’an arasında ne fark kaldı?

Devam ediyoruz. Mevlana, Mesnevi’sinin girişinde kitabını şöyle vasfediyor:

‘… Mesnevi hakikate ulaşma ve yakin sırlarını açma hususunda din asıllarının aslıdır. (Dinin aslı nedir? Kur’an’dır. Kur’an’ın aslı, Levh-i Mahfuz’dur. O’nun aslı da Allah’tır. Mesnevi’nin Allah’tan olduğu bir kez daha kanıtlanmıştır(!)) Allah’ın en büyük fıkhı, en aydın yolu, en açık burhanıdır. Kur’an’ı apaçık hâle getirir. Rızıkları genişletir, huyları güzelleştirir. Şanları yüce, hayırlı katiplerin elleriyle yazılmıştır. Temiz kişiden başkasının ona dokunmasına müsaade etmezler. Alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir. Batıl ne onun önünden gelebilir ne de arkasından, Allah onu korur, gözetir…’ (Mesnevi MEB yayınları s.11)

‘… Bu ne yıldız bilgisidir, ne remil, ne de rüya… Allah doğrusunu daha iyi bilir ya! Allah’ın vahyidir. Sofiler, bunu halktan gizlemek için gönül vahyi derler. Sen istersen onu gönül vahyi farzet. Gönül zaten onun nazargahıdır. Gönül ona agah olunca nasıl hata eder.’ (4/151) (Mevlana burada Mesnevi’sini vahiy olarak değil de gönül vahyi olarak tescil edenlere karşı çıkıyor. Hadi tamam, diyor. Sen öyle farzet. benim gönlüm zaten Allah’ın baktığı yerdir. Hatadan korunmuştur bu gönülden çıkanlar diyor.)

‘… Ormanlar kalem olsa, denizler mürekkep yine mesnevinin biteceğini umma…’ (6/178)

Mevlana’nın kitabına verdiği bu özellikleri aklımızda tutarak, Allah’ın kitabını vasfettiği şu ayetleri okuyalım:

“… İçinde şüphe olmayan bu kitap, Alemlerin Rabbi olan Allah tarafından indirilmiştir.” (32/Secde, 2)

“Şüphesiz bu kitap insanları en doğru olana iletir.” (17/İsra, 9)

“… Size Allah’tan bir nur/aydınlık ve apaçık bir kitap gelmiştir…” (5/Maide, 15)

“Çok şerefli, değeri son derece yüksek sahifelerdir. Emre itaatkar, oldukça değerli yazıcılar eliyle yazılmıştır.” (80/Abese, 13-16)

“… O izzetli bir kitaptır. Onun önünden de arkasından da batıl gelmez. O El-Hakim ve El-Hamid olan Allah tarafından indirilmiştir.” (41/Fussilet, 41-42)

“Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de mürekkep olsa, arkasından yedi deniz daha ona katılsa, Allah’ın sözleri (yazmakla) yine de tükenmez. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (31/Lokman, 27)

Bu ayetleri Mevlana alıyor ve birebir kendi kitabına uyguluyor. İçi baştan sona küfür, bidat ve ahlaksızlık olan bu kitabın Allah tarafından indirilmesi bir yana, İslam’la ilgisinin olduğunu söylemek dahi İslam’dan hiçbir şey anlaşılmadığını gösterir.

Aklınıza gelebilir, Kur’an’ın tefsiri ve açıklaması demek istiyordur, lakin kastını aşan ifadeler kullanmıştır… Oğlundan dinleyelim; Sultan Veled anlatıyor:

‘Dostlardan biri babama ‘Danişmentler, Mevlana Mesnevi’ye niçin Kur’an diyor?’ diye benimle münakaşa ettiler. Ben kulunuz, onlara cevaben ‘Mesnevi Kur’an’ın tefsiridir, dedim’ diye şikâyette bulundu. Babam bunu işitince bir süre sustu, sonra dedi ki: ‘Ey köpek! Niçin Kur’an olmasın? Peygamberlerin ve velilerin söz kalıpları içinde dahi ilahi sırların nurlarından başka bir şey yoktur. Allah’ın kelamı onların temiz yüreklerinden kaynamış ve ırmak gibi olan dillerinden akmıştır.’ ‘ (Ariflerin Menkıbeleri s.261)

Moğollar İslam alemini talan ederken, ümmete güzel ahlaklı olmayı, sağa vurulduğunda sola dönmeyi, deniz, toprak, su gibi olmayı öğütleyen Mevlana’nın güzel ahlakına bakın! İşgalciye elsiz-dilsiz-yüreksiz olup, kendi ümmetine edepsiz olmak bu gerek.

Vahdet-i vücutçuların baş yapıtlarından kabul edilen, Türkçe’ye de çevrilmiş ‘İnsan-ı kamil’ kitabını da zikredelim. Bu kitapta savunulan bazı görüşleri verelim önce:

‘O (Allah) hem haktır (yaratan), hem de halktır (yaratılmış)… İnsanın durumu iki yönlüdür. Mahluk olması cihetiyle aciz ve zelildir. Rahman’ın sureti olması hasebiyle de kemal ve izzete sahiptir.’

‘İki alemde de o mülk bana aittir. İki alemde de kendimden başka korkacak kimseyi göremiyorum.’

‘Allah, İsa’ya ‘Sen mi beni ve annemi Allah’tan başka iki ilah edinin’ dedin.” diye sorduğunda İsa ‘Seni tenzih ederim, hakkım olmayan şeyi söylemeye hakkım yoktur’ dedi. Bunun anlamı: Senin ve benim ayrı şeyler olduğumuzu nasıl söyleyebilirim? Allah’ın dışında bana ibadet edin nasıl derim? Sen benim zatım ve hakikatim, ben de senin zatın ve hakikatinin ta kendisiyim. Seninle benim aramda farklılık yoktur.’

Kendisinin Allah olduğunu ilan eden, hızını alamayan ve bu iftiraya İsa’yı aleyhisselam ortak eden, tevhid inancının en açık delillerinden olan bir ayeti şirke delil kılan bu necis müşriğin kitabı nereden gelmiş dersiniz?

‘Allah bana bu kitabı gün yüzüne çıkarmayı emretti ve onun açık kapalı kısımlarını açıkladı. Bu kitabın genele fayda sağlayacağı sözünü de verdi. Ben de bu emre icabet ettim.’ (s.4)

Kur’an-ı Kerim’i bir defa dahi okuyan bir insan, böyle bir kitabın şeytanın vahyi olduğunda tereddüt etmez.

Bir tasavvuf kaynağı olmasa da, bilgi kaynakları ve olaylara yaklaşımında tasavvufi bir damar taşıyan Said Nursi de, yazdığı külliyatın kendi yazısı olmadığı, kendisine yazdırıldığını iddia etmiştir. (Nakiller için bknz; Risale-i Nur’a Eleştirel Bir Yaklaşım 31-64)

‘… O rüyada mazhar olduğu bir hakikati sonradan şöyle anladık ki Molla Said, Hazreti Peygamber’den ilim talebinde bulunmasına karşılık; Hazreti Rasûl-i Ekrem Aleyhissalâtü vesselam, ümmetinden sual sormamak şartıyla ilmi Kur’an’ın talim edileceğini (öğretileceğini) tebşir etmişler (müjdelemişler). Aynen bu hakikat hayatında tezahür etmiş. Daha sabavetinde iken bir alleme-i asır (asrın en büyük alimi) olarak tanınmış ve katiyyen kimseye sual sormamış, fakat sorulan suallere mutlaka cevap vermiştir.’ (Tarihçe-i Hayat s.32)

‘Bu rüyalar, birbirine yakın ve birkaç gün zarfında görülmüş ve Hz. Peygamber’in içinde bulunduğu cihetle, rü’yayı sadıkadır. Çünkü hadisçe sabittir ki, Peygamberin sallallahu aleyhi ve sellem görüldüğü rü’yaya şeytan karışamıyor. Bu rü’yayı sadıkadan her biri –gerçi rü’yadır, delil ve hüccet olamaz- aynı mealde ittifakları bir müjde veriyor ve Risale-i Nur’un makbuliyetine ve Hz. Peygamber’in daire-i rızasında bulunduğuna bizlere kanaat veriyor. Birincisi; Risale-i Nur şakirtlerinden Rıza görüyor: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem camide Ebu Bekir es-Sıddık’a emrediyor: ‘Çık hutbe oku’ Ebu Bekir es-Sıddık koşarak minberin en üst basamağına çıkar ve der ki: ‘Bu söylediğim hakikatlerin izahı ‘Yirmi dokuzuncu’ sözdedir…’ ‘ (Sikke-i Tasdiki Gaybi, 21)

‘… Benim gibi yarı ümmi ve kimsesiz… Risale-i Nur’a sahip değildir ve o eser onun hüneri olamaz, onunla iftihar edemez. Belki doğrudan doğruya Kur’an-ı hakimin bu zamanda bir nevi mu’cizeyi maneviyesi olarak rahmeti ilahiyye tarafından ihsan edilmiştir…’ (Şualar, 534)

‘… Doğrudan doğruya Kur’an’ın feyzinden mülhemdir (ilham olunmuştur) ve sema-ı Kur’ani’den (Kur’an semasından) ve ayatin nucumundan (ayetlerin yıldızlarından) iniyor, nüzul ediyor.’ (Şualar, 559)

‘… Hatta bir kısım risaleleri ihtiyarım haricinde yazdığım gibi, Risale-i Nur’un ehemmiyetini zikretmekte ihtiyarsız hükmündeyim.’ (Şualar, 572)

‘Bunlar doğrudan doğruyya menba-ı vahiy (vahyin kaynağı) olan Zat-ı pak-i Risaletin (Peygamber’in temiz zatının) manevi ilham ve telkinatıdır. Celcelutiye ve Mesnev-i Şerif ve Futuhu’l Ğayb ve emsali asar (eserler) hep bu nevidendir. Bu asar-ı kudsiyyeye (kutsi/kutsal eserler) o zevat-ı alişan (yüce zatlar), ancak tercüman hükmündedirler…. Risale-i Nur ve tercümanına gelince bu eseri alişanın… Nur-u mahzı Kur’an olduğu (sadece Kur’an nuru olduğu) ve evliyaullahın asarından ziyade feyzi envarı Muhammediye (Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem nurundan gelen ilham) hamil bulunduğu (taşıdığı)…… Güneş gibi aşikar bir hakikattir.’ (Tarihçe-i Hayat, 579)

Buraya kadar anlıyoruz ki; bu eser Said-i Nursi’ye yazdırılmış. Eserinin farklı yerlerinde buna dair şöyle bir delil zikreder: Normal zamanda ve şahsi özellikleriyle altı günde yazamayacağı incelik ve tahkike sahip risaleleri altı saatte yazmıştır. (Sikke-i Tasdiki Gaybi, 97)

Yukarıda gördüğümüz gibi bazı yerleri iradesi dışında yazmıştır. İradesi dışında kalbine gelen bu ilimler neye denktir acaba? Müelliften dinleyelim:

“… Biz ona kendi katımızdan bir ilim verdik.” (18/Kehf, 65) “Ebced hesabıyla bu ayet 598 yapar. Risale-i Nur Arapça yazıldığında o da 598 yapar.”

Bakara Suresi 32. Ayet “Senin bize öğrettiğinden başka ilmimiz yoktur” ayeti 974 yapar, Resail-i Nur kelimesi eliflamla yazıldığında ebced hesabıyla 976 yapar.

‘Metni Maidetu’l-Kur’an’da şöyle denir: “Ve ya ‘ilme mülhemin min ledün hakimin habir” Yani, ey el-Hakim ve el-Habir tarafından ilham olunan ilim’ (Bkz; Tılsımlar Mecmuası, 189)

Bu kendisine yazdırılan kitap ve ledunni ilim, Allah’ın nebisi olan Hızır’a aleyhisselam verilen ilimle (18/Kehf, 65), Allah’ın meleklere öğrettiği ilimle (2/Bakara, 32) ve Nebi’ye ilham olan Kur’an’la aynı ilim oldu!

Bu kitabın Allah tarafından yazıldığına o kadar inanılmıştır ki, nerede yazılacağı, nasıl telif edileceği, uzunluk ve kısalığı, parçaların nereye yerleştirileceğine dahi Allah’ın müdahale ettiği iddia edilmiştir.

‘… Tafsilatlı yazmak kaç defa niyet ettimse de izin verilmedi. Yalnız icmalen kısacık yazılacak.’ (A.g.e 189)

‘Ben gönderilen Risaleleri mütala ettim. Bir kısım hakikatleri mükerrer (tekrar edilmiş) gördüm… Benim arzum ve ihtiyarım olmadan niye böyle olmuş? Birden şiddetli bir ihtar (uyarı) ile on dokuzuncu sözün ahirine (sonuna) bak denildi. Baktım, Risalet-i Ahmediye’nin Mucize-i Kuraniye’sinde (Kur’an mucizesinde) tekraratın (tekrarların) çok güzel hikmetleri, tam tefsiri olan Risale-i Nur’da da tamamiyle tezahür etmiş…’ (Kastamonu Lahikası, 14-15)

Bu nakil üzerinde düşünülmesi gerekiyor. Öncelikle Risale’de bazı tekrarlar var. Bu, Said-i Nursi’yi sıkıyor. O sıra kalbine bir ihtar geliyor. 19. Söze bakması isteniyor. 19. Sözün sonunda Kur’an-ı Kerim’deki tekrarın hikmetleri anlatılıyor. Risale de onun tefsiri olduğundan aynı hikmetler Risale için de geçerli olmuş oluyor.

‘… Şu fıkra (bölüm/parça) Arabî geldiği için Arapça yazıldı.’ (Sözler, 443)

‘… Yani bu münacaat, kalbe Farisi olarak tahattur ettiğinden (hatırlatıldığından) Farisi yazılmıştır.’ (Sözler, 193)

Son olarak: Said Nursi Kur’an-ı Kerim’de yer alan ve Kur’an’ın özelliklerini anlatan ayetleri ebced hesabına tabi tutmuştur. Bakın ortaya çıkan tarihlerle, Said-i Nursi’ye yazdırılan risale arasında nasıl bir bağlantı oluşmuş oluyor. (Bknz: Risale-i Nura Eleştirel Bir Yaklaşım 92-115)

“İşte bu kitap, kendisinde şüphe olmayan ve muttakiler için yol gösterici bir kitaptır.” (2/Bakara, 2)

Bu ayetin Arapça’sı sayı olarak 1922-1921 yapar. Bu tarih Risale-i Nur’un yayılmaya başladığı tarihtir.

“Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur’an’dan şüphe içindeyseniz, haydi onunki gibi bir sure getirin.” (2/Bakara, 23)

Ayetin ilgili bölümünün Arapça’sı 1372 sayısına tekabül ediyor. Bu da Risale-i Nur devrinin başlangıç tarihidir. Bu da ayetin Risale-i Nur’a işaret ettiğini gösterir.

“Rabbimiz! İçlerinden onlara bir peygamber gönder; onlara âyetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları her kötülükten arındırsın. Şüphesiz, sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin.” (2/Bakara, 129)

Ayetin rakamsal karşılığı 1302’dir. Bu da Risale-i Nur müellifinin Kur’an dersini aldığı tarihe muvafakat eder. Bu da ayetin Risale-i Nur’a işaret ettiğini gösterir!

“Nitekim kendi aranızdan, size âyetlerimizi okuyan, sizi her kötülükten arındıran, size kitap ve hikmeti öğreten, ayrıca bilmediklerinizi de öğreten bir peygamber gönderdik.” (2/Bakara, 151)

Bu ayetin rakamsal karşılığı 1338’dir. Bu tarih Said Nursi’nin inzivaya çekilip, Risale’nin hakikatlerini yazmaya başladığı tarihtir.

Bunlar sadece bazı örneklerdir. Kur’an’a, Allah’ın ayetlerine, Allah’ın Nebisi’ne, Allah’ın sıfatlarına dair altmışa yakın ayeti rakamsal bir karşılıkla Risale-i Nur kitabıyla ilişkilendirmiş ve bu ayetlerin Risale’lere işaret ettiğini iddia etmiştir. İmkan bulanların kitabın ilgili bölümünü okumasını şiddetle tavsiye ediyorum. Rabbimiz indirdiği birçok ayette lafızları öyle özenle seçmiştir ki, aslı Yahudilik olan ve bir nevi falcılık görevi gören ebced alfabesine uygun olsun, öyle ki bu ayetler Risale-i Nur’a işaret etsin.

Mesela, “Ey örtüsüne bürünen Peygamber” ayeti 233 rakamına tekabul etsin ki Said Nursi’nin lakabı olan ve 234’e tekabul eden ‘Kurdi’ ye işaret etsin.

Ya da “Ey örtüsüne bürünen, kalk ve uyar” ayetleri 1316’ya tekabul etsin ki, Said Nursi’nin Risale’yle vazifeli kılındığı tarihe denk gelsin ve ona işaret etsin.

Ya da “Müşrikler hoş görmese de, dinini, bütün dinlere üstün kılmak için, Rasûlü’nü hidayet ve hak dinle gönderen O’dur.” (61/Saf, 9)

Bu ayetin ilgili kısmı 359’a tekabul etsin diye seçilmiştir ki, bu rakam ‘Said-i Nursi Bediu’z-Zaman’ın karşılığı olan 359’la aynı olsun…

İnsan ne diyeceğini şaşırıyor! Bir insan nasıl olur da dinini böylesi çürük bir temel üzere inşa eder? Yahudiliğin muharref anlayışını Kur’an’a tatbik eder ve ondan sonuçlar çıkarır ve bu sonuçlarla övünür? Ya Rabbi bir insan senin azametin karşısında nasıl bu kadar cüretkar olur? Eliyle yazdığı kitabı sana mâl eder, bununla yetinmez senin kitabındaki ayetleri yazdığını meşrulaştırmak için alet eder?

Allah’ım bizleri Tevhid ve Sünnet üzere sabit kıl. Hidayet ettikten sonra kalplerimizi eğriltme…

Nakşibendiler tarafından başyapıtlardan kabul edilen Miftahu’l Kulub (Kalplerin Anahtarı) kitabı da böyle bir işaretle kaleme alınmıştır:

‘… 1259 senesi, Rebiu’l ahir ayında idi. Hücremizde müteveccih iken Sultanu’l enbiya, Sertaci’l evliya ve’l asfiya ve atkıya sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretleri zuhur etti ve bu naçiz kulunu ihsanen ve mürüvveten taltif etti:

“Onları (ümmeti) helak olmak mertebesine getiren bu uçurumdan kurtarmak ve tecilleri gereğince şeriat, tarikat, marifet, hakikat ve vuslatın ne olduğunu anlatmak için bir risale hazırla!” ‘ (s. 2-3)

İsmail Hakkı Bursevi’nin ‘Tefsiru’l Ruhu’l Beyan’ı da böylesi bir işaretin ürünüdür:

‘Manevi pederim, Şeyh Ekber Muhyiddin-i Arabi’nin delaleti ile birgün rüyamda Rasûlullah bana lütfedip arkamı sıvadılar. Tatlı bir ifade ile ‘Ümmetim için bir tefsir yaz!’ diye emir buyurdular. Bunun üzerine Allah’tan ve Rasûlullah’ın ruhaniyetinden yardım isteyerek üç ciltlik tefsir yazdım.’

Çok merak ediyorum, müellif Fatiha suresini tefsir ederken “Yalnız senden yardım dileriz” ayetini nasıl izah etmiştir? Allah Rasûlü geldiğinde müşrikler, salih olduğuna inandıkları insanların ruhaniyetinden; Hristiyanlar, İsa’nın aleyhisselam ruhaniyetinden yardım talebinde bulunuyorlardı. Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem sapıklık ve şirk dediği tam da buydu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, davetinin özü olan ve Fatiha’ya yerleştirilerek kullara en az on yedi defa tekrar ettirilen bir hakikati anlamamış bir adama geliyor, onu İslam’a davet etmiyor da insanları irşad etmesi için tefsir yazmasını emrediyor.

‘Sen ve Allah dilersen’ diyen ve lafızda Allah’la Peygamber’i eşitleyen adama ‘Ne kötü hatipsin’, ‘beni Allah’la denk mi tuttun?’ diyen Nebi sallallahu aleyhi ve sellem, isteme/dua/meded gibi bir konuda Rasûl’ü sallallahu aleyhi ve sellem Allah’a denk tutanın sırtını sıvazlayıp, onu taltif ediyor.

“Allah’ım benim kabrimi ibadet edilen bir puta çevirme.” diye Rabbine yalvaran, ümmetini “Kabrimi bayram yerine çevirmeyin.” diyerek uyaran Nebi, sadece kabrine gelerek değil onun ruhaniyetinden yardım isteyerek ona her yerde ibadet eden bu şahsa teveccüh gösteriyor! Birileri de kerametleri kendilerinden menkul bu adamların kudsiyetine inanmamızı bekliyor bizlerden!

Mahmut Ustaosmanoğlu’nun şerh ettiği Risale-i Kudsiyye de yazdırılıyor tabi.

beyti şerh ederken şunları kaydeder:

‘Zuhur etti o dem sırrımda bir nur

Görenler zan ederdi nefha-i sur

Ki icmal üzre izhar eyle bir nur

Dediki bazı aşık ala pür nur

Bu nurdan hisse al hakka gidelim

Cemali ba kemale seyr idelim

Büyük şeyh Efendi Mustafa İsmet Garibullah, bu derste de Risale-i Kudsiye’yi telif etmesinin sebebini anlatmaya devam ediyor… Bu Risale-i Kudsiyye manevi bir emirle yazılmıştır, onun için çok kıymetlidir…’ (Risale-i Kudsiyye Şerh ve İzahı, 1/78-79)

‘Dediler (Allah tarafından gönderilen manevi heyet) dili Türkçe olsun, vezin ile olsun, ben yanyalım ve şiir lisanını bilmem dedim… Ben manevi heyete lisanımın fasih olmadığını, şiir yazmayı bilmediğimi söyleyince onlar da: Bu bizim değil Allah’ın emridir, yazılmasını Allah istiyor’ dediler… Bu Allah’ın dilemesiyle olduğundan seni hatadan korur… Ben yazı kurallarını bilmem dedim. Burada murad edilen manadır, lafız önemli değil dediler… Bütün kardeşlere kısa bir delil, bu kitabı kim okursa ona feyiz ve rahmet olsun. Allah yolcularına feyz ve rahmet olsun… Vesveseler gitsin, bu kitabı okuyan teşvik ve rağbet bulsun. (A.g.e 1/80-85 özetle)

Bu açıklamalar size bir şey anımsattı mı? Hani Cibril. Allah Rasûlü’ne gelir “Oku” der, “ben okuma yazma bilmem” der.. “Yaratan Rabbinin adıyla oku” denerek Kur’an nazil olur. Buraya dikkat edin, ‘yaz’, ‘ben yazma bilmem’, ‘Allah’ın emriyle yaz’… Neredeyse kıssa birebir aynıdır. Sadece “oku” kelimesi çıkarılmış yerine ‘yaz’ kelimesi konmuştur.

Tabi kitap için zikredilen sıfatlara da dikkat etmek gerekiyor:

‘Allah’ın dilemesiyle olduğundan seni hatalardan korur.’

‘Kısa bir delil’ (metinde orijinal hali ‘icmal bir hüccet’)

‘Feyiz ve rahmet olsun okuyana.’

‘Vesveseler gitsin.’

‘Okuyan rağbet ve teşvik bulsun.’

Burada zikredilen sıfatların tamamı Kur’an-ı Kerim’e ait olan sıfatlardır. Ee tabi, inişi Kur’an’la birebir olanın sıfatları da birebir olmalı hâliyle (!)

Ortak Özellikler

Örneklerini verdiğimiz ve saymakla bitirilmesi pek mümkün olmayacak kadar fazla örneğe sahip bulunan Tasavvuf tarihi dikkatle incelendiğinde ortak bazı özelliklerin olduğu görülecektir. Kur’an dışında vahiy ya da ilham aldığını iddia eden, kendisine bir kitap yazdırıldığını veya bütün olarak bir kitap verildiğini iddia edenlerde şu özellikler dikkat çekmektedir:

a) Hepsinin dayanağı, sadece Allah’ın doğruluğunu bilebileceği ve onların iddiasından ibaret olan rüyalar veya manevi işaretlerdir. Oysa bunlar İslam dininde delil ve hüccet değildir. Yani Kur’an’ın evrensel ilkelerinden olan ‘Eğer sadıklardansanız delilinizi getirin’ ayetini bunlara tatbik edecek olursak, ellerinde hiçbir delil yoktur.

Allah’la direkt irtibat kurmak, Rasûl’den sallallahu aleyhi ve sellem kitap almak, hayali bazı manevi mertebeleri kat etmek üzere kurulu bu kitaplar aynı zamanda nefsi temize çıkarmadır… Oysa Kur’an’ın yani vahiy olduğu ve Allah tarafından indirildiğinden hiçbir şüphenin olmadığı kitap “Nefislerinizi temize çıkarmayın. O sizden takva ehlini bilir.” der. Yine “Görmüyor musun nefislerini temize çıkaranları, oysa Allah dilediğini temize çıkarır.” der. Bu iddia edilen ulvi makamlar nefisleri temize çıkarmak değildir de nedir?

b) Tüm kitapların ortak özelliği kelime-i şehadetin içeriğine muhalif öğretiler içermesidir.

Allah’tan geldiği söylenen kitaplar; köpeğe Allah demekte, Allah’ın özellikle kadınların uzuvlarında tecelli ettiğini söylenmekte, velileri nebiden üstün görmekte, bazı insanların şeriat sınırlarının dışına çıkabileceğini çünkü onların levh-i mahfuzdan bilgileri direkt aldıkları söylenmekte, sıradan insanların bile ağzına almakta hayâ edeceği hikayeler ve benzetmeler ahlaki hikmet diye insanlara yutturulmaktadır.

Allah’tan geldiği iddia edilen bu kitaplardaki ahlaki sapıklıklar için özel bir bölüm açacağız inşaAllah.

