31 Mart Seçimlerini Nasıl Değerlendiriyorsunuz?

Allah’ın adıyla.

Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.

Es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berekatuhu.

Kıymetli Kardeşlerim!

Afiyet içinde olmanızı temenni ediyorum. Yüce Allah’a hamd olsun ben iyiyim. Hayır dualarınızı ve güzel haberlerinizi aldıkça daha iyi olmayı ümit ediyorum. Bu vesileyle her birinizi ayrı ayrı tebrik etmek ve müjdelemek istiyorum. Hamd olsun; Rabbimiz lütfetti ve bir Ramazan’a daha eriştik. Bu demektir ki; Allah (cc) arınmamız, ıslah olmamız ve imani bir canlanma yaşamamız için yeni bir fırsat sunacak bizlere. Bu fırsatı El-Fettâh isminin bir tecellisi olarak düşünebiliriz. Yüce Allah bu ayda muhtaç olduğumuz tüm hayır kapılarını açıyor. Arınmak isteyenlere tevbe kapısı, cennet isteyenlere reyyan kapısı, kötü alışkanlıklardan muzdarip olanlara şeytanların zincire vurulma kapısı, iyilik ve takva yarışında öne geçmek isteyenlere başarı kapısı… Siz bu yazıyı okuduğunuzda Ramazan’a sayılı günler kalmış olacak… Yani; ihtiyaç duyduğumuz rahmet kapılarının açılması çok yakın…

Peki bu hayır kapılarına varabilmek için ne yapmalı?

Bizi manevi olarak yoran günahlarımızı tespit etmeli, eksikliğini hissettiğimiz salih amelleri belirlemeli, Ramazan’a ihtiyaçlarımızın farkında olarak girmeliyiz. Rabbimizin açtığı sayısız rahmet kapısından hangisi önünde duracağımıza, sözlü ve fiilî duayla hangi kapıyı zorlayacağımıza dair program belirlemeli, bu ilahi lütuftan mahrum olmamayı hedeflemeliyiz.

Duymuşsunuzdur, bazı selef alimleri yıl boyu “Allah’ım! Bizi Ramazan’a eriştir.” diye dua eder; Ramazan’a erişince de “Bizi Ramazan’a eriştiren Allah’a hamd olsun.” derlerdi. Bu dua, kulluk fıkhını anlamış ve ilahi fırsatlar konusunda hassas bir kalbin niyazı olsa gerek. Zannımca onlar, bu duayla Ramazan’a manevi hazırlık yapıyor, unutan ve bıkan nefsi istikamet üzere tutuyorlardı. Şöyle düşünebiliriz; bir yıl sonra bir misafirimiz gelecek ve biz her gün o misafirin gelişini düşünüyoruz. Kalp, zihin, beden, duygular… bu düşünceden/hatırlatmadan bir şey öğreniyor: Misafir çok önemli; iyi hazırlanmalı ve iyi ağırlamalı!

Yine bu dua, Selef’in Ramazan’ın değerini anladıklarını gösteriyor. Dikkat ederseniz “bildiklerini gösteriyor” değil, “anladıklarını gösteriyor” dedim. Çünkü Ramazan’ın çok değerli olduğunu hepimiz biliyoruz. Ancak değerini anlayanlarımız çok az. Ramazan da onun değerini anlayanlar için bir rahmet, bilenler için değil.

Selefin Ramazan’a bu denli değer vermesinin gerekçelerinden birini paylaşmak istiyorum: Talha (ra) anlatıyor:

“Beraber Müslim olmuş iki adam Allah Resûlü’ne geldiler. Onlardan biri ibadet hususunda diğer arkadaşından daha çalışkandı. İbadetlere düşkün olanı bir savaşta şehit oldu. Diğer arkadaşıysa bir yıl sonra vefat etti. Onun vefatından sonra bir rüya gördüm. Kendimi cennetin kapısında gördüm. Vefat eden iki arkadaş da oradaydı. Cennetten biri çıktı ve ikinci vefat edeni cennete girmesi için çağırdı. Sonra şehit olanı girmesi için çağırdı. Bana döndü ve ‘Senin henüz zamanın gelmedi.’ dedi.

Talha bu rüyayı insanlara anlattı. İnsanlar şehidin cennete arkadaşından sonra girmesine şaşırdılar ve rüyayı Allah Resûlü’ne sordular.

— Neden şaşırdınız?

— İbadet konusunda daha çalışkan ve şehit olan cennete arkadaşından sonra girmiş!

— Cennete ilk giren, arkadaşından bir sene sonra vefat etmedi mi?

— Evet.

— Ramazan’ı idrak edip orucunu tutmadı mı?

— Evet.

— Bu sürede Allah’a secde etmedi mi?

— Evet.

— İkisinin arasındaki fark, yer ile gök arasındaki fark kadardır.” [1]

Ramazan ayına dair bir hatırlatma daha yapmak istiyorum: Bir köşeye oturup düşünün. Bir önceki Ramazan’da aramızda olup, bu Ramazan aramızda olmayan/olamayan kimler var? Allah (cc) rahmetiyle muamelede bulunsun, vefat eden kardeşlerimiz bu yıl bizimle olamayacak. Oruç tutamayacak, gece kıyamına katılamayacak, hatim yapamayacak. Bir şehidi dahi geride bırakan Ramazan’ın rahmet ikliminden faydalanamayacaklar. Ecel o kardeşleri buldu, biz yaşıyoruz. Bizi de bulabilirdi. Bunu düşünerek Ramazan’a girelim. Mümkünse “Bu, son Ramazanım olsaydı ne yapardım?” duygusuyla Ramazan’ı tamamlamaya çalışalım.

Son olarak; Ramazan’ın “fetihler” ayı olduğunu unutmayalım. Tarihin akışına müdahale eden ve tarihi yeni bir mecraya sokan zaferlerin neredeyse tamamı Ramazan’da elde edilmiştir. Zira Ramazan; dualara icabet edilen, amellerin bereketlendiği, ilahi rahmetin sağanak olup yağdığı, kalplerin inceldiği, nefislerin arındığı bir aydır. Yani ilahi yardım vesilelerinin çoğaldığı, yardıma engel hâllerin/masiyetlerin asgariye indiği bir aydır. Bu ayda çokça dua edelim. İslam’ın ve Müslimlerin zaferini isteyelim Allah’tan… Dua bekleyen kardeşlerimizi unutmayalım… Genel dualardan ziyade, isim vererek özel duada bulunalım. Allah katında duamız kadar kıymetliyiz, duayla kıymetimizi arttıralım:

“De ki: ‘Şayet duanız olmasaydı Allah katında bir kıymetiniz olur muydu?’ ” [2]

Soru: Âlimler için kullanılan “Âllame-i Cihan (cihanın en çok bilgili olanı), Feridu’l Zaman (zamanın biriciği), Şeyhu’l İslam (İslam’ın şeyhi), Bediüzzaman (zamanın benzersizi), Kâdı’l Kudat (kadılar kadısı)” vb. lakaplar İslami açıdan doğru mudur?

 

İslam iki çeşit lakabı/ismi hoş görmez:

a. İnsanın kâmil olduğuna delalet eden lakaplar/isimler:

“Allah indinde en çirkin/fahiş/buğzedilen isim ‘Meliku’l Emlak/Mülklerin Meliki’ diye isimlenen insanın ismidir.” [3]

İnsanın kâmil ve eksiksiz olduğunu ima eden bu tip isim/lakap/takılardan sakınmak gerekir. Bu, yüce Allah’ın isimlerine mana yönünden benzemek çabası olduğundan, Allah katında çirkindir ve Allah (cc) bu fiilin sahibine öfkelenir.

Rivayet olunur ki İbnu’l Cemaa’nın kadı olan babası vefat eder. Rüyasında babasını görür. Hâlinden sual eder. Babası durumunun iyi olduğunu fakat dünyada kendine verilen “Kâdı’l Kudat/kadılar kadısı” lakabından dolayı eziyet gördüğünü söyler. İbnu’l Cemaa (rh) şer’i mahkemeye gider ve mahkeme sicillerinden bu lakabın silinmesini rica eder. Ricası üzerine silinir.

b. Sahibini tezkiye eden isimler:

“Zeyneb’in ismi ‘Berre/çokça iyilik yapan’ idi. Denildi ki ‘Bu isimle kendini tezkiye ediyor.’ Allah Resûlü onu ‘Zeyneb’ diye isimlendirdi.” [4]

Bir rivayette, Berre ismini kullananları şöyle uyardı:

“Nefislerinizi temize çıkarmayın. Allah, sizden iyilik sahiplerini en iyi bilendir.” [5]

Maalesef bugün bile birçok âlim “kadılar kadısı” diye isimlendiriliyor. Bunun gibi Bediüzzaman, Vahidu’l Dehr, Feridu’l Zaman, Şeyhu’l İslam, Seyyidün’nas, Âllame-i Cihan, Huccetu’l İslam gibi lakaplar da aşırılıktan sakındıran İslam’a rağmen hâlâ kullanılıyor.

Oysa zamanın Bedi’ de, zamanın Vahidi de, insanların efendisi de, cihanın âlimi de, İslam’ın hücceti de âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. Allah Resûlü’nden sonra bu ümmetin en faziletlileri olmalarına rağmen, sahabiler dahi Şeyhu’l İslam vb. lafızlarla anılmamıştır.

Çoğu zaman bu lakap, verildiği insana şer’i bir zırh gibi oturur. İnsanlar onun hatasını görmez. Görenler de söylemeye cesaret edemez. Zira “Sen kimsin ki Şeyhu’l İslam/Huccetu’l İslam/Bediüzzaman hakkında konuşuyorsun.” itirazıyla karşılaşması an meselesidir. Allah Resûlü’nün (sav) şu sözünü hatırlayalım:

“Aman ha! Aşırılıktan sakının. Sizden öncekileri ancak aşırılık helak etmiştir.” [6]

Soru: Kıymetli hocam! Bu ayki yazınızda 31 Mart seçimlerini değerlendirebilir misiniz?

 

31 Mart seçimleri “Demokrasi ne işe yarar?” sorusuna iyi bir cevaptır. Her zaman söylediğimiz gibi demokrasi, acıkan ve kan şekeri düşen demokratların yediği helvadan bir puttur. 31 Mart seçimleri bir daha gösterdi ki; demokrasi çoğunluğun azınlığa değil, güçlünün zayıfa hükmettiği bir yönetim biçimidir. İslam’a aykırılığı bir yana, kendi içinde bu denli tutarsız başka bir düzen yoktur. Şöyle düşünün: İki genç var. Biri özel okullarda, özel hocalar nezaretinde, sosyal ve kültürel tüm ihtiyaçları karşılanmış olarak yetişiyor. Bir diğer genç tıkış tepiş sınıflarda, kenar bir mahallede hem okuyup hem çalışarak, sosyal ve kültürel hiçbir ihtiyacı karşılanmamış olarak yetişiyor. Lise bitince, devlet ikisini de aynı sınava sokuyor. “Buyrun yarışın, eğitimde eşit fırsat.” diyor. (Keşke bu hayalî bir misal olsaydı, maalesef hayatın gerçeği.) Demokrasi denilen tutarsız sistem bundan farksız. Biri devletin tüm imkânlarını kullanıyor, arkasında devasa bir sermaye gücü var, devletin resmî kanalı da dahil medyanın %90’ı ona çalışıyor, devletin istihbaratını seçim gönüllüsü gibi kullanıyor, aleyhine olabilecek her şeyi bağımsız (!) yargı eliyle engelliyor… Karşısındaki irili ufaklı partiler ise, bu imkânların tamamından mahrum… Bunun adı adil/şeffaf/eşit seçim oluyor! Kaldı ki güçlü olan, bu seçimden çıkan sonuca dahi razı olmuyor… İşte bu garabete “demokrasi” diyorlar.

31 Mart seçimleri demokrasinin bu tutarsızlığını bir daha faş etti. Etmemiş olsaydı dahi bizim açımızdan bir şey değişmezdi. Zira “Egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır.” ilkesine başkaldırıp “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” diyen bir düzen, bize göre cahiliyedir. Biz muvahhidler olarak on dört asır önce, cahiliyenin her türünü ayaklarımız altına aldık. Demokrasi de şer’an, aklen ve insani olarak bizim ayaklarımız altındadır.

Seçim sonuçlarına gelince;

Erdoğan’ın sabık beyanları esas alınacak olursa, 31 Mart seçimleri AKP için hezimetle sonuçlanmıştır. Çünkü Erdoğan’a göre, İstanbul’u alan Türkiye’yi kazanmış, kaybeden Türkiye’yi kaybetmiştir. İktidar partisi İstanbul’u kaybetmiştir. Aldığı oyla, sahip çıkmayı beceremediği sandıklarla, kendi sandık görevlilerini suçlayan üslubuyla, bağımsız (!) yargıya verdirttiği çelişkili kararlarla kaybetmiştir. Bugün seçim tekrarlansa AKP %90 oyla İstanbul’u alsa, toplum vicdanında yine kaybetmiş kabul edilecektir.

Şunu görmek zorundayız: AK Parti, Cemaat’le mut’a nikahını bitirdiğinden bu yana, kan kaybediyor. Evet, girdiği seçimleri kazanıyor ama oy kaybediyor. İlk zamanlar bunun iki temel nedeni vardı:

– Cemaatin gayrimeşru işlerini ifşa ederken, AKP’nin meşru olmayan işlerini de ifşa etmiş oldu. Zira Cemaat, söz konusu tüm usulsüzlükleri Erdoğan’ın tanıdığı imkânlarla yapmıştı. Erdoğan’ın itirafıyla “Ne istediniz de vermedik?” ortaklığı vardı. Şayet Cemaat, AK Parti’ye dokunmasa, bu usulsüzlükler ve cerrah titizliğiyle icra ettiği zulümler devam edecekti. Toplum şunu anladı: Cemaat zalimdir ama bu zulmün sebebi ve baş ortağı AKP’dir. El-hak, toplum doğru anlamıştır.

– Cemaatle mücadele ederken, Cemaat’e benzedi. FETÖ ile mücadeleyi, her türlü muhalifle mücadele sürecine çevirdi. İktidarı eleştiren kim varsa hepsini FETÖ’cü diye, medya eliyle itibarsızlaştırıp yargı eliyle cezalandırdı. Hiçbir delile dayanmadan on binlerce insanın işine son verildi. Mut’a nikahıyla ilişki kurduğu (çoğunluğu Kemalist veya kabirperest) kadrolar, elleri değmişken beğenmedikleri herkesi cezalandırmaya başladı. Toplum şunu anladı: AKP, müsebbibi olduğu FETÖ zulmünü, müsebbibi olduğu yeni zulüm şebekeleriyle, her türlü zulmü meşru görerek defetmeye çalışıyor. El-hak, toplum doğru anlamıştır.

Bu iki sebebin bir araya gelmesiyle AKP, 7 Haziran 2015 seçimlerinde ilk hezimetini yaşadı. Toplumu tehdit etmeye başladı. “Ben yoksam istikrar yok.” dedi. Bu tehditlerin ardından Türkiye’de bombalar patladı. 1 Kasım’da seçimler yenilendi. AK Parti seçimi kazandı.

AKP, bir sonraki seçimlere MHP, BBP, Hüdapar vb. partilerin ittifakıyla girdi. Seçimi zahiren AKP kazandı. Ancak hepimiz biliyoruz ki, kazanan AKP değil bombalar ve farklı partilerle kurulan ittifaktı.

Evet, AKP her geçen gün kan kaybediyor. Böyle giderse kaybetmeye de devam edecek. Çünkü kaybetme sebepleri orta yerde duruyor. Erdoğan ve AKP bu sebepleri görmemeye kararlı bir görüntü çiziyor. Gör(e)müyor, gör(e)mediği gibi görenleri de –yapıcı eleştiri yapsalar dahi- kabul etmiyor, FETÖ’cü/PKK’lı/Kraliçe’nin adamı/proje diye etiketliyor. Hâliyle, kan kaybetmeye devam ediyor. AKP, gerçekçi bir yaklaşımla sorunlara eğilmez ve şu anki hatalı tutumunu sürdürürse kan kaybetmeye de devam edecek. Bir zaman sonra ne imdada yetişen örgüt bombaları ne ittifaklar ne de komplo teorileri düşüşü engelleyecek.

AKP’ye kan/oy kaybettiren sebepler

Adalet: Cemaat kadroları yargıdan tasfiye edildi. Ancak Cemaati zalimleştiren ve yargıyı çürüten zihniyet tüm sefaletiyle devam ediyor. İnsanlar cemaat yargısını lanetlemeye devam ediyor ama şunu da ekliyor: “Onlar kitabına uydurup zulmediyordu. Şimdikiler ona dahi gerek duymuyor.” Adalet, yerin ve göğün kendisiyle ayakta durduğu esastır. Adalet yoksa huzur yoktur. Adaletin olmadığı bir toplum savrulur. Bu savrulmanın boyutlarını “her şeyi bilen” parti liderleri dahi kestiremez. Tabelaya “adalet” yazmakla adil olunamayacağını anlayıp, köklü bir adım atılmazsa, yalnızca sandıkta değil, gerçek hayatta da bu durum AKP’yi yıpratacak.

Ekonomi: AKP, enkaz olarak devraldığı Türkiye ekonomisini, on yıl içinde imrenilecek bir noktaya taşıdı. Ancak bu, sürdürülebilir bir başarı değildi. Çünkü;

– Ekonomiyi canlandıran dış kaynakları üretime değil betona gömdü. Kalıcı projeler geliştirip uzun vadeli hesaplar yapmadı. Bir ekonomiyi ekonomi yapan tarım, hayvancılık ve sanayi gibi alanlar ihmal edildi. İhmal edilmekten öte dışa bağımlı hâle getirilerek kötürümleştirildi.

Hem ülkeyi hem de partiye yakın olanları, aynı anda kalkındırmak istedi. Yolsuzluk, ihalede fesat, rüşvet, iltimas… AKP kadrolarının kendisiyle anıldığı, vakıa-i adiyeden şeyler oldu. Partililer dahi bu cürümleri inkâr etmiyor artık. Sadece “Bunları konuşmanın zamanı değil.” diyorlar. Yolsuzluk ve hırsızlığı zımnen kabul etmiş oluyorlar. Bir kısmı da “Hep başkaları mı çalacak, biraz da bunlar çalsın.” diyor. Hırsızlık ve yolsuzluğu meşrulaştırmış oluyor. Maalesef tabandan tavana bu yozlaşma hâli, herkes tarafından kabul ediliyor ama adım atılmıyor.

Muhafazakâr kesime hitap eden AKP, İslami bir dil oluşturmadı. Sürekli ekonomik vaatlerde bulundu/bulunuyor. Oysa Er-Rezzâk olan Allah’tır; dilediğine rızkı genişletir, dilediğine daraltır… Allah (cc), rızkı daraltacak olsa Erdoğan ne yapacak, ne yapabilir? Sadece kendi iddiasından vurulmuş olur, vuruluyor da.

AKP zenginleştikçe halktan koptu. Kur’ân’ın ifadesiyle müstekbir ve mutref (şımarık zengin) insanların diliyle konuşmaya başladı. Israrla “kriz miriz yok” üslubunu sürdürüyor, kuyruklara “varlık kuyruğu” diyorlar. Doğrudur, AKP’lilerin saraylarında ve saray yavrusu evlerinde “kriz miriz yok” ve gözle görülür bir “varlık” durumu var. Yakında “Ekmek yoksa pasta yesinler.” ya da “Domates/soğan yoksa havyar yesinler.” derlerse şaşırmayacağız.

Beka sorunu: 2015 seçimlerinden bu yana AKP, devletin bir beka sorunu olduğunu iddia ederek toplumu kenetliyor. Şu bir gerçek; uzun yıllar terörle iç içe yaşamış ve şu anda devlet mekanizması işlemeyen ülkeleri yakından izleyen bir halkta bu söylem karşılık buluyor. Ancak bu sürdürülebilir bir kenetlenme hâli değil. Çünkü;

Muhafazakâr kesime hitap ettiğini düşünen bir partinin, Allah’ın (cc) sıfatı olan “Beka” gibi bir problemi olmaz. “Devletu’l bâkiye”, “Devlet-i ebed müddet” vb. kavramlar, devleti putlaştıran zihniyetlerde karşılık bulabilir, İslami bir muheyyile de asla! İslam’a göre devletlerin de bireyler gibi bir eceli vardır; yaşar ve ölürler. Baki olan yalnızca Allah’tır.

Beka söylemi, toplumun güvenlik kaygısını tetikler ve bir yere kadar kenetleyici olur. Şu kadarı var ki; korku ve kaygıyla yaşanmaz. Bu, toplumsal bir stres hâli oluşturur. Siz korkuyla toplumu terbiye ederken, muhalifleriniz huzur vadediyorsa, insanlar huzur seçeneğini denemek isteyebilir. Bu da size kaybettirir. Türkiye’de olan biraz da budur.

Mağdur etme: AKP’ye on yedi yıl kesintisiz seçim kazandıran sebeplerden biri, uğradığı haksızlıklardı. Çünkü bu topraklarda mağdur olduğunuza inanılıyorsa destek bulursunuz. Fakat AKP son beş yıldır kendinden olmayanları mağdur ediyor. Önceden mağduriyetleri Cemaat’e fatura edip işin içinden çıkabiliyordu. Şu an hem iktidar hem de muktedir(!) olduğundan tüm mağduriyetler AKP’ye fatura ediliyor. AKP; ekran yasağı koyarak, engelleyerek, gereksiz sataşmalarda bulunarak, geçmiş defterleri kurcalayarak… muhaliflerini mağdurlaştırdı. Mağdurlaştırmaya da devam ediyor. İnsanlar da AKP mağdurlarına destek veriyor.

Sözün özü: AKP (özü gür olmasa da) özgür bir partidir. Düşüşünü “dış güçler” veya “üst akıl” kavramlarıyla açıklayabilir. Hatta bir adım ileri gidip kendi sandık görevlilerini FETÖ’cü olmakla, organize bir suç şebekesiyle iş birliği yapmakla suçlayabilir. Bu söylemler, günü kurtarabilir de. Ancak akleden kalplerde, yaşayan vicdanlarda ve reel politikada hiçbir karşılığı olmaz. Beka söylemi ve ittifaklarla iktidar bir müddet daha sürdürülebilir. Mezkûr sorunlar (ve daha fazlası) görülmez ve gerçekçi çözümler bulunmazsa, düşüş devam eder.

Soru: Hocam, tevhidi kabul eden birçok kardeşimiz, ilk zamanlarda çevresine karşı çok öfkeli ve hikmetsiz davranabiliyor. Sonra pişman oluyor. Bu durumun önüne geçmek için ne yapabiliriz?

Maalesef bu bir vakıa. Zannımca bunun iki temel sebebi var:

1. Öfke: Cahiliyeyi terk edip İslami bir hayat tercih eden insan, yoğun manevi duygular yaşıyor. Öyle bir huzur duyuyor ki, tüm insanların bu huzurdan nasiplenmesini istiyor. Davet/Tebliğ yapmaya başlıyor. İnsanların ilgisizliğini görünce şaşırıyor. Çoğu zaman öfkeleniyor! Allah Resûlü’nün (sav) “Kızma!” öğüdüne muhatap sahabinin[7] dediği gibi: “Öfke tüm şerri toplayan bir duygudur.” [8] Öfke hâliyle yaptıkları hem kendine hem de temsil ettiği davaya zarar veriyor.

2. Tecrübesizlik/Hikmetsizlik: Yeni bir Müslim, tecrübesizdir. Yaptıklarının neye mâl olacağını kestiremez. İyi niyetle yanlış şeyler yapar. Olumsuz tepkiler alır. Zamanla öğrenir, tecrübe edinir, yanlışının farkına varır.

Ne yapmalı?

Tevhidi kabul eden kardeşlerle, daha yolun başındayken konuşup onlara tavsiyelerde bulunulmalı.

Yeni kardeşlere, yapılmış yanlışlardan örnekler verilerek, hassasiyet ve farkındalık kazandırılmalı. Sözlü de olsa tecrübe aktarımına dikkat edilmeli.

Sorumluluklar hiyerarşisi iyi öğretilmeli. Önce öğrenmesi gerektiği (ilim/bilgi), sonra yaşaması gerektiği (amel/temsil), daha sonra davet yapması gerektiği anlatılmalı.

Unutulmamalıdır ki insanlar, duyduklarını değil gördüklerini önemserler. İslam, bir insanın yaşantısında, ahlakında, çalışkanlığında… değişiklik yapmalı. İslam olduktan sonra daha düzenli, ana babasına daha saygılı, eş ve çocuklarına daha ilgili, ticaretinde daha dürüst bir insan olmalı. İnsanlar, olumlu bir değişiklik görmeli ve bunun tevhid akidesinden kaynaklandığını bilmeli. En iyi tebliğ, güzel temsildir. Davasını iyi temsil eden, en büyük tebliği yapmış olur. Ayrıca şuna dikkat edilmeli: Davet/Tebliğ, namaz gibi oruç gibi öğrenilmesi gereken bir ameldir. Çünkü Allah rastgele bir davet değil, basiret üzere bir davet olmasını istiyor bizden.

“De ki: ‘İşte bu, benim (biricik) yolumdur. Ben ve bana tabi olanlar (neye, niçin ve nasıl olacağını bilerek, programlı ve düzen içinde) basiret üzere Allah’a davet ediyorum/ediyoruz. Allah’ı tenzih ederim. Ben müşriklerden değilim.’ ” [9]

Daveti; sabır, teenni ve iyi bir gözlemle öğrenmek gerekir. Bu noktada tecrübeli/eski kardeşler, henüz İslam olmuş/yeni kardeşlerle ilgilenmeli, ilk günden onlara hayırlı tavsiyelerde bulunmalı; sabırlı olmayı ve teenniyle hareket etmeyi, sorumluluklar hiyerarşisini (ilim/amel/davet) iyi anlatmalıdırlar. Davetin/Tebliğin bu sıralamadaki yerini zihinlere iyice yerleştirmelidirler. Allah’ın (cc) yardımı, eskilerin yönlendirmesi ve yenilerin özverisiyle birçok hata asgariye düşecektir.

Soru: Hocam, “Yaptığınız her hizmet; bir öncekinin devamı ve bir sonrakinin hazırlığıdır.” sözünü çok duydum sizden. Bu sözü açabilir misiniz?

İslam’a hizmet alanında bir iş yaptığımızda, şunu bilmeliyiz: Ben, bir yapının içinde, belli bir hedef gözetilerek, öncesi ve sonrası olan bir iş yapıyorum. Neden? Çünkü İslami çalışma bir yürüyüş gibidir. Bizden önce atılmış bazı adımlar var. Bizden sonra da yeni adımlar eklenerek yürüyüş sürecek. Yaptığımız hizmeti bu yürüyüşteki adımlara benzetirsek, öncesiyle uyumlu ve sonrasına yardımcı bir adım atmak zorundayız. Burada kilit kavramlar uyumlu ve yardımcı olmaktır. Bunları açıklamaya çalışayım:

Uyumlu adım: Adımlarımızın öncesiyle uyumlu olabilmesi için, cemaatin menhecini iyi bilmeliyiz. O menhece uygun bir şekilde işimizi yapmalıyız. Böylelikle iş yapan sorumlular değişse de uyum bozulmaz. Bu da işin kalitesine yansır, ihsan üzere bir hizmet yapılmış olur. Örneklerle açıklayacak olursam:

Cemaatte asıl olan insanların sorunlarıyla birebir ve yüz yüze ilgilenmektir. Bunun da belirlenmiş yeri ve zamanı vardır. Örneğin, “İnsanların sorunlarını öğlen namazı sonrası ve on beş dakikayı geçmemek kaydıyla dinleyeceğiz.” dedik. Bunu bir kural/menhec olarak kabul ettik. Siz, bu kuralı çiğniyor ve herhangi bir zamanda ayaküstü insanları dinliyorsunuz. Ya da saatlerce oturup muhabbet ediyor, belirlenmiş süreyi aşıyorsunuz. Sizden önce çalışmış kardeşiniz tam tersini yapmış… Ayaküstü konuşmak isteyenleri, üslubuna uygun bir şekilde, belirlenmiş zamana ertelemiş. Zamanı gelince de belirlenmiş süreye riayet ederek dinlemiş. Sizce ne düşünür insanlar? İşini yapan kardeşimizin kibirli, sert, soğuk bir insan olduğunu düşünür! Ya da sizin gevşek, usulsüz, cıvık bir insan olduğunuzu! Buna hakkınız var mı? Bir de bu insanların yeni olduğunu ve henüz ilk eğitimlerini tamamlamadıklarını düşünün! Onlara bir ömür sıkıntı çekecekleri menhecî bir sapkınlık aşılamış oldunuz. Hiç kimsenin ne kendine ne kardeşlerine ne de hizmet ettiği davaya, düşüncesizce zarar verme hakkı vardır.

Ya da şöyle düşünün: “Din nasihattir.” diyen ve “birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenlerin” kurtuluşa erdiğini haber veren bir dinin mensuplarıyız. Hâliyle çalışmalarımızın aslını “nasihat/öğüt” anlayışı oluşturuyor. Bir kardeşimiz, insanlara nasihat etmiyor, edemediğini söylüyor. Yani belirlenmiş kuralların dışına çıkıyor. Bu, usulsüzlük olması yanında, beraber çalıştığı kardeşlere de zarar veriyor.

Çünkü; nasihate alışmış bir insana, nasihat edilmediğinde rahatsız olur. Acaba nasıl büyük bir cürüm işledim ki, benden yüz çevrildi, diye düşünür. Kimisi eski hocasıyla yenisini kıyaslar. Kalbi hastalıklıysa eskisinin kendine zulmettiğini, yeni hocasının daha anlayışlı olduğunu iddia eder. Ya da sonradan gelen biri ona nasihat edecek olsa; eski hocasının nasihat etmediğini ileri sürer, nasihatten rahatsız olur.

Şu bir gerçek; nasihat dinlemekten rahatsız olanlar, herkesi kendileri gibi düşündüklerinden, nasihat etmekten de hoşlanmazlar. Bu, bir kalp hastalığı ve ubudiyet illetidir. Böyle bir insanın, nasihati esas alan bir yapıda bulunması bir sorun, görev alması daha büyük bir sorundur. Zira bu, o insanın ne kendini ne de davayı tanıdığını gösterir. Kendinden önce çalışmış arkadaşlarına ve kardeşlerine verdiği zarar da cabası.

Yardımcı adım: Yapılan her iş, bir sonraki işin ön adımıdır. Biz olmasak da o iş başkaları tarafından yapılacak, gelişerek devam edecektir. Yaptığımız işi, bizden sonra gelecek olanlara yardımcı olacak şekilde, bir düzen ve tertip içinde yapmalıyız. Bu da dosyalama ve arşivlemeyle mümkündür. Örneğin, bir iftar organizasyonu yapıyoruz ve sorumlu biziz. İşi yaptıktan sonra kardeşlerimizle oturmalı, bir değerlendirme toplantısı yapmalı ve sonuçları kayıt altına almalıyız. Kaç kişilik bir organize olduğu, yaptığımız alışveriş, mekânın kalitesi, davetli profili ile amaçlanan hedefin uygunluğu, organizasyonun güzel yönleri ve eksik yönleri… Bunları güzelce kayıt altına alıp paylaştığımızı düşünün. Bir sonraki yıl, bu işi yapacak kardeşlerimiz, bu tecrübeden yararlanıp aynı hatalara düşmeyecek, ihsan üzere bir organizasyon yapacaktır. Aksi hâlde, sürekli aynı hatalar tekrar edecek, İslam’a ve Müslimlere yakışmayan kalitesiz ve uyumsuz işler ortaya çıkacaktır.

Bu ay bu kadarla iktifa ediyor, sizleri Allah’a emanet ediyorum. Selam ve dua ile…

 

[1] . Ahmed, 1403, İbni Mace, 3925.

[2] .25/Furkân, 77

[3] .Buhari, 6206; Müslim, 2143.

[4] .Buhari, 6129; Müslim, 2141.

[5] .Müslim, 2142.

[6] .Nesai 3057, İbni Mace 3029, Ahmed 1851.

[7] .Buhari, 6116.

[8] .Ahmed, 23171.

[9] .12/Yûsuf, 108

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver