Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…
Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun. Rabbim seni hayır ve selamet içinde kılsın. Geride bıraktığın Ramazan’ı afv ve bağışlanma, karşıladığın bayramı senin ve İslam ümmeti hakkında hayırlı ve mübarek eylesin.
Süleyman’ı aleyhisselam bilirsin. Allah subhanehu ve teâlâ onu Kur’an’da ilim ve anlayışlı olmakla zikretmiş ve övmüştür:
“…Biz meseleyi Süleyman’a fehmettirdik…” (21/Enbiya, 79)
“Andolsun biz Davud’a ve Süleyman’a ilim verdik…” (27/Neml, 15)
Allah subhanehu ve teâlâ Süleyman’a aleyhisselam mülk verip, onu insanlar, hayvanlar ve cinler topluluğundan sorumlu kılınca Süleyman bu durumu şöyle anladı:
“…Bu, Rabbimin benim üzerimdeki fazlıdır. O, şükredenlerden mi olacağım yoksa nankörlerden mi; bunu görmek için beni imtihan ediyor… Kim şükrederse nefsi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse, şüphesiz benim Rabbim El-Ğaniyy ve El-Kerim olandır…” (27/Neml, 40)
Şayet Rabbin seni İslam davası adına sorumluluk almak ve bu şerefli davaya hizmet etmekle şereflendirmişse bu satırlarda senin de payın vardır.
İlim ve anlayış sahibi Süleyman’ın aleyhisselam öğüdü kulaklarında çınlamalı, günlük yaşantının unutulmazları arasında olmalıdır.
Yani sen sorumluluk almakla imtihandasın. Rabbin seni deniyor. Bu imtihanın şükredenlerinden olursan, bu senin iyiliğin içindir. Şükretmez ve nankörlerden olursan sadece nefsine zarar verirsin. Seni imtihan eden El-Kerim olan Allah’tır. Bugün sana lütfedip, ihsan ve keremiyle İslam’a hizmet etme şerefi nasip etti. Sen buna nankörlük edersen, bunu senden alıp, bunu hak eden ya da imtihan sırasını bekleyen başka bir kula verecektir. Ayrıca O subhanehu ve teâlâ El-Ğaniyy’dir, zengindir. Ne sana, ne de şükrüne ihtiyacı yoktur.
Sen O’na subhanehu ve teâlâ şükredip O’nu layıkıyla övmesen dahi, O’nu hamd ile tesbih eden sayısız kulları vardır. Senin O’na muhtaçlığın ve O’nun senden ve âlemlerden müstağni oluşunu şu ayetler ne de güzel anlatıyor:
“Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan sizsiniz. Zengin ve övülmeye layık olan ancak O’dur. Allah dilerse sizi yok eder ve yerinize yeni bir halk getirir. Bu da Allah’a güç bir şey değildir.” (35/Fatır, 15-17)
Seninle paylaşmak istediğim mesele ise; ne yaptığımızda şükredenlerden olacağımızdır. Biliyorum ki ne sen ne de başka bir Müslüman, kendisine verilen bir nimetin imtihanında nankörlerden olmak istemez. Şimdi beraberce şükredenlerden olmanın yolunu araştıralım.
1. Sorumluluğun Allah’tan ve O’nun Fazlından Olduğunu Bilmek
Bir nimete şükrün birinci adımı; farkındalıktır. İnsanın, Allah’ın umumen her nimetin sahibi olduğunu ikrar ettiği gibi; hayatın içindeki hususi nimetleri de fark edip, bunun şuurunda olmasıdır.
Süleyman aleyhisselam ne güzel demişti, mülk ve sorumluluk nimeti için:
“…Bu, Rabbimin fazlındandır.”
Bu satırları okurken ‘hamd olsun’ dediğini duyar gibi oluyorum. Hepimiz bu nimetlerin Allah’tan subhanehu ve teâlâ olduğunu biliyor ve ikrar ediyoruz, diyorsun. Ben, acele etme derim. Daha kelamın dibacesindeyiz!
Sen de biliyorsun ki İslam, alametler dinidir; iddialar dini değil. Yani ‘hamd olsun’ ya da ‘ben bunun Allah’tan subhanehu ve teâlâ olduğunu biliyorum’ demekle iş bitmiyor.
Sana umumi bir kaide söyleyeceğim… Bir şeyin Allah’tan mı, insanın nefsinden mi kaynakladığını ayrıştırıcı bir kaide. Dua ve ihlas. Evet, dua ve ihlastan başkası değildir bu kaide. Bir insan, hayatında olan bir şeyin Allah’tan subhanehu ve teâlâ olduğunu hakkıyla kabul ediyorsa, o şeyi duayla koruma altına alır. Bunda şaşılacak bir durum yoktur aslında. Şayet hayatındaki sorumluluk nimeti Allah’tansa subhanehu ve teâlâ, onu koruması, seni ona ehil kılması, onu dünya ve ahiretine hayırlı kılması için başvuracağın melce; Allah subhanehu ve teâlâ olacaktır.
Yok, o nimeti kendinden bilip, gizli bir Karun’luk havasına ve kibrine kapılmışsan, o işe dair beklentilerin nefsinden olacaktır. Bunun ilk tezahürü de duayı terk etmendir.
Şimdi, nefislerimizi kontrol edelim! Biz Süleyman aleyhisselam gibi bu nimetin Allah’ın subhanehu ve teâlâ fazlından olduğuna mı, yoksa Karun gibi bunu hak ettiğimize, bizdeki özelliklerden dolayı bunu elde ettiğimize mi inanıyoruz?
Örneğin; Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem hidayetin Allah’tan olduğunu ikrar ediyordu. Bundan dolayı O’nun en çok yaptığı dua:
“Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım! Kalbimi dinin üzere sabit kıl.” (Müslim, Tirmizi) duasıydı.
Mesela, Süleyman aleyhisselam mülk ve sorumluluğun Allah’tan subhanehu ve teâlâ olduğuna, bunun O’nun fazlı ve ihsanı olduğuna inanıyordu. Onun için şöyle dua ediyordu:
“(Süleyman) onun sözünden dolayı gülümsedi ve dedi ki: ‘Ey Rabbim! Beni, gerek bana gerekse ana-babama verdiğin nimete şükretmeye ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya muvaffak kıl. Rahmetinle, beni iyi kulların arasına kat.’ ” (27/Neml, 19)
Karun ise kendine verilen mal nimetinin Allah’tan olduğuna inanmıyordu. O, bu nimeti; zekası, çalışması ve bilgisiyle elde ettiğine inanıyordu. Onun için de şöyle diyordu:
“Karun ise: ‘O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi’ demişti. Bilmiyor muydu ki Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok taraftarı olan kimseleri helâk etmişti. Günahkârlardan günahları sorulmaz (Allah onların hepsini bilir).” (28/Kasas, 78)
Sakın nankörlerden olma! Sakın kibre kapılma! Allah’a karşı tekebbür etmenin, nefsi ve hevayı ilah edinmenin en açık alameti, duayı terk etmektir. Duayı terk, kulluğu terktir. İnsanın kendini ve işlerini Allah’tan, O’nun yardımı ve beraberliğinden müstağni görmesidir. ‘İşlerimi ıslah etmem için senin yardımına ihtiyacım yok’ ilan-ı küfrünün belirtilerindendir.
Duaysa kulun, kulluğunu itirafıdır. Allah’ın gücünü, kendinin acziyetini, O’nun şanının yüceliğini, kendinin O’na karşı zilletini ilan etmesidir. Her şeyinin O’ndan olduğunun, O’nun fazlı ve keremi olarak kula ulaştığının kabulüdür dua.
Bir diğer belirleyici unsur ihlastır. Şayet bir şey Allah’tansa subhanehu ve teâlâ ve biz buna yakinen inanıyorsak, onun dönmesi gereken yer de Allah olmalıdır. Şunu söylemek istiyorum. Örneğin; sen bana bir görev verdin. Benden her sabah işyerini açıp, akşam olunca da kapatmamı istedin. Bunun karşılığı olarak da bana bir ücret/nimet verdin. Daha sonra beni kontrol ettin ve gördün ki ben, esnafın gözüne girip bana ‘ne kadar çalışkanmış’ demeleri için onların işyerlerini açıp kapamış, seninkini ihmal etmişim… Sonra sen bana soruyorsun: ‘En iyi ücreti kim veriyor? Kimin razı edilmesi gerekir? Burada en büyük fazilet ve ihsan sahibi kimdir?’ Ben ağzımı doldurarak ve göğsümü gererek ‘sen’ diyorum. Bu söz koca bir yalandan başka bir şey değil midir?
Madem bu nimetin sahibi Allah’tır, öyleyse kulluğunu O’na yapmalı, O’nun rızası için çalışmalısın. İnsanların beğenisini kazanmak, ‘ne çalışkanmış’, ‘ne kadar güzel hizmet ediyor’, ‘her şeyiyle davaya adanmış’ vb. sözlerini duymak için çalışıyorsan bu nimetin Allah’tan subhanehu ve teâlâ olduğuna inandığını söylemek, yani şükrün; koca bir yalandır.
Şimdi Allah’a sığınalım ve bu gerçekler ışığında nefsimizi muhasebe edelim.
Kimi razı etmek ve beğenisini kazanmak için hizmet ediyorsak, o nimetin asıl sahibi de odur.
“Ben şirke/ortağa hiç ihtiyacı olmayanım. Kim bir amel yapar ve o amelde benimle beraber başkasını ortak koşarsa onu da, amelini de terk ederim…” (Müslim) hadisine muhatap olmamak için toparlanmalıyız. Şehit, âlim ve zengin çağırılıp insanların gözleri önünde riyaları yüzlerine vurulacak ve kulluk ettikleri insanların gözleri önünde yüzüstü ateşe sürükleneceklerdir. (“Kıyamet günü, ilk sorguya çekilenler, şu üç kişidir:
Birincisi: Allah’ın kendisine ilim verdiği âlimdir. Allah ona: ‘Sen bildiğinle neler yaptın/nasıl amel ettin?’ diye soracaktır. O da: ‘Ey Rabbim! Ben gece-gündüz demeden ilmimle amel ediyordum’ diye cevap verir. Bunun üzerine Allah: ‘Yalan söylüyorsun’ der. Melekler de: ‘Yalan söylüyorsun, maksadın, insanların sana âlim demeleriydi ve o da söylendi’ derler.
İkincisi: Allah’ın kendisine mal-mülk verdiği zengin bir kimsedir. Allah ona: ‘Ben sana pek çok nimet lütfettim, onları nasıl/nerede kullandın?’ diye soracak. O da: ‘Ey Rabbim! Ben gece-gündüz onları tasadduk ettim/senin yolunda harcadım’ diyecektir. Allah ona: ‘Yalan söylüyorsun’ diyecek, melekler de ona: ‘Yalan söylüyorsun, maksadın kendine cömert dedirtmek idi ve bu da söylendi.’
Üçüncüsü: -Görünürde- Allah yolunda savaşırken öldürülen bir kimsedir. Allah ona: ‘Sen ne iş yaptın?’ diye soracak, o da: ‘Ey Rabbim! Sen cihad etmeyi emrettin, ben de savaştım ve sonunda öldürüldüm’ diye cevap verecektir. Bunun üzerine Allah: ‘Yalan söylüyorsun’ diyecek, melekler de: ‘Yalan söylüyorsun, maksadın kendine kahraman, cesur dedirtmek idi ve nitekim onlar da söylendi’ diyeceklerdir.’ “
Hadisi rivayet eden Ebu Hureyre radıyallahu anh daha sonra şunu ilave eder:
“Peygamber bunları anlattıktan sonra, uyluğuma kuvvetlice vurdu ve ‘Ya Eba Hureyre! İşte kıyamet günü, cehennem ateşi ilk olarak bunlarla tutuşturulur.’ diye buyurdu.” (Müslim, İmare 152; Tirmizi, Zühd 48.))
Şimdi kardeşim, bu hasbihalimizde sorumluluk ve hizmet nimetine şükür ve nankörlüğün birinci yolunu anlattık. Allah subhanehu ve teâlâ nasip eder ve ömür verirse devam edeceğiz yazımıza.
Senden hem benim, hem de kendin için duacı olmanı istiyorum. Bayramın mübarek olsun.
İlk Yorumu Sen Yap