Müşrikler yaptıkları yanlışları Allah’a nispet eder ve bunları Allah bize emretti derlerdi. İddiaları şuydu; bu yaptıklarımız İbrahim’in aleyhisselam şeriatıdır ve o da bu emirleri Allah’tan almıştır. Ama yaptıkları Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem elindeki vahiyle çelişiyordu. Rabbimiz bu bozuk anlayışı şöyle düzeltti:

“Çirkin bir iş işledikleri vakit, “Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk, Allah da bize bunu emretti” derler. De ki: “Şüphesiz, Allah çirkin işleri emretmez. Siz bilmediğiniz şeyleri Allah’ın üzerine mi atıyorsunuz?” De ki: “Rabbim adaleti emretti. Her secde yerinde yüzlerinizi (ona) doğrultun. Dini Allah’a has kılarak ona ibadet edin. Sizi başlangıçta yarattığı gibi (yine ona) döneceksiniz.” Allah bir kısmına hidayet etti, bir kısmına da sapıklık layık oldu. Çünkü onlar Allah’ı bırakıp şeytanları dost edinmişlerdi. Kendilerinin de doğru yolda olduklarını sanıyorlardı.” (7/A’raf, 28-30)

Her insanın bu ayetler üzerinde tefekkür etmesi gerekir. Allah fuhşiyatı, ahlaksızlığı, adaletin zıddı olan zulmü, şeyhlerin elinde müridlerin oyuncak hâline dönüştürülmesini, mescitlerin değil de kabirlerin-türbelerin ma’bed edinilmesini, Allah’tan başkasına duayı, onların her şeyi bilip gördüğünü iddiayı, onlardan korkma ve onlara sığınma anlamına gelen fiilleri emretmez. Bunlar olsa olsa şeytanı dost edinip, kendisini hidayet üzere zanneden sapkınların yazdıkları olabilir.

Bu ayetlerin nüzulüne sebep olan olay; müşriklerin Kabe’yi çıplak tavaf etmesi ve bu konudaki uyarılara ‘babalarımızı bunu yaparken bulduk, Allah bize bunu emretti’ demeleriydi. Kur’an sadece bu iddiaya değil, konuyla bağımsız gibi görünen birçok maddeyi içine alan bir cevap verdi.

Adeta ayet günümüze inmiş gibi. Tevhid ve Sünnete aykırı öğretiler vaz edip, bununla ilgili uyarıldıklarında ‘Bu falanca kitapta vardır, bunca yıldır okunmasına rağmen kimse (babalarımız) karşı çıkmamıştır, hem bu kitaplar Allah tarafından yazılmıştır’ diyenlere bütün yakinimizle deriz ki: Allah, fuhşiyatı, zulmü, bidatı ve şirki emretmez! Bu dost edindiğiniz şeytanların sizi Allah’la aldatmasından başka bir şey değildir.

c) Yine ortak özelliklerinden biri ‘Kur’an’ın anlaşılmayacağı, bizim onu idrak etmemizin mümkün olmadığı’ iddiasıdır.

İlginçtir, Allah’ın vahyi olan Kur’an anlaşılmıyor ama bu zevata indirdiği vahyi için böyle bir durum söz konusu değil! Siz hiçbir nurcunun ‘Bu kitabı okuma, vahiy olup yazdırıldığı için anlayamazsın’ dediğini duydunuz mu? Ya da bir sofinin ‘Risale-i Kudsiyye’yi anlaman için on iki ilmi bilmen lazım’ dediğini… Ya da bir mevlevinin ‘Mesnevi Kur’an’dır, onun için bir alim olmadan onu anlayamayız’ dediğini. Ya da bir menzil müridinin ‘Miftahu’l Kulub veya Minah kitapları bize göre değil kurban, bunlara çok dalarsan delirirsin’ dediğini…

Mümkünatı yok! İnsan soramadan edemiyor ‘Bu nasıl bir paylaşım?’, ‘Size ne oluyor nasıl hükmediyorsunuz?’ Kur’an vahiy ama onun anlaşılması mümkün değil, sizin kitaplar vahiy ama onu her bir insan anlıyor (!)

İlim meclisinin birinde bu tarz kitaplar okuyan ve bu kitapları kutsayan bir grup genç vardır. Bir konuşma sırasında ‘Bu kitapların Kur’an’ın tefsiri olup onları izah ettiğini’ savunur. Orada bulunan ve bahse konu kitabı daha önce okumuş olan bir genç ‘Bir deneme yapalım’ der. Kur’an’ı açar ve Kur’an’dan bir sayfa okur. Oradakilere sorar: ‘Anlamayan var mı?’ Herkes anlamıştır. Sonra Allah tarafından yazdırıldığı ve Kur’an’ın tefsiri olduğu söylenen kitaptan okur bir sayfa. Sorar: ‘Anlayan var mı?’ O kitabı Allah’ın kitabından daha fazla okuyan hatta ‘Risale hafızlığı’ gibi garabet bir kavramın altına imza atan gençlerden başka kimse bir şey anlamaz!

Haliyle düşünen insanın aklında soru beliriyor: Birinci vahiy olan Kur’an anlaşılsın diye ikinci vahiy olarak bu kitap yazdırıldı. Ancak birincisi ikincisinden daha iyi anlaşılıyor. Nasıl bir mantık bu? Bırakın günümüz Türkçesini, açın Hasan Basri Çantay, Elmalılı Hamdi Yazır ve Mehmed Akif’in Osmanlı Türkçesi ile yazılan meallerini okuyun. Bu kitaplardan daha iyi anlaşıldığını göreceksiniz!

d) Bu kitapların müellifleri kalplerine gelen manaların Allah’tan olduğuna ve vahiy olduğuna o kadar eminlerdir ki, farklı bir ihtimali tartışmaya dahi açmazlar.

Oysa vahiy olduğunda şüphe olmayan Kur’an, bu konuda farklı şeyler söylüyor:

“Üzerine Allah’ın adı anılmayanlardan yemeyin. Çünkü o bir fısktır. Gerçekten şeytanlar sizinle tartışmaları için dostlarına vahyederler. Şayet onlara itaat ederseniz müşriklerden olursunuz.” (6/En’am, 121)

“Biz insanlardan ve cinlerden bazısını peygamberlere düşman kıldık. Onlar birbirlerine süslü sözü vahyederler.” (6/En’am, 112)

Bu ayetler gösterir ki; insanın kalbinde yer eden manalar, ilham ya da vahiy olduğunu sandığı düşünceleri iki kısımdır. Bunlar Rahmani olabileceği gibi şeytani de olabilir. Peki bunları nasıl ayırt edeceğiz? Ayırımda ölçü insani olamaz. Çünkü kendi başına hak ile batılı, şeytani ve Rahmani olanı ayırt edemediğinden Allah ona peygamber göndermiştir. Ölçü vahiydir. Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem elindeki vahye uyan Rahmani, uymayan ise şeytani vesvese ve hayallerdir.

“Çirkin bir iş işledikleri vakit, “Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk, Allah da bize bunu emretti” derler. De ki: “Şüphesiz, Allah çirkin işleri emretmez. Siz bilmediğiniz şeyleri Allah’ın üzerine mi atıyorsunuz?” De ki: “Rabbim adaleti emretti. Her secde yerinde yüzlerinizi (ona) doğrultun. Dini Allah’a has kılarak ona ibadet edin. Sizi başlangıçta yarattığı gibi (yine ona) döneceksiniz.” Allah bir kısmına hidayet etti, bir kısmına da sapıklık layık oldu. Çünkü onlar Allah’ı bırakıp şeytanları dost edinmişlerdi. Kendilerinin de doğru yolda olduklarını sanıyorlardı.” (7/A’raf, 28-30)

Yaptığı şeyi Allah’a nispet eden, bunun Allah’tan olduğunu iddia edenler, bu iddialarını vahiy olduğu şüphe olmayan Kur’an’a ve onun beyanı olan Sünnete arz etmelidirler. Şayet bu konuda Kur’an’da ve Sünnette karşılığını bulmuyorsa, bunun şeytani olduğu; karşılık buluyorsa Rahmani olduğunu anlarlar.

Tasavvuf büyüklerinden sayılan ve ilklerden kabul edilen şahsiyetler böyle yapardı.

Ebu Süleyman ed-Darani der ki:

‘Kalbime çok ince nükteler gelir. Onu iki asla arz etmeden kabul etmem.’

Çünkü kalp ilahi feyizlerin mekanı olduğu gibi, şeytani vesveselerin de mekanıdır. Şeytan, insanoğlunun içinde kanın damarda gezdiği gibi gezer. Allah’ın koruması olduğu hâlde, Nebi’ye sallallahu aleyhi ve sellem Allah şöyle emrediyor:

De ki: “Ey Rabbim! Şeytanların vesveselerinden sana sığınırım. Ey Rabbim! Onların benim yanımda bulunmalarından da sana sığınırım.” (23/Müminun, 97-98)

Allah Rasûlü’nden sallallahu aleyhi ve sellem dinleyelim:

“Dün namazımı kesmek için cinlerden bir ifrit bana dadandı. Allah ona üstün gelmemi sağladı. Onu mescidin kolonlarından birine bağlamak istedim, ta ki onu göresiniz. Sonra Süleyman’ın duasını hatırladım, bundan vazgeçtim. ‘Rabbim bana öyle bir mülk ver ki, benden sonra kimsede olmasın.’ ” (Buhari, 461; Müslim, 541)

Hadisin Nesai rivayetinde şu ayrıntı veriliyor:

“…Onunla boğuştum, onu alt ettim, onu boğdum. Öyle ki onun dilinin soğukluğunu elimde hissettim.” (Fethu’l Bari 461 nolu hadis şerhi)

Şimdi, bu noktada durup düşünmek gerekiyor. Şeytan, Allah Rasûlü’ne namazda geliyor. Yani onun Allah’a en yakın olduğu anda. Namazını ifsad etmek için saldırıya geçiyor. Saldırdığı kişi Allah’a en sevimli insan olan, beşerin efendisi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem. Allah Rasûlü ‘ha deyince’ onu def edemiyor. Onunla mücadele ediyor, sonunda onu alt edip bu mücadeleyi kazanıyor.

Namazında dahi Allah Rasûlü’ne gelebilen ve onu bu denli uğraştıran bir şeytan… Sormak istediğimiz soru ise şu: Bu insanlara gelen ve onların kalbine bu manaları fısıldayan neden şeytan olmasın? Şayet kendilerini Peygamber’den üstün görüyorlarsa ona diyecek sözümüz yok! Hakikati kabullenip, ‘ona dahi bu kadar açık ve şiddetle hücum etmişse, biz gibi günahkarlar ne eylesin’ derlerse Allah hidayet versin deriz.

Yazdıkları ya da yazdırıldıklarını iddia ettikleri satırları Kur’an ve Sünnete arz ettiğimizde, kitap ile vahyin aynı kaynaktan olmadığı hemen anlaşılır. Örneğin; bir kitabın bir alime nispetinde ihtilaf varsa, o alime nisbetinde şüphe olmayan kitapları okunur. Uslup, konu tertibi, meselelere yaklaşım metodu, kanaat ettiği hükümler… Bunlarda benzerlik varsa denir ki; bu kitabın falana ait olması muhtemeldir. Zıtlık varsa derler ki; bu kitap bu alime ait değildir. Birileri yazıp ona nispet etmiştir.

Kur’an’ı bir defa okumuş, sünnetten sıradan bir vatandaş kadar haberi olan bir insan, bu kitapları okuduğunda gönül rahatlığıyla diyebilir ki; bu kitaplar Allah’tan değildir. Ya müellifleri elleriyle yazdıklarını Allah’a nispet etmişlerdir ya da şeytan onları feci bir şekilde aldatmış, şeytanın Allah’la aldattığı mağdurlardan olmuşlardır.

Tasavvufçuların anlattığı meşhur bir kıssa vardır. Kıssanın sıhhatini bilmiyoruz. Onlar sahih kabul edip anlattıklarından hatırlatmak istiyoruz.

“Abdulkadir Geylani çölde seyir hâlindedir. Bulutlar toplanır, ilginç sesler çıkar, olağanüstü haller yaşanır. O sırada göklerden bir ses duyulur: ‘Ey Abdulkadir! Seni bağışladım, bundan sonra senden sorumluluk düşmüştür.’ Bu sesi duyunca ‘Defol! Mel’un şeytan’ der. Şeytan sorar: ‘Beni nasıl tanıdın?’ Der: ‘Allah, insanları kulluk için yaratmıştır. Bu ses Allah’tan olsa daha fazla kulluk ister. İbadeti bırakmayı değil.’ Bir başka menkıbede şu cevap zikredilir: ‘Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Allah’a en yakın ve sevimli kul olmasına rağmen ondan sorumluluk düşmezken, benden nasıl düşsün’ Şeytan der ki: ‘Vallahi ben bununla birçok abidi saptırdım.’ “

Allah’tan vahiy aldıklarını iddia edenler, bu menkıbeler üzerinde dahi tefekkür etseler, iyi bir hâl üzere olmadıklarını anlayacaklardır.

e) Başka bir ortak nokta; Kitapların ihtiyaç üzere yazdırılmış olmasıdır. Her müellif kitabının, içinde bulunduğu asrın sorunlarına çözüm getirdiğini, insanların ihtiyacına binaen Allah tarafından yazdırıldığını iddia eder.

İnsan sormadan edemiyor; bu ümmet o kadar zor zamanlar yaşadı ki, bugün yaşanan sıkıntıların bir çoğu o zamanların sonucudur. Neden Allah o insanlara bir şeyler yazdırıp, ihtiyaçlarını gidermedi?

Ali, Aişe, Talha ve Zubeyr radıyallahu anhum karşı karşıya gelip savaştılar. Bu ümmetin evlatları yalan-yanlış haberlerle Osman’ı radıyallahu anh katletti. Bu ümmetin askerleri Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem ailesini Kerbela’da katletti. Mekke-Medine mancınıklarla ateş yağmuruna tutuldu. Harre vakıasında ensar kadınlarının namusu kirletildi.

Ümmetin seçkin imamları, zalim yöneticileri meşrulaştırmadıkları için işkence ve eziyetlerle ömür tüketti.

Ümmetin en fazla ihtiyaç duyduğu dönemde, neden kimseye bir şeyler yazdırılmadı? Bu sorunlara çözüm olacak bir kitap rüyada onlara verilmedi?

Acaba o dönemde yaşayanlar, bu müelliflerin mertebesine mi ulaşmadı? Yoksa bu müellifler gördükleri hayalleri ve şeytanın vesveselerini vahiy mi zannetti?

Yeri gelmişken belirtelim, o dönemde bazıları kendilerine semadan haberler geldiğini iddia etmişlerdir. Ama sahabe tepkisi şöyle olmuştur:

İbni Abbas’a dediler ki: ‘Muhtar es-Sekafi kendisine gökten haberler geldiğini iddia ediyor.’ Dedi ki: “Doğru söylemiştir. Allah buyurur ki: ‘Şeytanın kimlere haber getirdiğini size haber vereyim mi? Her yalancı günahkar üzerine inerler. Onlar şeytanın haberlerine kulak verirler ve onların çoğu yalan söylerler.’ ” (26/Şuara, 221-223)

Yine ona denir ki: ‘Muhtar kendisine vahiy geldiğini söylüyor. Der ki: ‘Doğru söylüyor. “Şüphesiz şeytan sizinle tartışması için dostlarına vahyeder.” (6/En’am, 121) buyuruyor Allah.’ (Mecmu’l-Fetava, 11/238-239)

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem dışında birisi, semayla irtibat kurduğunu söylediğinde sahabenin tepkisi bu olmuştur.

Yalancı Peygamberliğe Giden Yol

Allah’tan vahiy alma, özel ilimlere sahip olma, kalbinin Rabbinden haber vermesi, manevi bir seyr-i sülükte karşılaşılan manevi feyiz ve işaretler; yalancı peygamberliğin yolunu açan, ona zemin hazırlayan etkenlerdir.

Sizin şeyhinize ya da üstadınıza açılan sema kapıları, bir başkasına neden kapalı olsun ki? Bana açıldı, yazdırıldı, Allah bana dedi ki vb. cümleler ispatı mümkün olmayan beşeri iddialardır. Sizin dışınızda biri bunu dediğinde; onu yalanlarsanız kendinizi yalanlamış olacaksınız, mecburi olarak, insanların sizi doğrulamasını istediğiniz gibi, sizde bu şahsı doğrulayacaksınız!

Asrımızın yalancı peygamberlik iddiasına sahip olan İskender Evrenesoğlu kendisine vahyin geldiğini şöyle gerekçelendirir:

‘… Allah insana kitap yazdırır mı yazdırmaz mı? konusuna açıklık getirilmesi gerekmektedir. Çünkü günümüzdeki din bilginlerimiz Allah ile kulu arasındaki bu tür bir ilişkiyi reddediyorlar… Allah kuluyla konuşamaz, kitap yazdıramaz, ilham veremez diyorlar… Aşağıdaki bölümde bu konuya ışık tutacak ve ispatlayacak kanıtları bulacaksınız. Allah insana kitap yazdırır mı yazdıramaz mı görelim:

Abdulkadir Geylani Hz.nin Risale-i Gavsiye tercümesinden:

‘Ya Gavs-ı azam, dedi Allah. Lebbeyk Rabbi Gavs dedim. Ya Gavs-ı azam hiçbir şeyde zahir olmazdım, insanda zahir olmuşum, dedi. Ya Gavs-ı azam insan benim sırrımdır, ben de onun sırrıyım, dedi. Gavs dedi, Rabbim Tealayı gördüm ve sordum: Ya Rabbi, aşkın manası nedir? Dedi: Ya Gavs aşık ol bana, aşk benim ve aşk benim…’

Görülüyor ki Abdulkadir Geylani’ye Allahu Teala ‘Risale-i Gavsiye’ ismiyle bir kitap yazdırmış. Allah kendisine ‘Gavs-ı Azam’ diye hitap ediyor. Ve de Allah’ı gördüğü kesin. Diğer taraftan Abdulkadir Geylani’ye yazdırılan kitabın adı da ‘Risale’ yani bize yazdırılanla aynı.

Ayrıca Bediuzzaman Said-i Nursi’ye Allah tarafından yazdırılmış yüz otuz iki kitaba da Risale-i Nur adını vermiş Allah Teala…

Mevlana Celaleddin Rumi’ye Mesnevi’yi Allah’ın subhanehu ve teâlâ yazdırdığı, Mesnevi’nin takdim yazısında açıkça yer almaktadır:

Eşref Rumi’nin divanı da Allah tarafından yazdırılmıştır. (Tasavvuf ve İslam 195-196. İskender Ali Mihr, http://www.tr.mihr.com/doc/1/21-risalenurlari/mihr)

Bu girizgahtan sonra İskender Bey asıl meramını anlatır. Allah’ın bu veli kullarına kitap yazdırdığı gibi, kendisine de İnzal suresiyle başlayan ve Kadiri Mutlak suresiyle son bulan yirmi üç surenin indiğini söyler.

Bu işler böyledir… Hayır ve güzellik, hayrı; şer ve bidat ise şerri doğurur. Bu kapıyı insanlara açanlar kutsanmayı beklemek bir tarafa, Allah’a nasıl hesap vereceklerini düşünmelidirler.

Bir meseleye daha temas edelim. Vahiy alıp, kendine kitap yazdırıldığını iddia edenlerin çoğu hayattayken zındıklıkla itham edilmiş, ölümlerinden sonra ise etraflarında oluşan menkıbe kültürüyle kutsanmış, veli kabul edilmişlerdir. Bugün İskender Evrenesoğlu’na burun kıvıranlar olabilir, ancak şeytanların da yardımıyla kısa zaman sonrasının büyük velileri arasında yer alacaktır. Neden mi? Çünkü Allah tarafından ona yazdırılan bir kitabı vardır. Ama yaşadığı dönemde yalancılık ve zındıklıkla itham edilmiştir? Allah dostları hep öyledir, ilk başta anlaşılmazlar, sonra bir hazine gibi keşfedilir ve değer kazanırlar (!)

Bu zevatın hangisinin doğru söylediği, hangisinin şeytanın vesveselerine kendisi de aldanıp vahiy zannettiğini, hangisinin çıkar amaçlı böyle bir yola tevessül ettiğini nereden bileceğiz? Hangi ölçüyle bunları birbirinden ayıracağız? Kur’an’ı biz anlamayız, bu zatlar hata etmez, hata gibi görünen bir durum varsa bunun mutlaka bir açıklaması vardır… Gel de çık işin içinden.

‘Bana yazdırıldı’ kapısını açarak bu ümmeti aldatanlar, şer’i olmayan yöntemlerle insanları irşad edenler, “Ben dininizi tamamladım”, “Her şeyi açıkladık” demesine rağmen mevcut vahiyle yetinmeyip, vesveselerini vahiy diye bu ümmete arz edenler yalancı peygamberlik müessesesine yardımcı olan ve yolunu hazırlayan saptırıcılardır.

Şu bilinmelidir ki; biz tezkiye, ahlak, adap ve gönül inceltici (rakaik) bahisleri ihtiva eden kitaplara karşı değiliz. Bu içerikteki kitapların gerekliliğine inanır ve insanlara tavsiye ederiz. Nasıl karşı olabiliriz ki? Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem temel vazifelerinden biri ümmetini arındırmadır. (“Nitekim kendi aranızdan, size ayetlerimizi okuyan, sizi her kötülükten arındıran, size kitap ve hikmeti öğreten, ayrıca bilmediklerinizi de öğreten bir peygamber gönderdik.” (2/Bakara, 151) ” Andolsun, Allah, mü’minlere kendi içlerinden; onlara ayetlerini okuyan, onları arıtıp tertemiz yapan, onlara kitab ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (3/Al-i İmran, 164)) Onları nefsin fücurundan ve günahların karartısından temizleyip taatin ve takvanın esenliğine çıkarmaktır. Elbette Peygamber vârisi olan alimler de bunu devam ettirmelidir. Sohbet, vaaz, nasihat ve kitaplarıyla dünyaya meyleden, unutan, şehvetlerine esir olan biz günahkarları sarsmalı, Allah’ı subhanehu ve teâlâ ve hesabı hatırlatmalıdır. Allah’a hamd olsun ümmetin alimleri bunu yapmışlardır da. Bu noktada yazılan eserler evlerde, aile arasında, cemaatlerde, ders halkalarında, medreselerde, ilim meclislerinde düzenli okunmalı ve nasihatleşilmelidir de…

Haris el-Muhasibi’nin kalplerle ilgili yazdıkları, İmam Ahmed ve Abdullah ibni Mübarek’in ‘Kitabu’l-Zuhd’ leri, İbni Ebi Dunya’nın ‘Edebu’l Din ve’l Dünya’sı, Hadis kitaplarının ‘Kitabu’l Rekaik’ bölümleri, İmam Kurtubi’nin ölüm sonrasını tafsilatlı ele aldığı ‘et-Tezkira’sı, Hafız ibni Receb’in tezkiye ve ahlak hakkında risaleleri (Bu risalelerden ‘Kalp katılığının yerilmesi/Zemm-u kasveti’l kalb’ risalesi, yayınevimizin yayınlayacağı eserler arasında sırasını beklemektedir.)

İbn Kayyım’ın ‘Medaricu’s-Salikin’ başta olmak üzere birçok kitabı…

Bizim karşı olduğumuz şey, bu içerikte kitaplar yazılması değildir. Olamaz da. Bizim karşı çıktığımız, yazılan kitapların Allah’a nispet edilmesi ve onun katından olduğunun söylenmesidir.

“Vay o kimselere ki, elleriyle Kitab’ı yazarlar, sonra da onu az bir karşılığa değişmek için, “Bu, Allah’ın katındandır” derler. Vay ellerinin yazdıklarından ötürü onların hâline! Vay kazandıklarından dolayı onların hâline!” (2/Bakara, 79)

Bizim karşı olduğumuz, Allah Rasûlü’nden sonra vahyin kesildiği, bunu sadece yalancı peygamberlerin iddia edeceği bilinmesine rağmen, bazı insanların elleriyle yazdıkları kitaplara ‘Vahiy’ demesidir.

“Allah’a karşı yalan uyduran veya kendine bir şey vahyedilmemişken, “Bana vahyolundu” diyen, ya da “Allah’ın indirdiğinin benzerini ben de indireceğim” diye laf eden kimseden daha zalim kimdir? Zalimlerin şiddetli ölüm sancıları içinde çırpındığı; meleklerin, ellerini uzatmış, “Haydi canlarınızı kurtarın! Allah’a karşı doğru olmayanı söylediğiniz, ve onun ayetlerinden kibirlenerek yüz çevirdiğiniz için bugün aşağılayıcı azap ile cezalandırılacaksınız” diyecekleri zaman hâllerini bir görsen!” (6/En’am, 93)

İşte bizim buğzumuzun, öfkemizin, ibarelerimizdeki katılığın nedeni budur. Merhametlilerin en merhametlisi dahi bu ahlaka sahip insanlara; “Veyl olsun”, “Daha zalim kim vardır” diye seslenmektedir.

Hususen Bakara suresindeki 79. ayete dikkat edelim: Bu ayet kimin hakkında inmiştir? Ehl-i kitap hakkında! Peki ehl-i kitap kimdir? Veya durumları bize niye anlatılmıştır? Çünkü bu ümmetten birileri adım-adım, karış-karış onlara tabi olacaktır. Her ne yapmışlarsa onu yapacak, her ne yola girmişlerse o yola gireceklerdir..

“Sizden öncekilere adım-adım, karış-karış tabi olacaksınız. Onlar kelerin deliğine girseler siz de gireceksiniz! Bu kastettiğin Yahudi ve Hristiyanlar mıdır? diye sordular. Başka kim olacak diye cevap verdi.” (Buhari, 7320; Müslim, 2669)

‘Bu bana yazdırıldı’, ‘Rüyamda Nebi’den aldım’ gibi sözler, şeriattan ve ümmetin içinde bulunduğu hâlin sebeplerinden habersiz insanları etkileyebilir. Bu ibarelerle o kitapların kutsal olduğuna inanabilirler. Müelliflerin isimlerinin sonuna ‘Hazret’, ‘Allah sırrını takdis etsin’ gibi islam ümmetinin bilmediği, Hristiyanlıktan alınma ifadelerle gizem ve heybet de katabilirler.

Ölçü, Kur’an ve Sünnettir. Din tamamlanmıştır. Bizim ikinci bir vahye ihtiyacımız olmadığı gibi, ‘tamamlanmıştır’ denilene ekleme yapacak cesaretimiz de yoktur. Babamızın, abimizin, hocamızın sözünün üstüne söz söylemeyi edepsizlik sayarken, alemlerin Rabbi olan Allah’ın sözünün üstüne nasıl söz söyleyelim.

Vesselam…

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver