Çınarlar yapraklarını sermişti. Ayaklarımın altında çatırdayan sesi etrafın sessizliğini bozuyordu. Efil efil esen sabah rüzgârıyla yere, önüme süzülenler de beni selamlar gibiydi. Deniz dalgasız, çarşaf gibi… Yük gemileri açıkta demirlenmiş… Severdim bu mevsimde yürümeyi. Kurumuş yaprakların süzülüşünü izleyip ellerimin arasında çatırdatmayı. Ömrün tükenişinin timsaliydi yapraklar. Gençliği andıran yeşilliği, ihtiyarlığı andıran sararışı ve nihayet ölümü andıran ufalanışı…
Yürümek, uzaklaşmak istemiştim biraz. Hastanenin ilaç kokulu atmosferinden biraz olsun kurtulmak. Saç ve sakalım berduşları andıracak şekilde birbirine girmişti. Aniden biriyle karşılaşsam korkunç bir heyulayı görmüşçesine feryat figan edilebilirdi. Bir haftadır Cerrahpaşa’daydım. Onun hastalığıyla hastaydım ben de. Bir anda, ansızın gelmişti bu hastalık. Musibet gerçekti. Ama başa gelmeden, sadece satırlara sıkışıp raflarda boy gösteriyordu. Şimdi ise dilim dualarla ıslanmış bir vaziyette bir güz günü yapraklarını döken bu çınarlar gibi tüm görüntümü bırakmıştım. Bir muayene ve ardından gelecek birkaç ilaçla bitecek sanmıştım. Tahmin edemezdim ciddiyetini… Şimdi akciğer iltihabı teşhisini koydular. Bir haftadır odasında işte. Şifa Rabbimden.
Mitili serdiğim hastane odasına girdiğimde gözlerini her zamanki gibi boşluğa dikip dalmıştı yine. Aslı Abla ara ara gelip ihtiyaçlarını gideriyordu. Pervane olmuş bir refakatçiydi. Teyzesiydi. Sessiz, içine kapanık bir kadındı. Odanın ahengine uygundu o da.
Odadaki sessizlik korosu birkaç gün devam etmişti. Ne ki dümenin başına geçmesi kaçınılmazdı. Eski günlerden açıyordum konuları. Neşeli olduğumuz anılardan. Bazen hafif bir tebessümle, kesik cümlelerle katılıyordu. Bazen de hastalığına aldırış etmezcesine küçük anılarını öykü tadında anlatıyordu. Sonra bir noktaya gelince aniden kesip birkaç zorlama ile sonlandırıyordu.
Bazen elindeki kitaplara boş ve dalgın gözlerle bakıyordu. Hareketsiz ve göz kırpmaları seyrekleşerek. Çıkmazı çok olan bu labirentin içerisinden almalıydım onu.
Günün bir bölümünde de Kur’ân okuyordum ona. Cennet tasvirlerinin olduğu ayetleri tekrar tekrar okuyor, İbrahim Hoca’dan aldığım tefsir notlarımı küçük küçük paylaşıyordum. Bakışları değişiyor, yüzüne anlamlı bir tebessüm ekleniyordu. Öykü de okuyordum.
Eski öykülerim vardı benim. Bir dönem karaladığım, bir demet kadar bile olmayan. Onları okuduğumda hayranlıkla dinlemişti. Bunları ben neden bilmiyorum, dedi. Mühim olmadığını, beğenmediğimi söylesem de ”iç dünyamı karaladığımı” söylemişti.
Benim de var ama boş ver, dedi. Birkaç defa merak saldığım ajandasını sormuştum da vermemişti. Kadınlık hâlleridir, diye avuttum kendimi önce. Daha sonra “kocasından bir şeyler gizleyen kadın” esprileri ile başka girişimlerim de akamete uğramıştı. Sonraları da kendi hâline bırakmıştım.
Genellikle ben yokken dalardı. Çırpınırdı sessizce. Seslenmemi de duymazdı bazen. En son bir can simidi atardım da bu deryadan kurtarırdım. Ajandasından bahsediyorum. Sonra kapatır ve gelin evinden çıkarmak için uğruna liralar saydığım -ne menem bir âdetse- çeyiz sandığına saklardı.
Nuveyba benim eşimdir. Hem hayat arkadaşım hem can yoldaşım hem de dava kardeşimdir. Eş olması anneliğine, anneliği bir davaya hizmet etmesine engel olmamış, iyi bir insandır Nuveybam. Henüz üçünde olan Hafsa’dan arta kalan zamanlarını değerlendirir, boşa harcamaz Nuveyba. Zamanı harcayanlar, hoyratça harcardı her şeyi. Değerli kılıp değerlendirenler de her fırsatı değerli hâle getirirdi. Bilincindedir bunun.
Önceleri, merak sardığı bilgisayar bilgisini geliştirmişti. Kimi zaman hocaların cezaevinden yolladığı makale ve yazıları on parmak marifetiyle dijital ortama aktarırdı. Kimi zaman da kitap, dergi vb. yayınların tashihi ile uğraşırdı. Gece tüm gözler uyur, o ise göz nurunu akıtırdı dava ağacının köklerine. Elindeki işleri bitirir bitirmez en iyi dostlarıyla vakit geçirirdi; kitaplarıyla. O kara ajandasında da deneme, öykü veya hatırat var, diye düşünüyordum. Ajandasıyla olan ilişkisi umarsız birini dahi Meraklı Melahat’e çevirirdi.
Boş ver, deyip geçiştirmesinde kalmıştım. Gece yarısına kadar refakatçi koltuğuna mıhlanmış vaziyette ikna etme çalıştım. Sonunda zafer benimdi. O dillere destan çeyiz sandığından alacak ve okuyacaktım.
Sabah, refakat sırasını Aslı Abla’ya verip o rüzgârla eve vardım. Hafsa’mın oyuncaklarına baktım. Küçümen kızımla günlerdir Elif Abla ilgileniyordu sağ olsun. Ali Abi’nin cezaevi ziyaretine gittiği zaman diliminde de cemaatten başka bir abla ilgileniyordu. Ev, şimdi onun neşesinden de yoksundu.
Malum çeyiz sandığından büyük bir heyecan ile aldım o karayı. Ardından hastanede aldım soluğu. Aslı Abla’nın gitmesinden sonra baş başa iken okuyacaktım. Anlaşma gereği. Vakit akşamı bulunca cemaatten gelen ziyaretçilerle beraber abla da gitmiş oldu.
Yıllardır sakladığı sırrını bu akşam paylaşacaktı benimle. Bu arada hastalığını unutmayayım. Hastalığı iyiye gidiyordu. Taburcu olacak diye de umut ediyorduk bu günlerde.
Uzatmayayım. Aldım elime ve bismillah, deyip başladım.
2008 yılına aitti ajanda. İlk sayfalarında karalanmış birkaç kitap notu, birkaç şiir dörtlüğü. Asıl olan, sürekli açıp okunmaktan kabarmış, nisan sonrası yazılı bölümdü:
“Bir nisan günüydü. Bahar kendisini göstermiş, ağaçlar gelinlikler içinde. Bakanın içini ferahlatıyordu. İsmi dahi geçince ferahlık hissi verirdi bu mevsim. Öyle ya. Mevsimlerin isimlerini çocuklara vermeyiz. Ama bu mevsim istisnaydı. Herkes baharı gözler. Yenilik, çıkış, yeni bir başlangıç arayan herkesin bekleneni idi bu mevsim. Sümeyra Ablamın düğünü de işte böyle bir zamandaydı.
Hazırlıklar haftalar öncesinden yapılmıştı. Salih Hoca gelecek, hem nikâhı kıyacak hem de âdet olduğu üzere konuşmasını yapacaktı. En heyecanlısı ablam ve damat Yusuf Ağabey’di. E damat olur da düğün âdetlerinin, gözü dönmüş şakaların denemesi yapılmaz mıydı? Tabi ya! Cenazeden bir farkı olsundu.
Yusuf Ağabey’i ciddi bir istihbarat ağı ile kaçırmışlar. Düğünden bir gün öncesi. Sabaha kadar kâh yemek ısmarlatmalar kâh ıssız yerde bırakıp korkutmalar… Yetmemiş, evin önünde sokak ortasında menemen yaptırmışlar. Sokaktan geçenler de bedava film seyretmek için çakılı kalmışlar. Menemen yaparken de bir yandan yumurtalar Yusuf Ağabey’in kafasına patlatılır olmuş. Menemenden önce menemen olmuş kısacası. Durur mu gençler. Önceleri kendilerine yapılan düğün seremonisinin acısını çıkartmışlar. Yetmemiş, bir de alçıya bulayıp üzerine kola şişesini dökmüşler ki sormayın. Düğün saatine kadar duvara dönüşmüş saç ve sakalının tadilatı ile uğraşmış garibim…”
Kendimi tutamayarak hafifçe güldüm ve içimden “Bu mu eve buz gibi hava estiren?” diyerek devam ettim okumaya:
“Neyse ki düğün günü son bulmuştu tatlı ızdırabı…
Davetliler yavaş yavaş düğünün yapılacağı alana gelmeye başlamışlardı. Güzel bir pazar günüydü nisanın. Bayanlar kendilerine ayrılan bölüme geçiyor, erkekler de güzel ve özenle hazırlanmış kürsünün karşısındaki masalarda yerlerini alıyorlardı. Çocuklar en güzel kıyafetlerini giymiş, günün keyfini iki bölüm arasında koşturarak çıkarıyorlardı. Düğün saatine yakın, davetlilerle dolup taşmıştı alan. İman dolu bir kalbin yüreğindeki umut tohumlarını çatlatan bir manzaraydı. Bahar, Müslimlerin baharını anımsatıyordu.
Salih Hoca’nın nikâh kıyması ve konuşma yapmasının ardından ayran çorbası, bamya, etli düğün pilavı, zerde ve irmik helvasından müteşekkil düğün yemeğine geçilecekti.
Hoca, babamın da içinde olduğu birkaç ağabeyin eşliğinde bahçeye gelmişti. Herkesle selamlaşırken baharın hoş meltemleri yüzümüzü okşuyordu.
Kürsüye sunucu Serhat Ağabey çıkmıştı. Giriş konuşmasını yaptıktan sonra Salih Hoca’yı, Yusuf Ağabey’i ve nikâh şahitlerini kürsüye davet etti. Salih Hoca da nikâh merasimini bitirip Resûlullah’ın duası ile tarafları tebrik etmişti.
Ardından hamdele ve salveleyle düğün konuşması başladı. Dinleyenlerin kulakları her zamanki gibi pür dikkat Hoca’daydı. Hoca’nın sesine sesler karışıyor, eşlik ediliyordu. Mesciddeki gibi sessizlik hâkim değildi. Salih Hoca’nın sesi bahçeden alana yayılırken kuşların cıvıltısı, kelebeklerin ağaçlar üzerindeki görsel şöleni, karşı evin çatısındaki güvercinlerin hoş kanat çırpmaları, çocuklara ayırılan az ötedeki alandan gelen oyun sesleri, taze bebeklerin inceden ağlama sesleri, yaprakların bahar rüzgârıyla çıkardığı sesler… Hepsi bir ahenk içerisindeydi.
Hoca da konunun girişini bitirmiş, can alıcı yerlerine akıcı ve vurgulu üslubu ile temas ediyordu. Sadakatten bahsediyordu. İslam davasına sadık olmanın gerekliliğinden. ‘Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun.’ ayetindeki sıdka dikkat çekilmesi mühimdi. Sıddık olanların şehitlerden daha üstün bir mertebeye sahip olduğunu anlatan Nisa Suresi’nin 69. ayetinin altını birkaç defa çizmişim notlarımda… Demek ki çok etkilenmişim…
Konuşmanın, ‘Sıdk, şartlar ne olursa olsun insanın sağa sola meyletmemesidir. Sıdk, Ashab-ı Uhdud kıssasındaki genç, Firavun’un kızının hizmetçisi kadın ve Enes b. Nadr gibi gerektiğinde canını verebilmektir; çünkü şehidin kanı nur ve nârdır/ateştir. Müslimlerin yolunu aydınlatan nur, kâfirlerin bağrını ve köklerini yakan nârdır.’ bölümü hâlâ hafızamda tazedir.
Tüm dinleyicilerin tüylerini diken diken etmişti konuşma. Hoca’nın tumturaklı konuşması, bazen bir kıssayı anlatırken, sözcüklerin boğazına düğümlenip gözlerine zor hâkim oluşu; manevi atmosferi had safhaya ulaştırmıştı.
Konuşma bittiğinde babam ve Erdal Abi, düğün yemeğinin ikram edileceği masaya kadar eşlik edecekti Salih Hoca’ya. Her şey kendi seyrinde, bahara uyumlu bir hâldeyken ne olduysa oldu… Davetlilerin arasında oturan bir adamın gözlerine kan hücum etmiş; gözlerinde biriken kan, eline, eli de işaret parmağının tetiğe asılmasına sebep olmuştu. Her şeyi önceden hazır etmişti besbelli. Konuşmanın bitmesini, Salih Hoca’nın ayağa kalkıp akabinde yaşanacak hengâmeyi fırsat bilmişti. Ne ilginç, konuşma biter bitmez Allah, dinleyenleri imtihan etmişti. Onlara sadakatlerini sergileyecek bir fırsat sunmuştu. Sınanan ve sınavı geçen Serdar’dı. Çünkü en başından beri bu şapkalı adamdan, sürekli ayağını oynatmasından, o serin bozkır havasında terlemesinden şüphelenmişti. O hareket eder etmez kendini Salih hocanın önüne atmış ve ‘dersi çok iyi anladım’ der gibi, canını davasına şahit kılmıştı; önce şehitlerden, sonra sıddıklardan olmuştu, inşallah…
Ortalık kan revan… Bağrışlar, haykırışlar, ağlamaklı çığlıklar… Salih Hoca’nın ve Erdal Ağabey’in gözyaşları, Serdar Ağabeylerinin göğsündeki kanlarına karışmıştı.
‘Babaaa!’ Koşan iki kız vardı. Biri gelindi. Diğeri ben… Son kez baktı bize. Bir bize, bir Hoca’ya.
‘Nur ve nârdır…’ dedi. Şehadet kelimesini de şehadetinin başlığına koydu. Tebessüm düştü güzel yüzüne. Vechini sardı şehadetinin nuru.
İkimizi de öksüzlüğün ardından yetimlik sarmıştı…”
Benim de gözlerimi mıhlamış, kulaklarımı tıkamış, can simidi atılmaya muhtaç bir şekilde deryaya daldırmıştı bu kara defter… Nuveyba’nın eli omuzumda, “Eve gidiyoruz.” cümlesiyle taburcu işlemleri dahi bitmiş, aynı sayfalara benim de pınarlarım akmıştı. Benim de bir öyküm vardı. Ben de yetimdim…
“O hâlde, sakın yetimi hor görüp üzme!” [1]
[1] . 93/Duhâ, 9
İlk Yorumu Sen Yap