Dördüncü Hadis
Abdullah ibni Mesud (ra) dedi ki:
“Doğru ve doğruluğu tasdik edilmiş olan Allah Resûlü (sav) şöyle buyurdu:
‘Sizden birinizin anne karnında yaratılması nutfe (kan pıhtısı) hâlinde kırk gün sürer. Sonra bir o kadar sürede alaka (bir et parçası) hâlini alır. Ardından bir o kadar sürede de mudğa (organların belirginleşmesi) hâlini alır. Sonra bir melek gönderilir ve kendisine ruh üfürülür. Meleğe dört kelimeyi; o kişinin rızkını, ecelini, amelini, bedbaht mı bahtiyar mı olacağını yazması emredilir.
Kendisinden başka ilah olmayan Allah’a kasem olsun ki içinizden biriniz cennet ehlinin amelini işler. Öyle ki cennet ile arasında bir zira’/arşın mesafe kalır. Fakat hakkındaki yazı öne geçer ve ateş ehlinin amelini işleyerek ateşe girer. Biriniz de ateş ehlinin amelini işler. Öyle ki ateş ile arasında bir zira’/arşın mesafe kalır. Fakat hakkındaki yazı öne geçer ve cennetliklerin amelini işleyerek cennete girer.’ ”[1]
***
İmam Nevevi’nin (rh) Kırk Hadis’ine dördüncü hadis ile devam ediyoruz. Hadis temel olarak insanın yaratılış merhalelerini, anne karnında yazılan kaderin dünya ve ahiret yansımalarını ele alıyor. Malumdur ki, Allah Resûlü’ne verilmiş belirgin vasıflardan birisi de “cevamiu’l kelim” olmasıdır. Az sözle konuşur, ama çok şey anlatır. Bu hadis, bu vasfın açık bir örneği olarak önümüzde duruyor. Bir paragraf uzunluğunda olan bu hadis, dinin usullerini içinde meczetmiş, toplamıştır.
Hadisin içerdiği anne karnındaki evreler bahsi, geçtiğimiz asırda, tıp biliminin ilerlemesiyle tespit edilmiştir. Bununla birlikte bu hadisin, söylendiği dönem içerisinde değerlendirildiğinde büyük bir mucize olduğu insaf ehli herkes tarafından kabul edilecektir. Bu gerçeği; Resûlullah’ın vahiy ile konuşması, gayb ilminin -Allah’ın (cc) dilediği kadar- kendisine öğretilmesi bağlamında değerlendirilebilir ve bu yönüyle Peygamberimizin (sav) bir ayeti/mucizesi olarak kabul edebiliriz.
Şerhe daha önceki hadislerde de yaptığımız gibi rivayet eden sahabinin -yani Abdullah ibni Mesud’un- hayatı ile başlayacağız. Ardından sadık ve mesduk kavramlarını ele alacağız. Nasip olursa, insanın yaratılış merhaleleri, kaderi ve bunun hayattaki tezahürlerini de sonraki yazılarda kaleme almaya çalışacağız.
Abdullah İbni Mesud
Abdullah ibni Mesud (ra) Mekkeli bir zenginin koyun çobanlığını yapan yirmili yaşlarda bir gençti. Yaşadığı bölge ve dönem itibarıyla cahiliyenin zifiri karanlığına bizzat şahitlik etti. Allah’a (cc) karşı ikiyüzlülük, topluma karşı zulüm ve haksızlık örneklerini ayne’l yakin gördü. Değer yargıları “menfaatleri” olan putperest bir toplum içerisinde batılın ve bataklığın şahidi olarak büyüdü.
Hayatın alışılagelmiş sapkınlık ve kötülükleri içinde yaşarken Haşimoğullarından bir adamın, insanları putlardan sakındırdığını duydu. Bu adam yalnızca Allah’a (cc) ibadet edilmesi gerektiğini anlatıyordu. İnsanların temelde eşit olduklarını, onları üstün kılacak meziyetin yalnızca Allah’a kulluktaki mertebeleri olduğunu vurguluyordu. Bu inanılacak gibi değildi. Toplumsal bir kabul olan; kölenin meta, fakirin değersiz ve nesebi iyi olmayanın kıymetsiz olduğu anlayışı, Kureyşli adamın söylediğine göre yersiz bir safsata idi.
Abdullah (ra), Kureyşli zatın -yani Resûlullah’ın- davetini işittiğinde hemen teslim oldu. Nübüvvet yeni verilmiş, davet yeni başlamıştı. Kolları sıvamak ve “Bismillah!” diyerek davetin her merhalesinde hizmet etmek gerekecekti. Susmamak, yılmamak, yorulmamak… Hata olacaktı elbette. Tökezleme olasıydı. Ancak tevbe ve istiğfar ile eksikleri telafi edip yola devam etmek gerekecekti.
İbni Mesud (ra) çelimsiz, güçsüz bir bedene sahipti. Lakin bu hiçbir zaman ona engel olmadı. Yılmadı, ürkmedi, geri durmadı. Yapması gerekenleri yapma gayret ve çabası içindeydi. Siyer sahifelerinde göze çarpan parlak sahnelerini görebiliriz Abdullah’ın. Nebi’den (sav) sonra Kâbe’de cehren Kur’ân tilavetinde bulunan ilk kişi olması önemli bir örnekti. Mekke tuğyanına “Elinizden geleni yapın ve beklemeyin. Ben de yapıyorum.” itirazıydı yaptığı. Kazandı. Darp edildi, kanlar içinde kaldı, ama kazanan oydu. İnsanlara üstten bakan müstekbirlerin, Allah’ın (cc) kelamı ve Kur’ân ile hemhal zayıf bir gencin karşısındaki acziyetlerini görmüştü. “Yine isterseniz aynısını yaparım!” deme cesareti de mücadelesinin ve zaferinin bir başka yönüydü.
Sevgili Peygamberimizin yanından ayrılmadı. Habeşistan hicretinde bulunduğu zaman zarfını çıkaracak olursak, sürekli onunla beraber olma gayretinde idi. Mekke Dönemi’nin şirk ile mücadelesinde de Medine Dönemi’nin kendisine has mücadele ve zorluğunda da Peygamberimizin (sav) yanında oldu. Ona hizmet etti.
Bütün savaşlara şahitlik etti. Mekke’deyken kırbacını sürekli sırtında hissettiği Mekke Tağutu Ebu Cehil’in boynuna son darbeyi Bedir’de kendisi vurdu. Çünkü gün, mazlumun zalimden intikam alma günüydü. Dünyada olmazsa ukbada olacaktı. Hiçbir zalim yoktu ki mazlumların ayakları altında ezilmesin, rezil rüsva olmasın. İnkâr edilemez bu hakikatin gerçekleştiği gündü Bedir Günü.
Abdullah (ra) bir Kur’ân hocası idi. Kıraati çok güzeldi. Öyle ki Resûlullah (sav) kendisinden Kur’ân dinlemiş, gözleri yaşarmıştı. Kur’ân okuyanların, Abdullah’ın kıraati üzere okumasını söylemişti. Ancak Kur’ân hocası oluşu kıraatten ibaret değildi. Kur’ân’ın tefsirini, esbab-ı nüzulünü ve manalarını da iyi bilirdi.
Hadis ilminde de yetkin bir ilim adamıydı. Resûlullah’tan 840 hadis rivayet etmesi, bunun açık bir kanıtıdır. Doğrudan Resûlullah’tan (sav) işittiği hadislerin manalarına ve fıkhına da vakıftı. Bu nedenle Raşid Hilafet Dönemi’nde Kufe kadılığı yaptı.
İnci gibi sözlerin, hikmet pınarların sahibiydi kendisi. Nasıl olmasın ki? Âlemlere rahmet olan Nebi’nin bizzat öğrencisiydi. Bedeni zayıftı, ama sözleri müminlerin yanında birer inci olarak kabul gördü. Daha da ötesi Resûlullah’ın (sav) arkadaşı, Allah’ın da (cc) sevgili bir kulu idi. Hem de rıza-i ilahiye vasıl olmuş nadir kullarından bir kulu…
Yirmili yaşlarda kendisiyle müşerref olduğu davasına olan hizmeti, Kufe’de -diğer bir rivayete göre Medine’de- hayata veda ettiği zaman son bulmuştu. “Yakin/ölüm sana gelinceye kadar sabret.” buyruğunun bir örneği olmuştu. Peygamberimizin vefatından yirmi yıl sonra Rabbine ve Peygamber’ine (sav) kavuştu. Allah (cc) kendisinden razı olsun. Bizi de cennette kendisine komşu kılsın.
Sadık ve Mesduk Kavramı
Abdullah ibni Mesud (ra) hadisi bize aktarırken Resûlullah’ı (sav) sadık ve mesduk olarak tavsif etmiştir.
Sadık, haber verdikleri konusunda yalan söylemeyen, sözü ve fiili vakaya mutabık olan kimsedir. Allah Resûlü (sav) sözleri ve davranışları ile doğruluk konusunda bir numune-i imtisal idi. Dolayısıyla sadık ismiyle nitelendirilmek, bir insan olarak en çok ona yakışırdı.
Mesduk, doğrulanmış kimsedir. Peygamber (sav) Allah (cc) tarafından doğrulanmıştır. Vahyi, emrolunduğu gibi insanlara ulaştırmış ve bu hususta ilahi şehadete mashar olmuştur.
Sadık ve mesduk ifadeleri, her hadisinin öncesinde zikredilen bir sıfat değildir. Özellikle bu hadisin öncesinde zikredilmiş olması İbni Mesud’un din konusunda güzel bir fıkh/fehm/anlayış sahibi olduğuna işarettir. Şöyle ki; hadis gaybdan bahseder. İnsanın duyularıyla idrak edemeyeceği hakikatleri anlatır. Bunları tasdik etmenin tek yolu Peygamberimizin (sav) sadık olduğuna inanmaktan geçer. İbni Mesud (ra) yaptığı tavsif ile bu hakikate işaret etmiştir.
Devam edeceğiz inşallah. Selametle…
[1] .Buhari, 3208; Müslim, 2643
Powered by Froala Editor
İlk Yorumu Sen Yap