Allah’a Adanmış Gençlikler- Nasihatleşme (2) – 9

Her daim nimetlerini üzerimizde müşahede ettiğimiz Rabbimize sonsuz hamd olsun. Salât ve selam Rasûlü’ne, aline ve güzide ashabının üzere olsun.

Genç Kardeşim,

Silsilemizin ilk yazısından, bu yazıya kadar olan kısmını zindanlardan yazdım sana. Allah’a hamd olsun ki; bir süreci sonlandırıp yeni bir süreç başlattı. O’ndan subhanehu ve teâlâ, her halin af ve afiyetini talep ediyorum. Kendim için derlediğim ve sana da faydalı olacağına inandığım nasihatleri paylaşmaya devam edeceğim. Bu yazıyı yazarken Allah’ın subhanehu ve teâlâ lutfettiği bir düşüncemi seninle paylaşmak istiyorum. Sen de biliyorsun ki; Allah Rasûlü, güzel ve olumlu durumlardan, hayırlı neticeler çıkarırdı. Bu onun sallallahu aleyhi ve sellem, Allah’a olan husn-ü zannından ileri gelmekteydi.

Kardeşim,

Şu yaşadığımız dünya üzerinde zorlanmayan hiçbir insan yoktur. Herkes bir şekilde zorluklar içerisinde yaşamaya çalışıyor. Yani bizler Allah’a kul olmak için zorlandığımız gibi dünyanın, dinarın ve dirhemin, kıyafet ve teknolojinin kulları da zorlanıyor. Ama tek bir farkla;

“…Siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da, sizin acı çektiğiniz gibi acı çekiyorlar. Oysa siz, onların umud etmediklerini Allah’tan umuyorsunuz. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (4/Nisa, 104)

Öyleyse diyebiliriz ki bizim çektiğimiz sıkıntılar, hamd edilesi manevî sıkıntılardır. Ve kıyamet gününde ecir, dünyada ise iman lezzeti olarak bizlere kar olacaktır.

Genç yaşlarda kulluk ve nefsin istekleri, çoğu zaman çakışır. Senin İslamî hareket içinde üstlendiğin mübarek misyon da düşünüldüğünde, ne denli zorlanacağın açıktır. Allah’a subhanehu ve teâlâ iyi bir kul ve Müslümanlara iyi bir kardeş olabilmen için nefsin süfli isteklerine karşı sürekli direnmen gerekiyor. Anlayacağın en çok ihtiyaç duyduğun iki azık sabır ve irade… Dilersen bu iki kavram üzerinde duralım.

Sabır

Evet kardeşim, seni sabrın tarifi ve ne olduğuyla meşgul etmeyeceğim. Esasen sen de, ben de sabrın ne olduğunu çok iyi biliyoruz. Ben faydalı olacağına inandığım için iki nokta üzerinde duracağım. Bunlardan biri sabrı elde etmenin yolu, diğeri onu muhafaza etme, arttırma ve doğru kullanım olacak.

Sabrı elde etmenin yolu sabırlı olmak için mücadele etmek, nefsi bu güzel ve kulluğun her anında ihtiyaç duyduğumuz haslet üzere terbiye etmektir. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular:

“Kim dilenmekten çekinir, iffetli davranırsa, Allah onun iffetini arttırır. Kim tok gözlü olmak isterse, Allah onu başkalarına muhtaç olmaktan kurtarır. Kim de sabretmeye gayret ederse, Allah ona sabır verir. Hiç bir kimseye, sabırdan daha hayırlı ve büyük bir lütufta bulunulmamıştır.” (Buhari, Müslim)

Sabrı elde etmenin başı, sabırlı olmak için çabalamandır. Nefsin istekleri seni zorladığında ‘Hayır! Ben Rabbim’in rızası için sabredeceğim’ diyerek nefsinin de sahibi olan Allah’a hal diliyle dua edebilmektir. Olaylar karşısında sabırlı olmaya çalışmak, insanda sabır ahlakının neşvünema (Neşvünema: Gelişme, yetişme.) bulmasını sağlar.

Sonra onu muhafaza etmek ve arttırmak gerekir. Çünkü şeytan, insana verilmiş en hayırlı azığın sabır olduğunu bilir. Bunun için bizlerin acelecilik yönünü kullanır. Ta ki, sabırla ilişiğimizi kessin. Bunu beceremezse onu yanlış kullanmamız için uğraşır veya artmasına engel olmaya çalışır.

“Ey iman edenler, sabırla ve namazla yardım dileyin. Gerçekten Allah, sabredenlerle beraberdir.” (2/Bakara, 153)

Ayetten anlıyoruz ki, sabrın membaı namazdır. Namazla sabır arasında, manevî bir bağ vardır. Burada sözü sabrın yakın dönem şahitlerinden, bir şehide bırakıyorum. Bu sözlere kulak vermelisin. Hem kulluğumuz, hem de İslamî hareket içinde iyi bir hizmet adamı oluşumuz için inciler saçılıyor.

‘…Sabır, Kur’an-ı Kerim’de sık sık tekrarlanır. Çünkü yüce Allah çeşitli içgüdüler ve ket vurucu psikolojik faktörler arasında doğru yolda yürüyebilmenin ve bin bir türlü çatışmalar ve engeller arasında yeryüzünde insanları Allah’a çağırma görevini yürütmenin ne kadar büyük bir gayret gerektirdiğini herkesten iyi bilir. Bu gayret insandan, sinir sağlamlığı, olağanüstü bir soğukkanlılık, güç kaynaklarının sürekli seferberliği, sızma ve kaçış noktaları karşısında kesintisiz bir uyanıklık ister. Bütün bunlar karşısında mutlaka sabırlı olmak gerekiyor. İbadetlere devam etmek için sabır… Günahlardan uzak durmak için sabır… Allah’a ulaştıran yolu kesmek isteyenlere karşı girişilecek cihadı devam ettirmek için sabır… Türlü türlü düşman tuzaklarına, komplolarına karşı sabır… Zaferin ve başarının gecikmesi karşısında sabır… Aşılması gereken mesafenin uzunluğuna sabır… Bâtılın yayılıp güçlenmesi karşısında sabır… Dostun, destekçinin azlığına sabır… Gidilecek yolun uzun ve dikenli oluşuna sabır… Vicdanların kaypaklığına sabır… Kalplerin şaşkınlığına, sapmalarına karşı sabır… İnatçılığın baskısına sabır… Dönekliğin, kalleşliğin acılığına karşı sabır…

Eğer hedefe ulaşma süresi uzar ve sıkıntıların baskısı yoğunlaşırsa, ortada azık ve yardımcı güç bulunmadığı takdirde sabır, zayıflar veya tükenebilir. Bundan dolayı, yüce Allah burada namaz ile sabrı yan yana getiriyor. Çünkü namaz, kurumaz bir kaynak ve bitmez bir azıktır. O, güç kaynaklarını yenileyen ve kalbe enerji yükleyen bir azıktır. Onun sayesinde sabır ipi uzar ve kopmaz bir sağlamlık kazanır. Sonra da sabra hoşnutluk, şevk, gönül huzuru, güven duygusu ve azim ekler.

Ölümlü, zayıf ve gücü sınırlı olan insanın en büyük güç kaynağı ile, yani yüce Allah ile ilişki kurması, karşılaştığı zorluklar sınırlı gücünün kapasitesini aşınca O’ndan yardım istemesi mutlaka gereklidir. Ne zaman? Gizli-açık bütün şer güçler ile karşı karşıya kalınca. İçgüdü ve ihtirasların engellemesi ile arzuların kışkırtması arasında doğru yolda ilerlemenin üzerine bindirdiği sıkıntı, ağır bir baskıya dönüşünce… Amansız azgınlıklara ve fesat girişimlerine karşı verdiği mücadelenin baskısı altında ezilmeye yüz tuttukça… Sınırlı ömrüne göre aşacağı yolun ve ulaşacağı hedefin uzakta olduğunu anladıktan sonra, akşam vaktinin eşiğinde olmasına rağmen henüz hiçbir yere varamadığını, ömür güneşinin batmaya yüz tutmasına rağmen henüz beklediği şeylerden hiçbirini elde edemediğini tespit edince… Kötülüğün yayılıp güçlendiğini, buna karşılık iyiliğin gitgide zayıfladığını, ufukta hiçbir aydınlık kırıntısı ve yolda hiçbir işaret olmadığını görünce…

İşte böylesine zor durumlarda namazın değeri ortaya çıkar.

Namaz; ölümlü insan ile sürekli ve kalıcı güç olan yüce Allah arasındaki doğrudan ilişkidir… Namaz; tek başına kalmış, garip bir damlacığın hiç kurumayan gür bir su kaynağı ile belirlenmiş bir buluşma vaktidir…

Namaz; küçük yeryüzü realitesinin sınırlarını aşarak büyük evrensel realitenin uçsuz-bucaksız alanına yükselmektir…

Namaz; yakıcı çöl sıcağında serin bir meltem, bir ilkbahar yağmuru taneciği, bir ağaç gölgesidir…

Namaz; yorgun ve kırık kalplere yönelik şefkatli bir el okşayışıdır… Böyle olduğu içindir ki, Peygamberimiz sıkıntılı anlarında müezzini Bilâl’e radıyallahu anh: “Ey Bilâl, bize onun (namaz) aracılığı ile nefes aldır.” buyururdu. Nitekim Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem zor bir işle karşılaşınca yüce Allah’la daha çok buluşabilmek için her zamankinden daha çok namaz kılardı.’ (Fi Zilali’l Kur’an’dan kısaltılarak.:

Geriye sabrı doğru kullanmak kalıyor. Evet, sabrı elde edebilir muhafaza edebiliriz. Ancak doğru kullanmadığımız takdirde hiçbir anlam ifade etmez. Allah subhanehu ve teâlâ, bizlere yüklediği her sorumluluğa yetecek sabrı da beraber vermiştir. Bu “…insana gücünden fazlasını yüklemeyiz” (23/Mü’minun, 62) kaidesi gereğidir.

Kişi, geçmiş ve gelecekle alakasını keser ve anın sorumluluklarına yoğunlaşırsa, elinden geleni yapmış olur. Şeytan, geçmişin geri gelmesi mümkün olmayan sayfalarında, sürekli insanı üzmek ve geleceğin gayb olan hadiseleri hakkında hayal kurup, umutlarını tüketmek suretiyle onun sabrını harcar.

Geçmişte yaşanan olumsuzluklar insanın umutlarını tüketir. Umut üzerinde sabır önemlidir. Gelecekte yaşanması muhtemel olayların hayalini kurmak ise, insanı yorar ve azmini tüketir. Çünkü çoğu zaman işler umulduğu gibi yürümez ve insan hayallerle girdiği beklentilerinin kurbanı olur.

Bugün çoğu genç kardeşimizin, anın sorumluluklarında gevşeklik gösterip, geçmiş hatalara üzüldüğünü veya anılarla tatmin olduğunu; geleceğe dair hayaller kurduğunu görüyoruz. Bu şeytanın sabrı tüketmek için kurduğu kuvvetli bir tuzak olmanın yanında, insanı asli sorumluluklarından geri bırakan tehlikeli de bir yoldur. İlk adımları yerine getirir ve sabrın kullanımında dikkatli davranırsak, insana verilmiş en hayırlı azıktan hakkıyla istifade etmiş oluruz.

Sabırla alakalı olduğu için bir noktaya daha dikkatini çekmek isterim! Şeytan insanı geçmişin pişmanlıkları veya anıları ya da geleceğin hayallerine çektiğinde şu şuur haliyle bunun üstesinden gelmelisin:

‘Anda (şimdiki zamanda) sorumlu olduklarımı yerine getirirsem, bu geçmiş günahlara kefaret olan salih amelim ve gelecekte Allah’ın yardımını kazandıracak garantim olur.’ Çünkü düşünmek, konuşmak ve eseflenmek ne günahları affettiren tevbe, ne de Allah’ın yardımını celp eden esbap arasındadır. Umduğumuz hayrın yolu, anın sorumluluklarını ihya etmekten geçer.

İrade

Bir diğer ihtiyaç duyduğumuz azık iradedir. İstek, azim ve insanı harekete geçiren bu duygu, kulluk ve sair sorumlulukların esasıdır. Bu duygu da, doğuştan var olan ve sonradan geliştirilebilen azıklardandır. İradesiz insan yoktur. İradeli olmak istemeyen, bunun için çabalamayan insan vardır.

Bu anlamda iki tür iradeye ihtiyaç duymaktayız.

1. Başlangıç iradesi; işlere başlayabilme ve adım atmak için gereklidir. Bu irade türü gelişmeden sorumluluklara başlamak mümkün değildir. Okunacak kitap, halledilecek bir iş, yapılacak salih amel buna bağlıdır. Bunun tek yolu Allah’tan yardım isteyerek, başlamaktan korktuğumuz şey ne olursa olsun, düşünmeden ilk adımı atmaktır. Başlangıç iradesi, ancak bu şekilde gelişir. Hiç düşünmeden ‘bismillah’ diyerek ilk adımı atmak ve başlamak… Bunu denediğimiz takdirde çoğu korkunun ilk adımla dağıldığını ve insanda bir saniye öncesinde hayal dahi edemeyeceği bir direnç ve azmin yeşerdiğini görürüz.

2. Devam ve sebat iradesi; başladığımız işlerde sabit kalmak, işi son noktaya vardırmakla alakalıdır. Bu irade türü ciddi bir terbiye ister ve en önemli olanı küçük adımlarla bu iradeyi geliştirmektir. Şayet sorumluluklarımızda sebat edemiyor ve işleri yarım bırakıyorsak, yaptığımız işleri parçalara bölmek zorundayız. Hiç değilse belirlediğimiz bu küçük parçalarda sebat etmeliyiz. Bu durumu kitap okuma üzerinden örneklendirecek olursak; beşer dakikalık dilimler belirleyip ne olursa olsun bu anı sonuna kadar muhafaza etmeye çalışmalıyız. Beşer dakikalık kitap okuma vakitlerine sebat edebildiysek, bunu on dakikaya çıkarmalı ve o süreyi sonlandırmalıyız. Böylece sebat iradesi gelişmiş olur. Burada en önemli mesele acele etmemek ve yeni belirlenen hedefte sağlam durmaktır. Hiçbir şey yapamamaktansa küçük ve basit adımlarla az şey yapmak daha hayırlıdır. Ayrıca bir ömrün iradesiz ve şikayetle geçmesindense, zaman içinde kazanılan ve ömrün imar edileceği küçük adımlar tercihe şayandır.

Genç Kardeşim,

Allah’a kulluk ve dinine hizmet ederken karşılaşacağın en bariz afetlerden biri hata yapmak ve hakka girmektir. Bundan kaçış yoktur. Hata yapmak insan olmanın doğal neticesidir. Hassaten gençlik dönemi, bunun en yoğun yaşandığı zaman dilimidir. Hemen her duygunun en keskin halini yaşadığı ve çoğu zaman kontrol dışı gelişen davranışlar dönemidir.

Çoğu zaman kendini, Rabbinin haklarından bir hakkı çiğnemiş veya Müslüman kardeşlerinden birinin hakkına girmiş bulursun. İşte böyle zamanlarda dayanağın ve azığın tevbe ve özür dileme olmalıdır.

Aksi halde gençlik duygularının keskinliği seni bitirir. Ne Rabbine kul ne de Müslümanlara kardeş olursun.

Hatan ne denli büyük olursa ve ne kadar sık tekrar ederse etsin, Allah’ın subhanehu ve teâlâ merhamet ve tevbeleri kabul edişinden daha büyük olamaz. Dünya kurulduğu günden bu yana, milyarlarca hatta daha fazla insana tevbe kapısının açık tutulduğunu unutma. Bu öyle geniş bir memba ki; tüm insanlık toplansa ve Allah’a iltica etse hepsine yeter. Sen bir insan olarak neden korkuyor, neden çekiniyorsun?

“…Ey müminler! Hep birden Allah’a tevbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz.” (24/Nur, 31)

“De ki: ‘Ey çok günah işleyerek kendi nefislerine kötülük etmede ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah bütün günahları affeder. Çünkü O, gafur ve rahîmdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı fazladır).’ ” (39/Zümer, 39)

“Kulunun tevbe etmesinden dolayı Allah Teâlâ’nın duyduğu memnuniyet, sizden birinin ıssız çölde kaybettiği devesini bulduğu zamanki sevincinden çok daha fazladır.” (Buhari, Müslim)

“Allah Teâlâ gündüz günah işleyenin tevbesini kabul etmek için geceleyin elini açar. Geceleyin günah işleyenin tevbesini kabul etmek için de gündüzün elini açar. Güneş battığı yerden doğuncaya kadar bu böyle devam edip gider.” (Müslim)

“…Ey kullarım! Sizler gece-gündüz hata edip, günah işliyorsunuz. Ben ise bütün günahları affediyorum. Öyleyse siz de benden günahlarınızın affını isteyin ki, sizleri affedeyim.

Ey kullarım! Sizin bana bir zarar vermeye gücünüz yetmez ki, zarar veresiniz. Aynı şekilde, bana bir fayda vermeye de gücünüz yetmez ki, fayda veresiniz.

Ey kullarım! Sizin ilk insandan son insana kadar hepiniz, insanlarınız ve cinleriniz en muttaki bir insan gibi olsanız ve o sıfat içinde bana kulluk etseniz, bu benim mülkümde hiçbir şey arttırmaz, yüceliğime bir şey katmaz.

Ey kullarım! Sizin ilk insandan son insana kadar hepiniz, insanlarınız ve cinleriniz en günahkâr bir insan gibi olsanız ve o halde bana isyan etseniz, bu benim mülkümde hiçbir şey eksiltmez, yüceliğime hiçbir zarar vermez…” (Müslim)

Sürekli bu nasları canlı tutmalı ve günahların bize tahakküm etmesine müsaade etmemeliyiz. Gençlik döneminde tevbe azığıyla hataları silmeyen insan, günahlara alışkanlık kazanır. Ancak tevbeyle beraber, zikredilecek hata kalmaz.

Bir diğer durum insanların hakkında hata yapmaktır. Bu bazen bireysel, bazen de cemaatsel olabilir. Ne olursa olsun af dilemek suretiyle hataları kabul etmeli ve hakka tecavüzün ahlak haline gelmesine engel olmalıyız. Yanlış yapıp, tüm hayatımıza etki edecek olumsuz kararlar alabiliriz… Gençliktir. Düşünmeden ziyade duygusal davranılan bir dönemdir. Mutlaka helallik dilemeli ve hatayı telafi etmeliyiz.

Farklı yazılarımızda değindiğimiz gibi sahabeler bu konuda çok dikkatliydi. Bazen kendilerini mescidin direğine bağlıyor, bazen de başlarını özür diledikleri arkadaşlarının kapı eşiğine koyuyorlardı. Böylece hatalarını telafi ediyor ve kardeşlerinin veya İslam cemaatinin hakkından kurtuluyorlardı.

Tevbe ve özür dilemek nefse, özellikle de gençlere ağırdır. Şeytanın aldatması, kişinin yanlış anlaşılacağı ve her durumda haksız görüleceği yönündedir. Bir önceki yazımızda değindiğimiz gibi kalpler Allah’ın subhanehu ve teâlâ elindedir. Ve Allah subhanehu ve teâlâ, kendine yönelmiş kalplerle beraberdir. Gerçek sevgi, kabul görme ve övgü ancak Allah’ın subhanehu ve teâlâ müsaadesiyle olandır. Allah kullarından hatasında ısrar eden, kibirle büyüklenenleri değil, tevbeyle O’na yönelen ve mütevazi olanları sever.

Genç Kardeşim,

Sen de biliyorsun ki bedenin sıhhati için öğünlerde düzenli yemek gerekiyor. İnsanın ‘Yıllardır yiyorum, bir müddet yemeden yaşayayım’ deme lüksü yok. İnsanın önceden yediklerini düşünerek yemeği terk etmesi, ya ölüme ya da tedavisi zor hastalıklara neden olur.

İşte kalp hayatı da bunun gibidir. Düzenli olarak gıdasını almazsa ya ölür ya da hastalanır. Bir çoğumuz bunu biliyor ama yapmamız gerekenleri yapamıyoruz. Yapacak irade, sabır ve gayreti bulamıyoruz. Bunun nedeni kalbimizin gıdasını günlük olarak vermeyişimizdir.

Sana bir tavsiyem var. Öncelikle kalbini harekete geçiren, seni Rabbine yaklaştıran, kulluğuna olumlu etkisi olan amelleri tespit et. Bu insandan insana değişir. Kimimiz Kur’an dinleyerek, kimi dua ederek, bir başkası infak ederek, diğeri vaaz dinleyerek kalbini harekete geçirir. Bunlardan seni en çok etkileyenini bul ve gün içinde belirlediğin düzenli öğünlerde kalbinin gıdasını ver. Bu hal üzere sebat et. İnşallah kalbin ve kulluğun üzerindeki olumlu etkiyi müşahede edeceksin.

Kardeşim,

İnsanın istikamet üzere olması iki şeye bağlıdır. Takva ve haya… Bu iki azığın oluşumu insanla alakalıdır. Ancak muhafazası ve gelişmesi salih ortamda olabilir. Genç insan kendini bireysel olarak ispat etmek ister. Bu da onun topluluk dışında dilediği gibi yaşamasını gerektirir. Buna şeytanın, kişiyi sürüden ayırmak için yaptığı özel çalışmaları da ekleyebilirsin. Çünkü topluluk kuvvettir. Ve şeytanın topluluk içerisinde bir genci kandırması, istediği ortamlara çekmesi zordur. Bunun için uğraştığı gencin, tek kalması gerekmektedir.

Ne olursa olsun Allah’a sığın. Ve Müslümanların arasından ayrılma. Küçük, büyük fark etmez. Bir toplulukla beraber hareket et. Tek kalmaya yönelik duygu ve isteklerin şeytandan olduğunu unutma.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem yalnızlığın her türlüsünü yasaklamıştır ve bunun şeytandan olduğunu özellikle vurgulamıştır.

Ebu Salabe el-Huşan radıyallahu anh şöyle anlatıyor:

“Allah Rasûlü dinlenmek için durduğunda sahabe vadilere dağılırdı. Ayağa kalktı ve şöyle dedi: ‘Sizin vadilerde bu şekilde dağılmanız şeytandandır.’ ” (Ebu Davud)

Ömer radıyallahu anh hutbede Allah Rasûlü’nden sallallahu aleyhi ve sellem:

“…Cemaatle beraber olunuz. Ayrılıktan sakınınız. Çünkü şeytan tek olanla beraberdir. İki kişiden ise daha uzaktır.”

“…Allah’ın eli cemaatle beraberdir. Çünkü şeytan cemaatten ayrılanla beraber koşturur/hareket eder…” (Nesai)

Genç Kardeşim,

Aslında söyleyecek ve paylaşacak çok şey var. Ancak zaman ve satırlar kısıtlı. Allah senden razı olsun. Bu yazıyı sabırla takip ettin. Bu yazıyla beraber bu silsileyi sonlandırıyorum. Muvaffak kıldığı için Rabbime sonsuz hamd olsun.

Selam ve dua ile Ebu Hanzala.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver