Men Azze Bezze

 

Aşağılanmış olarak bana âb-ı hayat kâsesini uzatma

Bilakis, Aziz olarak zehir kadehini takdim et bana

Mümin[1]kimse, rüzgârın veya dalgaların önünde sürüklenmek veya ne idüğü belirsiz kof ideolojilerin ve yoz kültürün ardına takılıp zillete mahkûm olmak için yaratılmamıştır. İnsanlığa ve medeniyete nizam vermek için vardır bu dünyada muvahhid. Rabbani esaslara dayandığı için insanlığa yol gösterip onlara güç ve aydınlık vermeye muktedir olan da mümindir ancak. Çünkü muvahhid mümin, önderi Resûlullah (sav) olan büyük bir davanın adamı ve onun mirası olan ilmin vârisi ve talibidir. Mümin, dünyadaki gidişattan ve değişimlerden bağımsız, kendi hâlinde bir hayat yaşayamaz. Bu anlamda büyük bir sorumluluğu bulunmaktadır. Başta Batılı bâtıl ideolojiler ve yoz kültürü olmak üzere başkalarına özenmek ve başkalarının izini takip etmek “İslam ümmeti” olarak vasıflandırılan bir topluma asla yaraşmaz. Bilakis müminin görevi; insanlara ve toplumlara yön vermek, rehberlik ederek tevhid ve sünnet nizamına davet etmek, irşad edip iyiliği emretmek ve kötülükten de sakındırmaktır.

Zaman zaman devir ve toplum olabildiğince kötüleşir, insanlar isyan duygularıyla kabararak tevhidden ve ahlaktan saparsa muvahhidin görevi, “Zaman değişti, zamanın ruhuna uygun davranmak gerekir!” diyerek zamana teslim olmak, yani zamana uymak değildir. Bu durum karşısında müminin görevi, Allah’ın hükmü hâkim oluncaya kadar şirk ve şer odaklarıyla yılmadan mücadele etmektir. Tevhid ve sünnet ehli bir mümin, yağmur sağanağı gibi üzerine üzerine gelecek zorluklar karşısında yılmaz.

Tevhid dini İslam, bireysel ve toplumsal ibadetleriyle beraber, aynı zamanda siyasettir (demokratik sistemlerde olduğu gibi çirkin politika değil), yönetimdir, hukuk sistemidir, cihaddır, teröriste-eşkiyaya-katillere-zinakârlara ve diğer mücrimlere hadleri/cezaları uygulamadır. Tevhid ve sünnet nizamı terk edildiğinde “İslam ümmeti” olarak nitelendirilen devasa kitlenin, hiç de olması gerektiği gibi veya göründüğü gibi olmadığı net bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim’de namaz ve oruç hakkında seksen iki ayet vardır. Fakat yönetim, siyaset, iktisat, hadler (cezalar) ve cihadla ilgili olan ayetler namaz ve oruçtan söz eden ayetlerden çok daha fazladır. Bu durumda Kur’ân-ı Kerim’in sadece bazı ayetleri üzerinde titizlikle durulup diğerlerinin görmezden gelinmesi, günümüzde olduğu gibi gerçek anlamda zilletin ve grup grup, hizip hizip parçalanmanın sebebi olmuştur.

Allah’ın (cc) hadlerinin tatbik edilmesi tevhid ve sünnet nizamını kaim kılar ve ümmeti helakten ve zevalden muhafaza eder. Şer’i ahkâmın uygulanmaması demek, İslam ümmeti olma iddiasındaki bir milyar altı yüz milyonu aşkın insana düşmanlarının musallat edilmesi demektir ki bu da zamanla onların zayıflamasına, parçalanmasına ve sel süprüntüsü gibi bir değersizliğe derekelenmelerine sebebiyet vermiştir.

Abdullah b. Ömer (ra) şöyle anlatıyor:

“Resûlullah yanımıza gelip şöyle buyurdu: ‘Ey Muhacirler topluluğu, beş şey vardır ki, onlarla imtihan olunacağınız zaman (böyle şeylerle sınanmanızdan) Allah’a sığınırım. Bu beş şey şunlardır:

— Bir toplumda hayâsızlık ve fuhuş açıkça görülürse o toplumda daha önce görülmemiş hastalıklar görülür ve yaygınlaşır.

— Herhangi bir toplum(un zenginleri) zekâtlarını vermezse onlara gökten yağmurun yağması engellenir. Eğer hayvanlar olmazsa onlara hiç yağmur yağdırılmaz.

— Bir toplum ölçü ve tartısını eksik yaparsa mutlaka onlara kıtlık isabet eder.

— Bir toplumun yöneticisi onları Allah’ın Kitab’ı ile sevk ve idare etmezse Allah onları birbirlerine dehşetli bir şekilde düşürür.

— Herhangi bir toplum Rablerine vermiş oldukları ahdi bozarlarsa Allah onlara düşmanlarını musallat kılar ve ellerinde kalan şeyi de düşmanları alır.” [2]

Bugün ülkemiz dâhil İslam coğrafyası olarak tanımlanan hemen hemen tüm ülkelerde fuhuş ve türlü sapkınlıklardan kaynaklı envaiçeşit hastalıkların ortaya çıkıp günbegün yaygınlaşmasını ve “ümmet” olarak isimlendirilen bir milyar altı yüz milyonluk kitlenin yaşadığı ihtilaf, parçalanmışlık ve zilleti, bu nebevi haberden bağımsız düşünmek mümkün değildir.

Örneğin, Bosna’ya baktığımızda kendini İslam’a nispet eden bir toplumun yeni neslinin, haçlıların da fitlemeleri, teşvikleri ve dayatmalarıyla itikaden ve ahlaken nasıl da ifsad edilip cehennem yakıtı olmaya aday bir güruha dönüşebildiklerini müşahade ediyoruz.

Haçlıların en çirkin yüzünü ortaya koyan bir savaş yaşandı Bosna’da. 1992’nin Nisan ayında başlayıp 1995’in Eylül ayına kadar süren Bosna Savaşı, tarihin en karanlık ve kanlı savaşlarından biridir. Üç yıldan fazla süren bu savaş büyük kayıplarla sonuçlanmıştır. Savaş esnasında hem yerel hem de uluslararası bazı kuruluşların verilerine göre Bosna’da üç yüz on iki bin kişi hayatını kaybetmiştir. Ölenlerin büyük bir çoğunluğu Boşnak’tır. Ayrıca iki milyonu aşkın insan, son yıllarda Suriyelilerin yaşadığı trajediye benzer bir şekilde Bosna Hersek’ten, topraklarından, evlerinden zorla vazgeçirilip göç etmek zorunda bırakılmışlardır.

Savaş yıllarında, kendilerini İslam’a nispet eden ve “İslam ümmeti”ne yardım çağrısında bulunan Boşnaklara destek olup onlarla aynı safta savaşmak için İslam coğrafyasının birçok beldesinden binlerce genç, cihad aşkıyla âdeta Bosna’ya aktı. Ehl-i Sünnet gençler savaşmak için giderlerken, Safevi artığı Rafızi İran da sürüyle ajan gönderdi Bosna’ya.

Yıllarca süren savaşta üstün faydalar gösteren bu Ehl-i Sünnet genç savaşçılar savaşın bitmesiyle beraber “istenmeyen adamlar” ilan edildiler. Çünkü haçlı ve siyonist kurtların işbirliği yaparak hazırlayıp dayattığı sözde barış antlaşmasında öngördükleri yeni Bosna’da “Müslüman kisveli” birilerine yer yoktu. (İranlı ajanlar Bâtıni inançları gereği her türlü kisveye bürünmekte mahir olduğundan kendileri açısından herhangi bir problem yaşanmadı.) Nitekim Kasım 1995’te imzalanan Dayton Antlaşmasındaki bir madde, Bosna’da savaşa katılmış olan ve hâlen Bosna topraklarında bulunan tüm Ehl-i Sünnet yabancı savaşçıların ülkeden derhal çıkarılmalarını öngörüyordu. İranlılarla çok yakın ilişkileri 1980’li yılların başlarına dek uzanan ve “Bilge Kral” namıyla ünlenen Aliya İzzetbegoviç’in barış antlaşmasını kastederek “Çok kötü bir metin olduğunu biliyorum ama savaşmaktan (ölmekten) daha iyidir.” dediği bu antlaşma maddesiyle Boşnakların canını, ırzını ve malını korumakla beraber aziz İslam ile yeniden izzetlenmeleri için savaşıp yüzlerce kurban vermiş olan ve bir gün öncesinde baş tacı edilen onca insan, antlaşmanın imzalanması sonrası ertesi günden itibaren “Bosna ve Bosnalılar için birer fitne ve tehlike unsuru” olarak ilan edilip ülkeden kovuldular.

Bosna ve Bosnalılar için daha büyük trajedilerden birisi de o günden sonra başladı. Yukarıdaki hadis-i şerifte beyan edildiği üzere “Herhangi bir toplum Rablerine vermiş oldukları ahdi bozarlarsa Allah onlara düşmanlarını musallat kılar ve ellerinde kalan şeyi de düşmanları alır.”

Konumuza örnek olarak verdiğimiz Bosna’da yaşanan durum, tam olarak budur. Geçtiğimiz Eylül ayında (Eylül 2019) Bosna tarihinde ilk kez Lut’un (as) kavmi ortaya çıkıp Bosna’nın mirasına ve Bosnalıların tarihsel kimliğine büyük darbeler indirdi. Neden daha önce değil de şimdi çıktılar ortaya? Cevabı çok basit. Çünkü İslam düşmanları hiçbir zaman boş durmadı. 1992’nin Nisan ayından 1995 Eylül’üne kadar öldüre öldüre katliamlarla bitiremedikleri Boşnak-Müslüman kimliğini itikadi, fikrî ve ahlaki sapkınlıklar ve yozlaşmalarla bitirebilmek için yirmi beş yıl durmadan çalıştılar.

“Anayasa” diyerek Bosnalıların üzerine öyle bir deli gömleği geçirdiler ki nefes alamaz hâle getirdiler onları. Yaklaşık dört milyonluk bir ülke olan Bosna Hersek Federasyonu’nda üç adet Cumhurbaşkanlığı, yarım düzine Başbakanlık, altı yüz civarında da milletvekilliği makamı icat ettiler. Her üç yüz otuz kişiye bir yargıç ve bir savcı düşmektedir. Hepimizin aşina olduğu “Her türlü dinî, fikrî, siyasal görüş ve yaşam tarzına mutlak hoşgörü” mavalıyla her türlü şirk ve ahlaksızlık onlar arasında da makul ve makbul görülebilir bir hâle geldi.

“Kültür ve Sanat” diyerek gençler arasında her nevi fuhşiyat ve sapkınlığı yerleştirip yaygınlaştırdılar. “Avrupa standartlarında modern eğitim” diyerek dinsizlik, ateizm ve deizmle savaş sonrası genç kuşağın kalplerini ve zihinlerini de işgale koyuldular. Türlü türlü teşvik, yönlendirme ve dayatmalardan sonra haçlı atalarının ruhunu şâd (!) edercesine kendi hesaplarına lanetli bir zafer ilan ettiler.

Bosna’daki ilk Sodomî yürüyüş tarihinin sıcak savaşın bitirildiği Eylül ayı olarak belirlenmesi de ayrıca dikkat çekicidir. Özellikle Eylül ayının seçilmiş olmasıyla şöyle bir mesaj da verilmek istenmiş olabilir: “Sizi 1995 Eylül’ünekadar öldüre öldüre bitiremedik ama (velev ki kitaplarda kalmış olsa da) itikadınızı buralardan ve bize karşı savaşmış bir kuşaktan sonraki neslin ruhlarını da asaletinden işte böyle söküp atarız.” Bu “zafer”i kutlamak için olsa gerek Haçlı (Avrupa) Birliği diplomatları ve Amerika Birleşik Devletleri’nin eşcinsel/sodomî Saraybosna Büyükelçisi de melun kavmi desteklemek için Eylül yürüyüşüne katıldı.

Bosna’da da Safevî/Rafızi Musibeti

1992-1995 yılları arasında yaşanan Bosna Savaşı sırasında Rafızilerin başkenti Tahran’ın fırsattan istifade Avrupa’da geniş çaplı bir “üs” kurduğunu biliyoruz. Bosna’nın ilk cumhurbaşkanı Aliya İzztbegoviç ile İran arasında iyi bağlar olduğu da sır değil. 1992-1996 döneminde Bosna’nın cumhurbaşkanı olarak görev yapan Aliya İzzetbegoviç 1980’li yıllardan cumhurbaşkanlığı görevini bıraktığı tarihe kadar Şii/Farsi İran devletinden destek görmüştür. İran Şia Cumhuriyeti, istihbaratın ve özellikle de paramiliter Devrim Muhafızları (Pasdaran) gruplarının eliyle Bosna ordusu içindeki bazı birimlerin aldığı eğitimde söz sahibi oldu. İranlılar tarafından eğitilen özel operasyon birliği vakasından da anlaşılabileceği üzere İranlı istihbarat ve güvenlik ajanları Bosna’daki savaş sonrası dönemde yaşanan iç siyasal çekişmelerde gayet açık bir iz bırakmıştır.

İran 1992-1995 yılları arasındaki savaştan sonra da Bosna’da kalmaya devam etmiştir. Tahran yönetimi sürekli olarak bölgedeki yatırımlarına devam etti ve yerel siyasi isimlerle son derece sıkı olan bağlarını muhafaza etti. Hatta İranlılar bölgedeki etki ve varlıklarını korumak amacıyla savaş döneminde oluşturdukları ağları zaman içinde şartlara uyum sağlayacak şekilde değiştirerek genişletti. Bosnalıların neredeyse tamamının “Sünni” olduğu varsayımı, Şii İran için kesinlikle bir problem değildir. Rafıziler için asıl önemli olan karşıdaki muhatabın kendisini Sünni veya Selefî olarak tanımlaması değil, kendi amacı için ne ölçüde kullanılabilir olup olmadığıdır. Tahran yönetimi, Orta ve Batı Avrupa’ya açılan stratejik bir üs olarak Bosna’yı kullanmaya devam edeceğinin açık sinyallerini vermektedir.

Safevi/Rafızi İran devleti için ileri uçta bir üs olmasının yanı sıra net olmayan anayasa, etnik ve dinî karmaşa, güvenlik zaafiyetleri, zayıf devlet kurumları, daima canlı tutulmaya çalışılan Osmanlı sevimsizliği (hatta düşmanlığı) ve rüşvetin yaygın oluşu; sadece Bosna’yı değil, tüm Balkanları tam olarak İran’ın iş görme yöntemlerine uygun bir bölge hâline getirmektedir. İran’ın yerel elçilik personelinin yanı sıra sayıları her geçen gün artan Lübnan merkezli HizbulEsed ajanları bu ortamı kullanarak İran’ın bölgedeki etkisini artıracak operasyonları icra etmektedir. Haçlılardan sonra Bosnalıların başına gelmesi muhtemel en büyük musibet Rafızi İran kaynaklı bölünmeler ve çatışmalar olacaktır. Bunu delili Suriye, Irak, Yemen ve kısmen de olsa Pakistan ve Afganistan’daki Rafızi İran izleridir.

İslam Bir Vadide, “Ümmet” Başka Bir Vadide

Bosna üzerinden bir misal verdik; fakat bu, benzer şartların oluşması hâlinde her devirde ve her toplumda yaşanması mukadder olan Rabbani bir yasadır. Allah’a verilen ahdin bozulması neticesinde aynı veya benzer akıbetle karşılaşan sözde Müslim halkların hangilerinden bahsedelim?

Bugün İslam coğrafyasının hemen hemen her beldesinde kâh doğrudan sıcak çatışmalarla kâh emperyalizmin kucağına oturmuş tevhid düşmanı yerli tağutlar ve örgütler eliyle kâh küresel küfrün yerli işbirlikçisi demokratik sistemler eliyle “Soft Power/Yumuşak Güç” modunda yürütülen ifsad ve imha politikalarıyla “tevhid ve sünnet” ümmeti olması gereken ümmet maalesef “zillet ve ahzab” ümmeti derekesine düşürüldü.

Allah (cc) düşmanlarımızı bize musallat kıldı ve onlar da elimizde olan ne varsa alıp götürdüler, götürmeye de devam etmekteler. Birkaç istisna hariç, genel olarak zillet ve meskenet içinde yaşadığımızı hiç kimse inkâr edemez. Buna mukabil bir milyar altı yüz milyon insan boş ve yararsız şeylerle meşgul edilmektedir. Henüz ölmemiş kalpleri eleme gark eden bu manzarayı unutturmak ve esasen ümmetin sahip olduğu müthiş potansiyeli berhava etmek için bizlere pembe tablolar takdim edilmekte yahut suni meseleler üretilmektedir.

Dünyadaki “Müslüman” sayısının bir milyar altı yüz milyon olduğu, buna karşılık iki milyar yüz yetmiş milyon Hristiyanın yaşadığı ifade edilmektedir. Özellikle batılı araştırma şirketlerince yapılan, geleceğe dönük nüfus tahmin modellemelerine göre bu sayılar 2050’ye gelindiğinde kendilerini İslam’a nispet edenlerin sayısının iki milyar yedi yüz altmış milyon, Hristiyanların nüfusunun ise iki milyar dokuz yüz yirmi milyon olacağı öngörülmektedir. Böyle bir modellemenin sebebi de şudur: basit ifade ile “Müslüman”ların daha çok çocuk sahibi olmaları. Müslüman kadınların sahip oldukları çocuk ortalaması yaklaşık binde üç. Dünya kadınlarının geri kalanının doğum ortalaması ise yaklaşık olarak binde ikinin biraz üzerinde.

“Müslümanlar” büyük dinî grupların tamamının içerisinde en genç nüfusa sahip olan gruptur. 2010 yılı araştırmalarına göre yaş ortalaması yirmi üç. Bu, Müslüman olmayanlardan ortalamada yedi yaş genç oldukları anlamına geliyor. 

ABD merkezli PEW araştırma şirketinin dünya dinlerinin geleceği adlı yeni çalışmasında, mevcut eğilimin devam etmesi hâlinde 2070 yılında İslam dinine mensup olduğunu iddia edenlerin sayısının Hristiyanların toplam sayısını geçeceğini ve dünyanın en yaygın dini olacağı belirtilmektedir. 2015 yılı tahminlerine göre ABD’de üç milyon üç yüz bin “Müslüman” var ki bu da genel nüfusun yüzde birine tekabül ediyor. 2011 tarihli bir araştırmaya göre “Müslüman”ların yüzde altmış üçü göçmen. 2050 tahminlerine göre ABD’deki Müslüman nüfus, yüzde ikiyi geçerek en kalabalık ikinci dinî grup ünvanını Yahudilerden alacak.

PEW araştırma merkezinin İslam coğrafyasından otuz dokuz ülkede gerçekleştirdiği, “Müslüman”ların; Kur’ân ve Peygamberin uygulamalarına göre şekillenen bir hukuk sistemi (kısaca Allah’ın şeriatını) isteyip istemedikleri yönünde bilgi edinme amaçlı yapılan araştırma, aslında tevhid ehli müminlerin aşina olduğu bir hakikati ortaya koymakta ve daha görünür kılmaktadır. Buna göre Orta Doğu ve Asya ülkelerinin bazılarında tevhid ve sünnet nizamını (şeriatı) isteyenlerin oranı Müslüman olduğunu ileri süren kalabalık kitlelerin sayısıyla ters orantılıdır. Örneğin Türkiye’de bu oran %12, Kazakistan’da %10 ve Azerbaycan’da %8’dir. İstisnalar da var. Afganistan halkının %99’u ve Pakistan halkının %84’ü şer’i hukukun uygulanmasını desteklediklerini beyan etmektedir.

“Müslüman” halkların, mensup olduklarını iddia ettikleri dinin kurallarına karşı mesafeli duruşu, söz konusu ülkelerde süregelen ideolojik din(sizlik) eğitiminin bir sonucudur şüphesiz. 2011 tarihli başka bir araştırmanın verilerine göre ise ABD “Müslüman”larının %39’u eşcinselliği desteklerken %45’i bunun önünün devletler tarafından bir şekilde kesilmesi gerektiğini düşünüyor.

İslam ümmeti ne zaman ki Aziz ve Celil olan Allah’a hakkıyla kullukta bulunduysa Allah da onları yeryüzünün efendileri kıldı. Bugün başta Arap yarımadası olmak üzere İslam coğrafyasının diğer bölgelerinde, tevhid dininden farklı din mensuplarına kullukta bulunan tağutlar varken İslam ümmetinin izzetinden söz edilemez. Özellikle Arap yarımadası, Resûlullah’ın (sav) hadis-i şerifinde buyrulduğu üzere tevhid ve sünnet nizâmına düşmanlık eden aşağılık rejimlerden ve diğer din mensuplarına kölelik yapan tağutlardan arındırılmadıkça bu bölük pörçüklük ve zillet bitmeyecektir. Zira İslam bir üstünlük akidesidir. Ömer’den (ra) nakledilen bir sözde belirtildiği üzere; kendi bağlılarının kalbine kibirden uzak büyüklük hissini, gururdan temizlenmiş güven ruhunu ve bencillikten arınmış emin olma şuurunu sokan aziz bir dindir, bir üstünlük akidesidir İslam.

Bu hayatın adı zillettir

Zelilin hayatına kim imrenir

Öyle hayatlar vardır ki

Ölüm ondan daha iyidir

 

[1]       .   Meşhur bir Arap atasözüdür. Bunun anlamı kim galip gelirse mağlup ettiği topluluğun malını, mülkünü, eşyalarını onlardan alır. Hatta süreç içerisinde mağlup tarafın dinini, kültürünü ve geleneklerini dahi onlardan söküp alarak yerine kendilerine ait olanı ikame etmeye çalışır. Çünkü “Bezz”, zorla almak, gasp etmek ve soymak anlamındadır.

 

[2]       .   İbni Mace, Fiten, 22

 

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver