Allah’ın adıyla.
Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.
Es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakatuhu,
Tüm kardeşlerimin avf ve afiyet içinde olmasını temenni ediyor, kendim ve sizler için Rabbimden bağışlanma diliyorum. Bazı Müslim kardeşlerimizin virüse yakalandığını işittim. Onlar için duacıyım; Rabbim onları Eş-Şâfî ismiyle maddi ve manevi hastalıklardan korusun, geride hiçbir hastalık bırakmayan bir şifa ihsan etsin.
“Ey insanların Rabbi olan Allah’ım! Sıkıntıyı/Hastalığı gider. Şifa ver; sen Şâfî olansın. Şifa yalnızca sana aittir. Öyle bir şifa ver ki geride hiçbir hastalık bırakmasın.”[1]
Rabbim bizleri bulaşıcı hastalıklardan, bedenlere ve kalplere isabet eden maddi ve manevi fitnelerden korusun. Bu, kavli duamız olsun. Ayrıca fiilî dua etmeyi de ihmal etmeyelim. Hastalıktan korunmak için gerekli tedbirleri alalım. Temizliğe, sosyal mesafeyi korumaya, maske vb. koruma tedbirlerine uyalım.
Unutmayalım; hastalıktan korunmak dinimizin emridir, kulluk kapsamındadır. Bir ibadet olarak, kulluk şuuruyla ve ecrini Allah’tan bekleyerek tedbirlerimizi alalım.
Yine unutmayalım; İslam bizi başkalarına karşı sorumlu tutmuştur. Çevremizdeki her insanın bizim üzerimizde, bizim de onların üzerinde hakkı vardır. Bu hakların alt sınırı kimseye zarar vermemektir. Evet, hiçbir şey yapamıyorsak dahi insanlara zarar vermemekle mükellefiz:
Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur:
” ‘Her Müslim’e bir sadaka düşer.’ Ashab, ‘Ya bulamazsa?’ diye sordu. Allah Resûlü, ‘Eliyle çalışır, hem kendisine faydası dokunur hem tasadduk eder.’ buyurdu. Ashab bu sefer, ‘Eğer gücü yetmezse ya da böyle yapmazsa?’ diye sordu. Allah Resûlü, ‘Bunalmış derecedeki ihtiyaç sahibi kimseye yardım eder.’ buyurdu. Ashab, ‘Eğer yapmazsa?’ diye sordu. Allah Resûlü, ‘O hâlde iyiliği emretsin (yahut marufu emretsin).’ buyurdu. Ashab, ‘Eğer bunu da yapmazsa?’ diye tekrar sordu. Allah Resûlü şöyle buyurdu: ‘Şer işlemekten kendisini alıkoyar. Şüphesiz ki bu, onun için bir sadakadır.’ “[2]
Şüphe yok ki; bulaşıcı hastalığı insanlar yayar. Tedbir almayan ve tedbir almadığı için hastalık yayan insan, kul hakkına girmektedir.
Yine unutmayalım ki; Müslimler yeryüzünde Allah’ın şahitleri, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmettir. Onların örneklik sorumluluğu vardır. Bu sebeple tedbirli olma, korunma ve insanlara zarar vermeme hassasiyetinde örneklik göstermeye dikkat edelim.
Rabbim bizleri, sevip razı olduğu hayırlara muvaffak kılsın…
Soru: Hocam! “Ehl-i Kıble tekfir edilmez.” kaidesi sahih bir kaide midir? Şayet sahih bir kaideyse açıklamasını yapar mısınız?
“Ehl-i Kıble tekfir edilmez.” kaidesi, sahih bir kaidedir. Âlimlerimiz Kur’ân ve sünnetin naslarından yola çıkmış ve tarihte yaşanan itikadi bir sapmaya cevap olarak Sünni duruşu bu kaideyle dile getirmiştir. Ancak zamanla bu kaide, başka bir itikadi sapma tarafından amacının dışına çıkarılmış ve ifrata karşı Sünni duruşu temsil ederken, tefritin sembolü hâline gelmiştir.
Şöyle ki; tarihte bir grup ortaya çıkarak büyük günah işleyen insanların kâfir olduğunu söylemiştir. Bu inançlarını gerekçelendirirken “Hüküm Allah’ındır.”[3] ve “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.”[4] ayetlerini kullanmışlardır. Allah (cc) hırsızlığın, zinanın ve yalanın haram olduğuna hükmetmiştir. Harici mantığına göre mezkûr günahları işleyenler, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmedikleri için kâfir olmuşlardır. Hariciler zamanla bu teoriyi geliştirmiş, farklı itikadi temellere dayandırmıştır. Günah işleyenin hevasını ilah edindiği, -tevbe etmeksizin- günah işleyenlerin cehenneme gireceği, cehenneme ancak kâfirler girdiğinden her günahkârın -tevbe etmedikçe- kâfir olduğunu söylemişlerdir.
Sünni ulema ise Kur’ân’a ve sünnete dayanarak masiyetleri/yasakları sınıflara ayırmıştır:
Allah’a (cc) şirk koşanın veya şer’i bir hükmü inkâr edenin müşrik/kâfir olduğunu,
Şirki veya şer’i bir hükmü inkâr etmeyi gerektirmeyen masiyetleri yapanın fasık olduğunu, böylelerinin günahkâr/fasık Müslim diye isimlendirileceğini söylemişlerdir.
Onları mezkûr ayrımı yapmaya iten iki temel delil vardır:
“Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun (şirkin) dışında kalanları dilediği (kimse) için bağışlar. Kim de Allah’a şirk koşarsa, hiç şüphesiz büyük bir günahla iftirada bulunmuş olur.”[5]
Allah (cc) bu ayette şirk ile şirk dışında kalan günahları ayırmıştır. Şirk koşanları bağışlamayacağını, şirkin dışında kalanları ise dilediği kimse için bağışlayacağını haber vermiştir. Tüm günahları aynı kefeye koyan, bu ayete, dolayısıyla İlahi ölçüye muhalefet etmiştir. Bu anlayışı destekleyen şu hadis Allah Resûlü’nden (sav) bize ulaşmıştır:
Bedir Savaşı’na katılan ve Akabe Biati sırasında seçilen temsilcilerden biri olan Ubade ibni Samit (ra) şöyle demiştir:
“Allah Resûlü (sav), etrafında sahabeden bir grup varken şöyle buyurdu: ‘Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarınızı öldürmemek, el ve ayaklarınız arasından (kendiliğinden) uyduracağınız bir yalanla bühtan etmemek, hiçbir iyi işte isyan etmemek üzere bana biat ediniz. Kim sözünde durursa onun mükâfatını vermek Allah’a aittir. Kim de bu günahlardan birini işler de dünyadayken cezalandırılırsa bu ceza kendisi için kefaret olur. Kim bu günahlardan birini işler de Allah onun durumunu örterse (suç işlediği insanlar arasında bu durum ortaya çıkmazsa) onun durumu Allah’a kalmıştır, dilerse ona azap eder, dilerse onu affeder.’ Biz de bu şart üzere Peygamber’e (sav) biat ettik.”[6]
“Şayet müminlerden iki grup savaşacak olursa, aralarını düzeltin. Eğer ki biri diğerine karşı taşkınlık ederse Allah’ın emrine dönünceye kadar taşkınlık edenle savaşın. Şayet dönerse aralarını adaletle düzeltin ve adaletli olun. Allah, adaletle davrananları sever.”[7]
Müminlerin savaşması, yasaklanmış bir masiyettir. Yüce Allah, savaşan tarafları “mümin” diye isimlendirmiştir bu ayette. Demek ki masiyet, iman ismini zail etmez/gidermez günahkârdan…
Bu deliller ve benzerlerinden elde ettikleri sonuçları “Ehl-i Kıble tekfir edilmez.” cümlesiyle kaideleştirmiş, Harici anlayışa muhalefet etmişlerdir. Hâliyle bu kaidenin açılımı şöyledir: Allah’a (cc) şirk koşmayan ve şer’i bir nassı inkâr etmeyen biri, sırf günah işlediği için tekfir edilmez. Ona “günahkâr Müslim” denir. Bu kaideyi mutlak olarak alıp “Kendisini İslam’a nispet edenler hiçbir surette tekfir edilmez.” şeklinde anlayanlar sapmış insanlardır. Kaideyi, dayandığı naslardan ve tarihî bağlamından koparmış, bilerek veya bilmeyerek insanları aldatmışlardır. Bu, şuna benzemektedir: Fukahamız “Meşakkat, kolaylığı gerektirir.” şeklinde naslardan istinbat ettikleri bir kaide zikretmiştir. Biri bu kaideyi alıp “Namaz bana ağır geliyor (yani bu benim için bir meşakkat), namaz kılmamak daha kolay, bu kaideye dayanarak namazı terk ediyorum.” derse ne olur?
Bu kaidenin delili nedir, meşakkatten kastettikleri nedir, kolaylıktan kasıt nedir?.. bu sorular sayfalar dolusu bilgiyle açıklanmış, kaide açıklığa kavuşturulmuştur.
Kaideler böyledir! Onu delilinden, bağlamından, zikredilen kayıtlardan kopardığınızda bir sapma ve saptırma aracına dönüşür. “Ehl-i Kıble tekfir edilmez.” kaidesi de benzer bir yol kazasına uğramıştır. Aşırılığa (Haricilik) tepki olarak zikredilen bu kaide, başka bir aşırılığın eline (Mürcie) düşmüş, kötü niyetli insanların eliyle başka bir sapmanın dayanağı olmuştur.
Bu açıklamalardan sonra yukarıda zikrettiğimiz hükümlerin tafsilatlı delillerini ve bu kaidenin tarihî seyrini okuyalım:
a. Mevcut kaidenin delili nedir?
Abdullah ibni Abbas (ra) der ki: ” ‘Şayet (şirkten) tevbe eder, namazı kılar, zekâtı da verirlerse dinde kardeşlerinizdir, (diğer bir rivayette ‘…yollarını açın/onları serbest bırakın.’).’ ayeti Ehl-i Kıble’nin kanını haram kılmıştır.”[8]
İbni Abbas (ra) birinin Ehl-i Kıble’den olup İslami koruma altında olması için şirkten tevbe etmesini, namazı kılmasını ve zekât vermesini şart koşmuştur. Bu ayeti kaidenin delili olarak kabul etmiştir.
Burada sorulması gereken soru şudur: Abdullah ibni Abbas (ra) ayet ile mezkûr kaide arasında nasıl bir bağ kurmuştur? Elbette bu bağı kurmasını sağlayan, Allah Resûlü’nün sünnetidir:
Buhari (rh) şöyle der:
” ‘…Şayet (şirkten) tevbe eder, namazı dosdoğru kılar ve zekâtı verirlerse yollarını açın/onları serbest bırakın.’ “[9]
İbni Ömer’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:
“Ben, Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim O’nun elçisi olduğuma şahitlik edinceye ve namazı kılıp zekâtı verinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum.”[10]
Görüldüğü gibi Buhari (rh), Peygamberimizin mezkûr sözünü ayetin tefsiri olarak vermiştir. Allah Resûlü (sav) birinin Ehl-i Kıble’den olup tekfirden ve tekfirin ahkâmı olan savaştan korunması için Kelime-i Tevhid’i söylemeyi, namazı kılmayı, zekâtı vermeyi şart koşmuştur.
Hafız İbni Hacer (rh) şöyle der: “Hadisin, ayetin tefsiri sayılmasının nedeni, ayette zikredilen tevbeden kastın ‘küfürden tevhide dönmek’ olmasındandır.”[11]
Bir başka rivayette Allah Resûlü (sav) şöyle buyurur:
” ‘Lailaheillallah’ deyinceye kadar insanlarla savaşmam emredildi. Eğer bunu söyler, bizim gibi namaz kılar, kıblemize yönelir ve bizim gibi hayvan boğazlarlarsa -dinin öngördüğü durumlar dışında- onların kanlarını akıtmamız ve mallarına el koymamız haram kılındı. Onları hesaba çekmek ise Allah’a aittir.”[12]
Bir grup âlim bu kaideye delil olarak Nîsa Suresi’nin 48. ayetini zikreder:
Muhaddis Ebu’l Abbas Ahmed ibni Ömer El-Kurtubi (rh) der ki: “…Hadis, Ehl-i Sünnet’in ‘Ehl-i Kıble’den hiç kimse işlediği günah nedeniyle tekfir edilmez.’ mezhebinin sıhhatine delildir. Bu (kaide), Allah’ın şu sözünün gereğidir:
‘Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz…’[13] “[14]
Kaidenin deliline dair zikredilen naslar bizi şu sonuca ulaştırır: Bu kaidenin tatbik edilmesi için birinin şirkten tevbe ederek Kelime-i Tevhid’i söylemesi, namazı kılması ve zekâtı vermesi gerekir. Aksi hâlde bu insan Ehl-i Kıble tanımına dâhil olmadığından, bu kaide onun hakkında geçersiz olacaktır.
Bu sonuç, bize şu soruyu sordurmalıdır: Bu kaideyi kullanan âlimler, kimleri Ehl-i Kıble kabul etmiştir?
b. Ehl-i Kıble kimdir?
Sorunun açıklaması şöyledir: Kaideyi kitaplarında zikreden âlimler, kimleri Ehl-i Kıble kabul ederek, “Ehl-i Kıble günah işlediği takdirde küfre girmez.” demişlerdir? Bu soruya vereceğimiz cevap, yukarıda ulaştığımız sonucun sağlaması olacaktır. Zira biz, şirk koşanların, namazsız ve zekâtsız olanların Ehl-i Kıble’den olmadığı ve bu kaidenin kapsamına girmedikleri sonucuna ulaşmıştık. Yani Ehl-i Kıble’den olmak için kişinin itikadi (şirksiz tevhid) ve amelî (namaz, zekât vb.) bazı sorumlulukları yerine getirmesi gerekir. Bunları yerine getirmeyen, Ehl-i Kıble olmaz. Şimdi bu sonucun sağlamasını yapalım:
Yahya ibni İbrahim der ki: “Ben insanları şiddetle Cehmiyye’den sakındırıyordum. Bu konuda kalbimde bir sıkıntı oluşunca Abdullah ibni Mubarek’e (rh) (öl. H 181) durumu anlattım. ‘Kalbinde bir sıkıntı olmasın. Çünkü Cehmiyye senin kendisine ibadet ettiğin Allah’ı yok sayıyor (inkâr ediyor).’ “[15]
Ahmed ibni Hanbel (rh) (öl. H 241) der ki: “Küçük veya büyük günah işleyen Ehl-i Kıble’den birinin (cenaze) namazını kılmayı terk etmeyiz. Ancak bu (kişi), Allah Resûlü’nün İslam’dan çıkardığı -Kaderiyye, Mürcie, Rafiziler, Cehmiyye gibi- bidat ehlinden olursa; (onların cenazesini kılmayız. Zira Nebi şöyle demiştir:) ‘Onlarla birlikte namaz kılmayın ve onların üzerine namaz kılmayın.’ “[16]
İshak ibni Rahuveyh (rh) (öl. H 238) der ki: “Müslimler şunda icma etmiştir: Allah’a ve Resûl’üne söven, Allah’ın indirdiğini (veyahut indirdiği hükümlerden birini) reddeden veya bir nebiyi öldüren; velev ki Allah’ın indirdiklerini ikrar etse de kâfirdir.”[17]
Muzeni (rh) (öl. H 264) der ki: “Çıkardıkları yenilikler (bidatler) nedeniyle Ehl-i Kıble’yi tekfir etmemek ve onlardan berî olmamak da (sünnettendir). Ancak bir sapıklık ihdas eden ve bu bidatiyle Ehl-i Kıble’ye huruç eden ve dinden çıkanlar hariçtir. Böylelerinden berî olmakla Allah’a yaklaşılır…”[18]
Darimi (rh) (öl. H 280) şöyle der: “Bağdat’ta bir adam Cehmileri savunarak benimle tartıştı ve dedi ki: ‘Ehl-i Kıble’nin tekfiri yasaklanmışken siz hangi delille Cehmiyye’yi tekfir ediyorsunuz?’ Dedim ki: ‘Cehmiyye bizim yanımızda Ehl-i Kıble’den değildir. Biz onları yazılı kitap, nakledilen eser ve meşhur olan küfür(leriy)le tekfir ediyoruz.’ “[19]
Berbehari (rh) (öl. H 329) der ki: “Ehl-i Kıble’den kimseyi dinden çıkarmayız. Ancak/Ta ki Allah’ın Kitabı’ndan bir ayeti ve Nebi’nin eserlerinden (sünnetinden) birini reddeder, Allah’tan başkasına kurban keser, Allah’tan başkasına namaz kılarsa (dinden çıktığına hükmederiz). Bunlardan birini yaparsa onu dinden çıkarmak sana vacip olur…”[20]
Kadı Iyaz (rh) (öl. H 544) der ki: “Hadiste geçen ‘…namaz kıldıkları müddetçe (yöneticilere ayaklanmayın).’ ifadesinin anlamı; ‘Ehl-i Kıble’nin ve namaz ehlinin hükmü onlar için geçerli oldukça; mürted olmadıkça, dini değiştirmedikçe ve ondan (İslam’dan) başkasına davet etmedikçe (onlara karşı ayaklanmayın).’ anlamındadır.”[21]
Nevevi (rh) (öl. H 676) der ki: “Ehl-i Sünnet’ten muhaddis, fakih ve kelamcılar ittifak etti ki; Ehl-i Kıble hükmünde olup ebedî ateşte kalmayacak kişi şu kimsedir: İslam dinine, içinde hiçbir şüphe barındırmayan kesin bir inançla inanan ve Kelime-i Şehadet’i söyleyen kimse…”[22]
İbni Ebi’l İz El-Hanefi (rh) (öl. H 792) der ki: “(Tahavi’nin) Ehl-i Kıble’mizden kastı; heva/bidat ehlinden veya masiyet ehlinden olsa da İslam iddiasında olan, kıblemize yönelen ve Resûl’ün getirdiği şeylerden birini yalanlamayandır.”[23]
Molla Aliyyu’l Kâri (rh) (öl. H 1014) şöyle der: “Ehl-i Kıble’den kasıt; âlemin yaratıldığı, tekrar dirilme (ahiret), Allah’ın küçük/parça büyük/bütün her şeyi bildiği (vb.); inanılması zorunlu itikadi meselelerde ittifak eden kimselerdir. Bir ömür (boyunca) bu âlemin kadim/yaratılmamış olduğuna, haşrin vuku bulmayacağına ya da Allah’ın (büyük/külli şeyleri bilse de) cüzi şeyleri bilmeyeceğine inanan; taat ve ibadetlerle ilgilense de Ehl-i Kıble’den değildir. Ehl-i Sünnet’e göre Ehl-i Kıble’den kimsenin tekfir edilemeyeceğinden kasıt; küfür işaret ve alametleri bulunmadıkça Ehl-i Kıble’nin tekfir edilmeyeceğidir.”[24]
İlk dönemden başlamak üzere âlimlerden nakiller okuduk. Kimi muhaddis kimi fakih farklı mezheplere mensup ve farklı dönemlerin âlimleri… Bu nakillerin işaret ettiği ortak sonuç şudur: Her “Ben Ehl-i Kıble’denim.” diyen, Ehl-i Kıble’den değildir. Birinin Ehl-i Kıble’den olması ve “Ehl-i Kıble günahları nedeniyle tekfir edilmez.” kaidesine dâhil olması için bazı şartları taşıması gerekir:
İslam’ın hak din olduğuna yakinen inanmak ve bu inancında şüpheye düşmemek
İslam’ı bozacak şirk ve küfür üzere olmamak
Nebi’nin (sav) getirdiği ahkâmı ikrar edip haber verdiklerini tasdik etmek
Dinden çıkmayı gerektiren bidat taifelerinden birine intisap etmemek (Allah’ın sıfatlarını inkâr eden Cehmiyye; kaderi ve Allah’ın ilmini inkâr eden Kaderiyye; sahabeyi tekfir eden, Kur’ân’ın tahrif edildiğine inanan Rafizilik… vb.)
c. Allah’a şirk koşan veya küfre girenlerin bu kaide kapsamında olmadığının delili nedir?
Bir insan, itikadi ve amelî alt sınıra riayet ederek Ehl-i Kıble tanımına dâhil olur. Sonra herhangi bir günah işler ve bu günah da şirk/küfür kapsamında olmazsa “Ehl-i Kıble günahlarla tekfir edilmez.” denilebilir. Ancak şirk koşan veya küfre giren kişi, Ehl-i Kıble’den olsa dahi bu kaidenin kapsamında değildir. Zira şirk, kişiyi Ehl-i Kıble’den yapan itikadi kabulleri ve amelî ibadetleri boşa çıkarır. Kişiyi Ehl-i Kıble’den yapan itikadi ve amelî dayanaklar boşa gidince, bunlara dayanan Ehl-i Kıble vasfı da hükmünü kaybeder.
“Andolsun ki sana ve senden önceki (resûllere), ‘Şayet şirk koşarsan bütün amellerin boşa gider ve mutlaka hüsrana uğrayanlardan olursun.’ diye vahyedildi.”[25]
Ayette zikredilen hüküm (şirkin tüm amelleri boşa götüreceği hükmü), Muhammed’e (sav) ve tüm nebilere vahyedilmiştir. Bu da ayete konu olan hükmün ortak nübüvvet mirasına dâhil olduğunu; bir diğer ifadeyle dinin asıllarından bir asıl olduğunu gösterir. Ayete konu olan hüküm dört ayrı tekid ifadesiyle tekid edilmiş, hüküm âdeta iman eden kalplere perçinlenmiştir. Bu kadar kısa bir cümlede isim ve fiil cümlesini tekid eden dört ayrı tekid zikredilmesi dikkat çekicidir.[26] Ayete binaen diyebiliriz ki; Allah’a şirk koşan kişi, onu Ehl-i Kıble yapan itikadi ve amelî eylemlerini boşa çıkardığı için Ehl-i Kıble vasfını kaybetmiştir. “Ehl-i Kıble tekfir edilmez.” kaidesini kullanan âlimler de bu noktaya dikkat çekmiştir.
Buhari (rh) (öl. H 256) der ki:
” ‘Günahlar, Cahiliye İşlerindendir’ Hakkındaki Bab
Şirk dışındaki bu günahları işleyenler tekfir edilmez. Çünkü Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: ‘Sen, kendisinde cahiliye (ahlakı) olan bir adamsın.’ Yüce Allah da şöyle buyurmuştur: ‘Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları dilediği kimse için bağışlar.’ “[27]
Ma’rûr’dan rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir:
“Ebu Zerr ile Rebeze’de karşılaştık. Kendisinin ve kölesinin üzerinde bir hülle vardı. Ona bunun sebebini sorduğumda şöyle dedi: ‘Bir adama sövdüm, onu anasından dolayı ayıpladım. Bunun üzerine Peygamber (sav) bana şöyle dedi: ‘Ebu Zerr! Onu anasından dolayı ayıplıyor musun? Gerçekten sen kendisinde cahiliye (ahlakı) olan birisin. Kardeşleriniz sizin hizmetçilerinizdir. Allah onları sizin elinizin altına (idarenize) verdi. Kimin elinin altında kardeşi varsa ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara yapamayacakları şeyler yüklemeyin. Şayet onlara bir iş yüklerseniz kendilerine yardımcı olun.’ ‘ “[28]
Tüm masiyetler cahiliyedir, cahiliyenin şubelerinden bir şubedir. Masiyet işleyen kişi sırf masiyet işlediği için tekfir edilmez. Bunun tek istisnası şirktir. Zira şirk, kişiyi koruma altına alan tevhidi, Ehl-i Kıble vasfını, kardeşlik hukukunu… yani tüm korumaları yok eder.
Buhari şarihlerinden İbnu’l Battal (rh) (öl. H 449) şöyle der: “İman ismini ancak Allah’a ve Resûl’üne şirk koşmak ya da inkâr etmek izale eder. Küfür dışındaki masiyetlerin sahibi tekfir edilmez.”[29]
Ebu Hasan El-Eş’ari (rh) (öl. H 324) der ki: “İcma ettiler ki; Allah’a ve Nebi’nin getirdiklerine inanan kimseyi masiyetlerinden hiçbiri dinden çıkarmaz. Onun imanını yalnızca küfür boşa götürür.”[30]
İbni Dakiki’l İyd (rh) (öl. H 702) der ki: “İnsanlardan tekfir ve onun sebebinin ne olduğu hususunda ihtilaf ettiler… Hak olan şudur: Şeriattan mütevatir olan bir şeyi inkâr etmedikçe Ehl-i Kıble’den kimse tekfir edilmez. Çünkü o, (bu durumda) şeriatı inkâr etmiş olur…”[31]
İbnu’l Kayyım (rh) (öl. H 751) der ki: “Ehl-i Kıble’den kimse (günahı) büyük olsa da günahıyla tekfir edilmez. İmanı şirkten başkası boşa götürmez.”[32]
d. Bu kaidenin mutlak olmayıp Haricilerin sapkınlığına karşı söylendiğinin delili nedir?
Şu bir gerçektir ki; bir kaide özel sebepler gözetilerek söylenmişse, kaide yalnızca o özel sebepler söz konusu olduğunda anlam kazanır. Sebepler yerine gelmeden kaideyi kullanmak, istenmeyen sonuçlara sebebiyet verir. Bu kural, Allah’ın kelamı ve Nebi’nin sünneti için de geçerlidir. Özel bir durum gözetilerek inen/varid olan nas, o özel sebep gözetilmeden kullanılırsa; nassa uyulmuş olmaz, bilakis nassa muhalefet edilmiş olunur. Örneğin Bakara Suresi’nin 195. ayetine bakalım:
“Allah yolunda infak edin. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın…”[33]
Bir insan bu ayetin nüzul sebebini, yani indiği özel durumu gözetmezse şu sonucu çıkaracaktır: “Allah (cc) tehlikeye atılmayı yasaklamıştır. Bugün İslami çalışma yapmak, tehlikeye atılmak demektir. Zira İslami çalışma yapanlar tağutlar tarafından zulme uğramaktadır. Öyleyse tüm İslami çalışmalardan uzak durulmalıdır.”
Oysa bu ayet mücadeleden geri kalanları uyarmak, mücadeleden geri kalanların kendilerini tehlikeye atmış olacağını haber vermek için indirilmiştir:
Eslem Ebu İmran anlatıyor: “Bizler fetih için İstanbul’daydık. Komutan olarak Mısırlıların başında Ukbe ibni Amir (ra), Şamlıların başında ise Fudale ibni Ubeyd (ra) vardı. Şehirden Rumların oluşturduğu büyük bir ordu çıktı. Biz Müslimler de onların karşısına büyük bir orduyla çıktık. Derken Müslimlerden bir adam, Rumların safına daldı. İnsanlar bağırmaya başladılar ve dediler ki: ‘Subhanallah! Bu genç kendi eliyle kendisini tehlikeye atıyor.’ Ebu Eyyub El-Ensari (ra) dedi ki: ‘Siz ayeti böyle bir yoruma tevil ediyorsunuz. Ancak bu ayet biz Ensar topluluğu hakkında inmiştir. Allah (cc) dinini izzetli kılıp, İslam’ın yardımcıları çoğalınca biz, Allah Resûlü’nün (sav) haberi olmadığı hâlde dedik ki: ‘Bizim mallarımız zayi oldu. Mallarımızın başına geçsek de onları ıslah etsek.’ Bunun üzerine Allah (cc) bu ayeti indirdi. Bizim bu düşüncemizin doğru olmadığını belirtti. Asıl tehlike, mallarımızın başında oturmak ve onları ıslah etmeye çalışmak istememizdir. Allah (cc) bize savaşmayı emretmiştir.’ (Eslem) dedi ki: ‘Ebu Eyyub çarpışmaya aralıksız devam etti ve orada defnedildi.’ “[34]
Bu sebeple biz Tevhid Meali’nde ayete şöyle anlam verdik:
“Allah yolunda infak edin ve (İslami mücadeleden geri kalmak suretiyle) kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Kulluğunuzu en güzel şekilde yerine getirin. Çünkü Allah muhsinleri/kulluğunu en güzel şekilde yapmaya çalışanları sever.”[35]
Şimdi, başa dönelim ve diyelim ki; bir ayet dahi onun nüzulüne sebep olan vakadan koparılınca, ayetin muradına tam zıt bir anlama tevil edilebiliyorsa; beşer sözü olan kaideler, onları var eden özel sebeplerden koparılırsa kaidenin, muradına aykırı bir anlama sebep olacağı izahtan vareste olsa gerektir.
Cevabımıza konu olan kaide, Müslimleri büyük günahlarla tekfir eden Haricilere yönelik söylenmiştir. Hâliyle bugün birisi çıkar, Ehl-i Kıble vasfını kazanmış bir muvahhidi içki, zina, faiz vb. bir günahla tekfir ederse, bu kaide gündeme gelir. Ancak Allah’a (cc) şirk koştuğu için Ehl-i Kıble olma vasfını elde edememiş veya şirk koşarak Ehl-i Kıble vasfını yitirmiş insanlara uygulanırsa, kaide saptırılmış ve onu kaideleştiren âlimlerin muradına muhalefet edilmiş olunur.
Ebu Hasen El-Eş’ari (rh) (öl. H 324) der ki: “Bizler, Haricilerin günahlarla insanların kâfir olduğuna inandığı gibi (yapmaz); zina, hırsızlık ve içki içmek gibi bir günahı helal görmedikçe, (sırf bu günahı işledi diye) Ehl-i Kıble’den kimseyi tekfir etmeyiz.”[36]
İbni Teymiyye (rh) (öl. H 728) der ki: “Bu iki görüş, insanları mutlak günahlarla tekfir eden ve (günah işleyenin) ebedî ateşte kalacağını söyleyen Haricilerin görüşüdür…”[37]
İbni Ebi’l İz El-Hanefi (rh) (öl. H 792) der ki: “Bundan dolayı imamların çoğu mutlak olarak ‘Günahla tekfir etmeyiz.’ demekten imtina etmiştir. Onun yerine ‘Haricilerin yaptığı gibi her günahla tekfir etmeyiz.’ demeyi tercih etmişlerdir…”[38]
e. Ehl-i Kıble olmak bir tavır, bir duruş, bir kimliktir!
“Andolsun ki, kendilerine Kitap verilenlere tüm delilleri de getirsen, (yine de) senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. (Hakikat şu ki) onlar da birbirlerinin kıblesine uymuyorlar. Andolsun ki, sana gelen ilimden sonra onların hevalarına/arzularına uyacak olursan kesinlikle zalimlerden olursun.”[39]
Ehl-i Kıble olmak; yüzümüzü bir yöne, sırtımızı başka bir yöne; kıblemizin tam zıddına dönmektir. Bu nedenle yüce Allah, Ehl-i Kitab’ın inkârını “…senin kıblene uymazlar.” cümlesiyle ifade etmiş, Allah Resûlü’nün (sav) onlara muhalefetini yine “…sen de onların kıblesine uyacak değilsin.” cümlesiyle ifade etmiştir.[40] Yine ümmetlerin tercihi “yönelinen kıble” olarak ifade edilmiştir:
“Herkesin yöneldiği bir yönü/kıblesi mutlaka vardır. (Öyleyse) hayırlarda yarışın. Nerede olursanız olun Allah sizi bir araya toplar. Şüphesiz ki Allah, her şeye kadîrdir.”[41]
Doğu da batı da Allah’a ait olmasına rağmen, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar tüm Müslimlerin aynı yöne yönelmesi istenmiştir:
“Nereden çıkmış olursan ol (namaz kılarken) yüzünü Mescid-i Haram’a çevir. Şüphesiz ki bu (kıble emri), Rabbinden gelen bir haktır. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.”[42]
Örneğin biz Kâbe’ye yönelerek Yahudilikten ve Hristiyanlıktan teberrî etmiş oluyoruz. Duruşumuz ve yönelişimiz, kimliğimiz ve tavrımız oluyor.
Bugün siyasette yüzünü demokrasiye, ekonomide kapitalizm ve sosyalizme, vela ve bera akidesinde hümanizm veya ırkçılığa… dönmüş insanlar, namaz vakti geldiğinde Kâbe’ye yöneldi diye Ehl-i Kıble’den olmazlar. Onlar birden fazla kıblesi olan, dolayısıyla hiçbir yönü olmayan kıblesiz insanlardır. Zira beden kalbe tabidir. Kalp bir şeye itikat eder, beden de ona tabi olarak bir yöne yönelir. İslam bir bütün olduğu için siyasi, iktisadi, insani… her şeyiyle âlemlerin Rabbine yönelmeyen, O’na (cc) teslim olmamıştır. Yalnızca namazda yüzünü Kâbe’ye dönmek, bir parçasıyla Allah’a yönelmektir ki; zaten bir parçayla Allah’a yönelmek de şirkin ta kendisidir. Şirk; kulluğu parçalara bölmek, bir kısmını Allah’a (cc) bir kısmını sahte ilahlara pay etmektir. Tevhid ise namazı, kurbanı, hayatı ve ölümü; yani her şeyini bir bütün olarak Allah’a (cc) vermektir.
Sonuç ve Değerlendirme
Yukarıda kaidenin delilini, onu ortaya çıkaran şartları ve âlimlerin yaklaşımlarını okuduk. Bu bilgilerden yola çıkarak, günümüz açısından bir değerlendirme yapacak olursak sonuç niyetine şunları söyleyebiliriz:
“Ehl-i Kıble tekfir edilmez.” kaidesi, genel anlamda yanlış kullanılmaktadır. Delili; söylenmesine sebep olan özel vakıa ve âlimlerin zikrettiği kayıtlardan bağımsız olarak, dolayısıyla içeriği saptırılmış olarak gündeme gelmektedir.
Kaide, Haricilerin aşırılığına karşı değil; muvahhidlerin imani bir sorumluluk olarak şirk ehlini tekfir etmesine karşı kullanılmaktadır.
Kaide çoğu zaman, şirkten tevbe eden, namazı kılan ve zekâtı veren Ehl-i Kıble vasfı kazanmış insanlar için değil; şirk koşan, namaz kılmayan ve zekât vermeyen toplumlar için kullanılmaktadır. Örneğin MAK Danışmanlığın 2017 yılında yaptığı bir araştırmaya göre Türkiye’nin %22’si beş vakit namaz kılmakta, kalan %78’i beş vakit namazı düzenli kılmamaktadır. Yani kıbleye yönelmeyen insanlara dahi ‘Ehl-i Kıble’ tabiri kullanılmaktadır.
Kanaatimizce bu kaide; Harici aşırılığından kaçınmak için değil, imani bir sorumluluk olarak şirk ehlini tekfir etmekten kaçınmak için kullanılmaktadır. Bunun delili; vakıada bu kaideyi en çok kullanan toplulukların durumudur. Şirk ehlini tekfir etmemek için kaideyi sıkça kullanan topluluklar, en basit ihtilafta muhataplarını tekfir edebilmektedir. Allah’ın hakkı olan tevhid çiğnendiğinde kaidenin arkasına saklanan ve kardeşlik edebiyatı yapanlar, cemaatsel/örgütsel hakları çiğnendiğinde birer Harici kesilmektedir. Örneğin İhvan-ı Müslimin’e bağlı Hamas, cuma günü, namaz esnasında, cami basıp, namaz kılan El-Kaide yanlısı Selefî cemaate -kendilerine muhalefet ettikleri için- ateş açmış, başta imam olmak üzere onlarca insanı katletmiştir. Anadolu irfanıyla yanıp tutuşan Türkiye cemaatleri, iktidarla kavga ettikten sonra, tüm F. Gülen cemaatini istisnasız tekfir etmiştir, etmektedir.
Dün, bizler dinler arası diyalog vb. itikadi küfürler nedeniyle bu cemaati tekfir ettiğimizde “Ehl-i Kıble tekfir edilmez.” diyerek bizleri aşırılıkla suçlayanlar, bugün aynı gerekçelerle FETÖ’yü tekfir etme yarışındalar. Dün, bizler demokratları tekfir ettiğimizde bizleri, zindanlara atılması gereken mücrimler olarak değerlendiren FETÖ’cüler, iktidarla girdikleri koltuk kavgasından sonra, gönül rahatlığıyla iktidarı tekfir ediyorlar…
Bunlar yalnızca birer örnek… Ancak şu bir vakıa; bu kaideyi diline dolayan çoğu topluluk, iyi niyetli değil. İmani bir sorumluluk olan tekfirden kaçınmak ve Kur’ân’ın kesin bir dille mahkûm ettiği, “hakla batılın karışımı çoğulcu bir anlayış” içinde yaşamak istiyorlar. Yani dinlerinin dünyevi konforlarını kaçırmasını istemiyorlar… Ancak söz konusu dünyevi bir menfaat olduğunda bu kaideyi unutup tekfirci birer Harici kesiliyorlar.
Tüm heva ehli böyledir. Allah’ın hakkı çiğnendiğinde her biri merhamet abidesi kesilirken; söz konusu kendi hakları olduğunda cengâver birer savaşçıya dönüşürler. Rablerine sövüldüğünde “Muhammedî (!) bir tebessüm” ve “İsevi (!) bir geniş yüreklilik” takınır; şeyhlerine, abilerine ya da üstadlarına söz söylediğinizde sizi tekfir etmekle kalmaz, sizi tekfir etmeyeni tekfir etmeyeni tekfir etmeyeni… kâfir sayan Bağdat Mutezilesi’ne dönüşüverirler.[43]
Eskiler bu kaideyi İslam ehlini terk edip şirk ehliyle savaşmak için kullanırdı. Ebu İmran der ki: “Abdullah ibni Rabah’ın yanında Muhalleb’le birlikte Ezarika (Harici bir grup) ile savaşıyorduk. O ağlamaya başladı. ‘Seni ağlatan nedir?’ diye sordum. Dedi ki: ‘Şirk ehliyle savaşmak, bizi Ehl-i Kıble’yle savaşmaktan alıkoyuyordu.’ “[44]
Bugünküler ise bu kaideyi, şirk ehlini terk edip Ehl-i Kıble’yle savaşmak için kullanıyor. Ki; coğrafyamıza şöyle bir göz atan, Batı dünyasının bizden emin olduğunu; bu coğrafya insanın birbirini boğazladığını, hiçbir mezhebin bir diğerinden, hiçbir topluluğun bir ötekinden emin olmadığını görecektir. Birbirlerini tekfir etmiyorlar, ama boğazlamaya can atıyorlar. Çünkü tekfir Allah’ın hakkı, boğazlama istekleri ise kendi şahsi kavgalarından kaynaklanıyor.
Oysa İslam tam tersini öğütlüyordu. Allah’ın (cc) hakkı olan tevhid çiğnendiğinde tekfir etmemizi, ancak kendini İslam’a nispet edenlerle savaşmamamızı istiyordu. Ölçümüz belliydi: Dışarıdan bakanın, savaşanla savaşılanı ayırt edemediği, “Muhammed ashabını öldürüyor (Bugün ise “Allahu Ekber diyenler birbirini öldürüyor).” dedirtecek savaşlardan/kavgalardan uzak duracaktık. Ehl-i Kıbleciler kendilerine verilen öğüdü unuttu; kabileci anlayışı, Nebevi sünnete önceledi ve bu öğüdü ters yüz ettiler. Şirk koşanlara Müslim ismi verip birbirlerini boğazladılar:
“Resûlullah (sav), Huneyn’den dönüş yolunda Ci’râne mevkisindeyken kendisine bir adam geldi. Bu sırada Bilal’in elbisesinin içinde gümüş vardı. Resûlullah (sav), bu gümüşten alıp halka dağıtıyordu. İşte bu gelen adam, ‘Ey Muhammed! Adaletli ol.’ dedi. Resûlullah da (sav) ‘Sana yazıklar olsun! Eğer ben adaletli olmazsam kim adaletli olabilir! Eğer ben adaletli olmazsam çok zorlanır ve zarar görürsün.’ buyurdu. Ömer ibni Hattab da (ra) ‘Ey Allah’ın Resûlü, bırak beni şu münafığı öldüreyim!’ dedi. Resûlullah (sav) ise ‘İnsanların, benim ashabımı öldürdüğümü konuşmalarından Allah’a sığınırım. Şüphesiz bu ve bunun arkadaşları Kur’ân okur, ama okudukları boğazlarının altına geçmez. Okun yaydan çıktığı gibi ondan (dinden/Kur’ân’dan) çıkacaklar.’ buyurdu.”[45]
“Öyle fitneler kopacaktır ki o fitnelerde oturan, ayakta durandan; ayakta duran, yürüyenden; yürüyen, koşandan hayırlı olacaktır. Bunlara göz dikeni bu fitneler alıp helâk edecektir. Her kim bir sığınak ya da onlara karşı korunacak bir yer bulursa onunla kendisini korumaya baksın.”[46]
Ebu Musa El-Eş’ari’den (ra) rivayet edildiğine göre Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:
” ‘Kıyamete yakın zamanlarda herc olur.’ (Ebu Musa diyor ki:) Ben, ‘Herc nedir, ey Allah’ın Resûlü?’ dedim. O da ‘Öldürme olayıdır.’ buyurdu. Orada bulunan bazı Müslimler, ‘Ey Allah’ın Resûlü! Biz, bir yılda müşriklerden şu kadarını öldürürüz.’ dediler. Bunun üzerine Resûlullah (sav) şöyle buyurdu: ‘Herc, müşrikleri öldürmek demek değildir, fakat sizler birbirinizi öldüreceksiniz; hatta kişi komşusunu, amcaoğlunu ve akrabasını öldürecektir.’ Orada bulunanların bir kısmı, ‘Ey Allah’ın Resûlü! Bugünkü aklımız bizde olduğu hâlde mi birbirimizi öldüreceğiz?’ diye sordu. Resûlullah (sav), ‘Hayır, o zamanda toplumun çoğunluğunun akletme yeteneği kalmayacak ve aklını kullanamayan birtakım kimseler de o gün iş başına geçmiş olacaktır.’ buyurdu.”[47]
Soru: Hocam! İslami çalışmalarda öneri sunmanın önemi nedir? Öneri sunarken usulümüz nasıl olmalıdır, açıklar mısınız?
İslami bir çalışmanın önemli unsurlarından biri, çalışmaya dâhil olan kardeşlerin yapıcı eleştiri ve önerileriyle çalışmaya katkıda bulunmasıdır. Hatta şöyle söylersem abartmış olmam: Bir çalışmanın kalitesi, o çalışmaya dâhil olan kardeşlerin öneri ve yapıcı eleştirilerinin katkısıyla doğru orantılıdır. Bunun sebebini sorarsanız şöyle açıklayabilirim:
Öneri sunmak istişaredir:
Yüce Allah İslam toplumunu şu ayetlerle vasfeder:
“Onlar ki; büyük günahlardan ve fuhşiyattan kaçınır, kızdıkları zaman da bağışlarlar. Onlar Rablerinin (iman ve salih amel) çağrısına icabet eder, namazı dosdoğru kılarlar. İşleri, aralarında istişare iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler. Onlar ki; başlarına bir haksızlık geldiğinde yardımlaşırlar.”[48]
Okuduğumuz ayetlerin Mekkî olduğu düşünüldüğünde; istişarenin, İslam toplumunun ayrılmaz bir özelliği olduğu anlaşılacaktır. İster cemaat ister devlet olsunlar, ister zayıf ister güçlü olsunlar, onların işi istişareyledir.
İstişareyi iki kısma ayırabiliriz: İlki, size fikrinizi soran insanlarla fikrinizi paylaşmanızdır. İkincisi ise sizin bir konuya dair fikrinizi kardeşlerinizle paylaşmanızdır. Çünkü her iki durumda da fikir paylaşımı vardır ki, istişare de karşılıklı fikir paylaşımından başka bir şey değildir. Hâliyle önerisiyle çalışmaya katkıda bulunan kişi, aslında istişare yapmış olur.
İstişare yüce Allah’ın sevip razı olduğu amellerdendir, yani ibadettir. Bu nedenle Resûl’ünün (sav) şahsında ümmete istişareyi emretmiştir:
“Allah’ın rahmeti sayesinde onlara karşı yumuşak oldun. Şayet kaba, katı kalpli biri olsaydın etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onlar için bağışlanma dile, işlerinde onlarla istişare et. (Bir konuda) karar verdiğin zaman Allah’a tevekkül et. (Ve onu uygula. Çünkü) Allah, tevekkül edenleri sever.”[49]
Öneri sunmak suretiyle istişare yapan kardeşimiz, bu yaptığını kulluk/ibadet bilinciyle yapmalı, ecrini Allah’tan (cc) beklemelidir.
Öneri sunmak, İslam toplumunun derdiyle dertlenmektir:
Başkasının derdiyle dertlenmek, diğerkâmlık; kulluk mertebelerindendir. Zira nefisler şuh[50] ahlakıyla yaratılmıştır:
“(Bununla birlikte) nefislerde şuh/bencillik/cimrilik vardır.”[51]
Ve ancak bu ahlaktan korunan, nefsini arındıranlar kurtuluşa erecektir:
“Kim de nefsin şuhundan/bencilliğinden korunursa işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”[52]
Nefisler kendi hâline terk edilirse, bir başkasının derdiyle dertlenmez. Kendi etrafında dönüp duran, yalnızca kendi ihtiyaçlarıyla ilgilenen bir hâl alır. Bu da nefsî hastalıklardandır. Öneri sunmak ise nefsi arındırma ve bencillikten korunma adımlarından birisidir. Zira öneri sunmak kişinin kendisi dışında bir şeyleri dert edinmesinin semeresidir.
Bir diğer gerçek şudur: İslam toplumunun önemli sorunları, onu dert edinen insanların eliyle çözülür. Örneğin, Medine İslam Devleti namaz vakitlerini duyurmak için bir yol arar. Kimisi çan çalma önerisinde bulunur kimisi tellal gezdirme… Öneriler Allah Resûlü’nün hoşuna gitmez. Nihayet Allah (cc) sahabiden Abdullah ibni Zeyd’e bir rüya gösterir. 14 asırdır okunan ve kıyamete kadar okunacak olan ezan-ı Muhammedî bu rüya vesilesiyle Müslimlerin gündemine girer. Düşünün; 14 asırdır okunan her ezandan bu sahabi ecir almakta, derecesini yükseltmekte…
Bu noktada sormamız gereken bir soru var: Neden yüce Allah, onca sahabi arasından Abdullah ibni Zeyd’i seçti? Bu hayır kapısının Abdullah ibni Zeyd’e açılmasının sırrı neydi? Bırakalım, bu sorunun cevabını o günleri aktaran bir sahabi versin:
“… (Namaz vaktinin nasıl duyurulacağına dair tartışmalar sürerken) Abdullah ibni Zeyd, Allah Resûlü’nün (meclisinden) ayrıldı. O, Resûlullah’ın derdiyle dertlenmiş bir hâldeydi. (Bunun üzerine) uykusunda ona ezan rüyası gösterildi…”[53]
Ona bu hayır kapısını açan şey derdidir. O, samimi bir kalple İslam toplumunun derdiyle dertlenmiş, yüce Allah da kıyamete kadar okunacak ezanların ecrine onu ortak kılmıştır…
Demek ki samimi bir dertle sunulan öneri, insanı yalnızca nefsin bencilliğinden korumaz, hiç umulmadık hayır kapılarını da açabilir…
Öneri sunmak, adanmışlığın semeresidir:
Bir önceki başlıkla kısmen bağlantılı olan bir diğer husus, önerinin adanmışlıkla ilişkisidir. Kişi davasını ne kadar sahiplenmiş ve davasına ne kadar adanmışsa, davanın sorunları ve dertleriyle o oranda ilgilidir. Bir şeylerin iyi, iyiden öte, daha iyi olması için fikir çilesi çeker. Ki; çilenin en ağırı fikrin çilesidir. Ne yapabiliriz, nasıl yapabiliriz, ihsan üzere bir çalışma nasıl olur… diye düşünmekten yorulmaktır. Yorgunlukların en şereflisi ve çilenin en tatlısı da bu olsa gerektir.
Öneri sunarken nelere dikkat etmeliyiz?
Şu tavsiyelerde bulunabilirim:
Etraflıca düşünmek: Müslim, işini ihsan üzere yapan kimsedir. Yani yüce Allah’ı görüyormuşçasına veya O’nun (cc) kendisini gördüğünü bilerek, kulluğunu/işini en güzel şekilde yapmaya çalışandır. Öneri sunmak da kulluğumuzun bir parçasıdır. Öyleyse ihsan üzere yapmalıdır.
Öneri sunma vazifesinde ihsan; etraflıca düşünmek, önerimizin artıları ve eksilerini hesaplamak, sorulması muhtemel soruların cevaplarını hazırlamaktır… Bu, hem bizi ihsan mertebesine yükseltir hem de muhatabımıza güven verir. Zira bir insanın konuşacağı konuyu önceden araştırması işine, dolayısıyla kendine karşı saygılı olduğunu gösterir. İşine saygılı insanlar, muhataplarında saygı oluşturur, sözleri kâle alınır, önemsenir…
Bu noktada kardeşlerime bir tavsiyede bulunmak istiyorum: İslami çalışmanın önemli afetlerinden biri; düşünmeden konuşan, laf olsun diye öneri sunan geveze insanlardır. Bu insanlar çalışmayı ağırlaştıran, kendilerine ve dolayısıyla muhataplarına saygısı olmayan, gereksiz insanlardır. Her meselede söyleyecek sözleri, her konuya dair bir fikirleri vardır. Cehaletten kaynaklanan bir cesaretleri, gerçekle yüzleşmemiş olmaktan kaynaklanan bir özgüvenleri mevcuttur. Bu insanları ıslah etmek, ıslah olmuyorlarsa gerçekle yüzleşmelerini sağlamak bir zorunluluktur. Gerçekle yüzleştirildiklerinde çoğunlukla gevezelik yapabilecekleri yeni bir ortam ararlar. Allah’ın rahmet ettiği azınlık da ıslah olur. Her iki durumda da İslam toplumu kârdadır.
Öneriyi öneri olarak sunmak: Bu madde ile kastım şudur: Önerinin uygulanıp uygulanmadığına bakmaksızın öneri sunmaktır. Zira biz; davamızın derdiyle dertlenmek, istişare müessesesini canlı tutmak ve en önemlisi kulluğumuzun gereği olarak öneri sunuyoruz. Bizim sorumluluğumuz öneri sunmaktır. Öneriyi değerlendirmek, onun uygulanıp uygulanmayacağına karar vermek yöneticilerin sorumluluğudur. Her birimiz kendi sorumluluğumuza yoğunlaşırsak, İslami mücadelede sağlıklı bir süreç yaşanır.
Unutmamak gerekir ki; öneri sunmak hayra niyet etmektir. Yüce Allah, hayra niyet etmeye de ecir vermektedir. Şayet o öneri uygulanırsa hem niyetimizden hem de uygulamadan ecir alırız. Öneri uygulanmazsa hayra olan niyetimizden ecir alırız:
Allah Resûlü (sav) kudsi bir hadiste yüce Allah’ın şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
“Şüphesiz yüce Allah (eşyadaki) güzellikleri ve çirkinlikleri takdir edip yazdı. Sonra bunu beyan edip açıkladı. Her kim güzel bir iş yapmayı diler de onu yapamazsa Allah o kimse hesabına kendi divanında (meleklerine) tam bir hasene (ecir) yazdırır. Eğer o kimse güzel bir iş yapmak ister ve yaparsa Allah o kimse lehine kendi katında on haseneden yedi yüz misline ve daha çok misline kadar hasene yazdırır. Bir kimse de çirkin bir iş yapmaya niyetlenir ve onu işlemezse, Allah kendi katında onun lehine tam bir hasene yazdırır. Eğer o kimse fena bir iş yapmak ister de o fenalığı yaparsa Allah onun aleyhine bir tek kötülük yazdırır.”[54]
Israrcı ve dayatmacı olmamak: Öneride ısrarcı olmak ve uygulanması için dayatmak, öneri sunmanın afetlerindendir. Zira önerisinde ısrarcı olmak sahibine zarar verir, sakıncalıdır.
Sakıncalıdır; çünkü sahibini beklenti içine sokar. Önerisinin uygulanmaması durumunda öneri sunmaktan soğur. Bir hayır kapısını kendi elleriyle kapatmış olur.
Sakıncalıdır; çünkü öneri sunulan tarafı rahatsız eder. Öneri meselesinden bağımsız olarak ısrarcılık ve dayatma ahlakı, bir kulluk afetidir. Muhataba eziyettir, rahatsızlık vermektir.
Sakıncalıdır; çünkü düşüncelerinde ısrarcılık ve dayatma; kendini beğenme, başkalarından üstün görme ve “Her şeyin en iyisini ben bilirim.” anlayışından kaynaklanır. Bunların her biri de müstakil bir kulluk afetidir.
•••
Konumuzla bağlantılı gördüğüm başka bir noktaya temas ederek yazıyı sonlandırmak istiyorum:
Daha önce sorulan bir soruya cevap sadedinde yöneticiliğin afetlerine değinmiş ve bu afetlerden birinin de “yöneticinin müstakilleşmesi” olduğunu belirtmiştim.[55] Müstakilleşme örneklerinden biri; yöneticinin/sorumlunun kendisini kurallardan bağımsız, müstakil görmesidir. İnsanlara anlattığı menhecî kuralları, kendisi söz konusu olduğunda çiğnemesidir. Örneğin insanlardan misli misline itaat beklerken, kendisinin yöneticilerine karşı itaatsiz davranması; insanlardan edep/saygı beklerken, kendisinin yöneticilerine karşı edepsizleşmesidir. Bu meselenin konumuzla bağlantısı şudur: Bazı yöneticiler işini savsaklar. Sizin üzerinde çalıştığınız ve fikir çilesi çektiğiniz önerinizi yarım kulak dinler, not almaz. Bazen sizi ayaküstü dinler, ne dediğinizi dahi anlamaz…
Böyle bir durumla karşılaşan kardeşimiz, şunu unutmamalıdır: Kurallar herkes için geçerlidir. Kimse yönetici olmakla menhecî sorumluluklarından bağımsız hareket edemez. Böyle bir durumu mutlaka ilgililere bildirmeli, sorunun çözümüne katkıda bulunmalıdır. Zira mesele yalnızca önerisi dikkate alınmayan kardeşimize haksızlık değildir. Bu, o şahsın yöneticiliğin afetlerine yakalandığının ve Müslimlerin emanetlerine ihanet ettiğinin göstergesidir. Kişi şahsi hakkından feragat edebilse de genelin hakkından feragat etme hakkına sahip değildir; mutlaka ilgilileri durumdan haberdar etmelidir. Tecrübeyle sabittir ki; bir konuda yöneticilik afetine yakalanan insan, genelde birçok yönden yöneticilik afetlerine düşmektedir. Sizin -öneriyi dikkatle dinlememek gibi- basit gördüğünüz bir durum çok daha büyük sorunların habercisi, alameti olabilir. Allah en doğrusunu bilir.
Bu ay bu kadarla iktifa ediyor, her birinizi Allah’a (cc) emanet ediyorum.
[1] .Buhari, 5675; Müslim, 2191
[2] .Buhari, 6022; Müslim, 1008
[3] .12/Yûsuf, 40
[4] .5/Mâide, 44
[5] .4/Nîsa, 48
[6] .Buhari, 18; Müslim, 1709
[7] .49/Hucurât, 9
[8] .Tefsiru’t Taberi, 14/153
[9] .Tevbe Suresi 5. Ayet Hakkındaki Bab, Kitabu’l İman, 17. bab
[10 .Buhari, 25; Müslim, 22
[11 .Fethu’l Bari, 25 no.lu hadis şerhi
[12 .Buhari, 392
[13] .4/Nîsa, 48
[14] .El-Mufhim Li Ma Uşkile Min Talhis-i Sahihi’l Müslim, 6/608
[15] .Es-Sunne, Abdullah ibni Ahmed, 1/110
[16 .Cam’i li Ulumu’l Ahmed, 3/35
[17] .Es-Sarimu’l Meslûl, 512
[18] .Şerhu’s Sunne, 84-85
[19] .Er-Reddu A’le’l Cehmiyye, 19
[20] .Şerhu’s Sunne, 62
[21] .İkmatu’l Mu’lim bi Fevaidi’l Müslim, 6/264-265
[22] .El-Minhac Şerh-i Sahihi’l Müslim, 1/149
[23] .Şerh-i Akideti’t Tahaviyye, 1/292
Hanefi hadis imamlarından Tahavi (rh) akide metninde şöyle der: “Nebi’nin getirdiği (dinî hükümleri) kabul eden ve haber verdiklerini tasdik eden Ehl-i Kıble’mizi ‘Müslim ve mümin’ diye isimlendiririz.”
[24] .Şerh-u Fıkhi’l Ekber, 258
[25] .39/Zümer, 65
[26] .وَلَقَدْ اُو۫حِيَ اِلَيْكَ وَاِلَى الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِكَۚ لَئِنْ اَشْرَكْتَ لَيَحْبَطَنَّ عَمَلُكَ وَلَتَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ
Bu ayette kullanılan tekidler şunlardır:
a. Ayetin başında kasem/yemin vardır: İlk harf olan “ل”.
b. قد/Kad edatı, tekid edatıdır.
c. “Yehbetenne” fiilinde tekid nunu kullanılmıştır.
d. “Yekûnenne” fiilinde tekid nunu kullanılmıştır. (Tevhid ve Şirkin Anlaşılmasında 4 Asıl, Tevhid Basım Yayın, Halis BAYANCUK, s. 92)
[27] .Buhari, Kitabu’l İman, 22. Bab
[28] .Buhari, 30
[29] .Kitabu’l Fiten, 10/16-17, 7. Bab
[30] .Risale ila Ehli’s Sağr, 156-158, 36. İcma
[31] .İhkamu’l İhkam, 2/210
[32] .İctimau’l Cuyuşu’l İslamiyye, 1/218
[33] .2/ Bakara, 195
[34] .Ebu Davud, 2512; Tirmizi, 2972
[35] .2/Bakara, 195
[36] .El-İbane, 26
[37] .İmanu’l Evsat, 360
[38] .Şerh-u Akideti’t Tahaviyye, 1/303
[39] .2/Bakara, 145
[40] .bk. Dinlerde Kıble Anlayışı, Ahmet Güç, s. 24-25
[41] .2/Bakara, 148
[42] .2/Bakara, 149
[43] .bk. Et-Tenbih ve’r Red A’la Ehli’l Ehva-i ve’l Bida, 35
[44] .Tarihu’l İslam, 6/400
[45] .Müslim, 1063
[46] .Buhari, 3601; Müslim, 2886
[47] .İbni Mace, 3959
[48] .42/Şûrâ, 37-39
[49] .3/Âl-i İmran, 159
[50] .”Şuh” kök anlamı itibarıyla insanı başkasına iyilik yapmaktan meneden/alıkoyan ve kendi menfaatine karşı hırslı kılan kötü bir ahlaktır. Men etmek ve hırs anlamları için bk. Mu’cem Mekayisu’l Luğa, ş-h-h maddesi
[51] .4/Nîsa, 128
[52] .59/Haşr, 9
[53] .Ebu Davud, 498
[54] .Buhari, 6491; Müslim, 131
[55] .Tevhid Dergisi, 77. Sayı, s. 12
İlk Yorumu Sen Yap