HUDEYBİYE BARIŞ ANTLAŞMASI

Hamd, Allah’a; salât ve selam, Resûl’üne olsun.

Allah Resûlü (sav) ashâbıyla beraber Mekke dışında umre ziyareti yapmak için beklemedeyken müşrikler de kendi içlerinde bu krizden nasıl çıkabilecekleri üzerine tartışmalarını sürdürüyorlardı. Hem zaman kazanmak hem de Allah Resûlü’nün (sav) niyetini net bir şekilde anlamak için birçok elçi gönderdikten sonra Peygamberimiz süreci daha da hızlandırmak adına kendisi bir elçi göndermek istedi. Ancak elçi olarak gönderilen Osmân’ın (ra) geri dönmesinin gecikmesi üzerine Peygamberimiz (sav) ashâbından Rıdvan ağacının altında ölüm biatı aldı. Artık Kureyş için karar zamanı gelmişti. Bu sebeple son bir elçi daha gönderip meseleyi bitirmeyi istediler.

Kureyş, Ben-i Amr ibni Luay’ın kardeşi Suheyl ibni Amr’ı gönderdi.

Ona dediler ki: “Muhammed’e git ve onunla geri dönmesi için barış yap ki Araplar bizim hakkımızda onun Mekke’ye zorla girdiğinden bahsetmesinler.”

Suheyl ibni Amr da hemen gitti. Resûlullah (sav) onu gelirken görünce (isminin kolaylık ifade edişini hayra yorarak), “(Artık işiniz bir dereceye kadar kolaylaştı.) Kureyş’in bu adamı göndermeleri barışa niyetli olduklarını gösteriyor.” dedi.

Suheyl, Resûlullah’ın (sav) önüne, Müslimler de Resûlullah’ın (sav) çevresine oturdu. Abbâd ibni Bişr ile Seleme ibni Eslem, tamamıyla silahlanmış bir vaziyette Resûlullah’ın (sav) baş ucunda dikilmiş duruyordu.

Uzun uzadıya konuşmalardan ve gidiş gelişlerden sonra Suheyl ibni Amr, Resûlullah’a (sav), “Haydi, kalem, kâğıt getir, aramızda bir yazı yaz.” dedi. Kalem, kâğıt ve divit hazırlanınca Resûlullah (sav) antlaşmayı yazacak bir adam istedi ve Evs ibni Havlî’yi çağırdı.

Suheyl ibni Amr, “Bunu amcasının oğlu Alî’den veya Osmân ibni Affân’dan başkası yazmasın.” dedi.

Antlaşma sağlanıp da sıra yazılmasına gelince Ömer ibni Hattâb yerinden kalktı ve Ebû Bekir’e gidip şöyle dedi: “Ey Ebâ Bekir! Muhammed, Allah’ın resûlü değil midir?”

Ebû Bekir dedi ki: “Evet, Allah’ın resûlüdür.”

Ömer dedi ki: “Biz Müslim değil miyiz?”

Ebû Bekir dedi ki: “Evet, Müslim’iz.”

Ömer dedi ki: “Onlar müşrik değiller mi?”

Ebû Bekir dedi ki: “Evet, müşriklerdir.”

Ömer dedi ki: “O hâlde niçin dinimiz yolunda zillete düşüyoruz?”

Ebû Bekir dedi ki: “Ey Ömer! Onun emrine sarıl! Ben şehadet ediyorum ki o Allah’ın Resûlü’dür.”

Ömer dedi ki: “Ben de şehadet ediyorum ki o, Allah’ın Resûlü’dür.”

Sonra Ömer Resûlullah’a (sav) geldi ve aynı soruları sordu. Resûlullah da (sav) Ebû Bekir’in verdiği cevapların aynısını verdi.

Ömer, “O hâlde niçin dinimiz için hakaret görüyoruz?” dedi.

Resûlullah (sav) dedi ki: “Ben Allah’ın kuluyum ve O’nun Resûlü’yüm. O’nun emrine asla muhalefet etmem ve O beni pişman etmez.”

Ömer (ra) şöyle diyordu:

“O günkü davranışımdan dolayı durmadan sadaka veriyor, oruç tutuyor, namaz kılıyor ve köle azat ediyorum. Hayırlı olabileceğine kanaat getirinceye kadar, o sözümden korkmaktayım.” Sonra Resûlullah (sav) Alî ibni Ebû Tâlib’i (ra) çağırdı.

Alî’ye, “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla yaz.” deyince Suheyl şöyle dedi: “Bunu tanımam. Fakat şöyle yaz: “Ey Allah’ım, senin isminle.” (Müslimler buna kızdılar.)

Resûlullah da (sav), “Ey Allah’ım! Senin isminle, yaz (bu da güzel bir sözdür).” dedi. Alî de öyle yazdı.

“Yaz! Bu, Muhammed Resûlullah’ın Suheyl ibni Amr ile yaptığı barış sözleşmesidir.”

Suheyl de dedi ki: “Şayet senin Resûlullah olduğuna inansaydım seninle savaşmazdım. Kendi ismini ve babanın ismini yaz.”

Resûlullah (sav), “Bu, Muhammed ibni Abdullah’ın Suheyl ibni Amr ile yaptığı barış sözleşmesidir, şeklinde yaz.” diye buyurdu.[1]

Alî (ra) şöyle dedi: “Hayır, vallahi ben Resûlullah’ın (sav) sıfatını hiçbir zaman silemem. Varlığım elinde olan Allah’a yemin ederim ki ben onu silmeyeceğim.”

Alî (ra) “Resûlullah” kelimesini silmeyeceğine yemin edince Resûlullah (sav), “Bana onların yerini göster.” dedi. Alî (ra) “Resûlullah” kelimelerinin bulunduğu yeri gösterince Resûlullah (sav) kendisi sildi ve “Muhammed ibni Abdullah” kelimesini yazdırdı.[2]

Hudeybiye Sulhu’nun en dikkat çekici sahnelerinden biri hiç şüphesiz Suheyl ibni Amr’ın Allah Resûlü ile görüşmek üzere gelişiyle başlar. Suheyl ismindeki “kolaylık” anlamına işaret eden Allah Resûlü (sav), bu ismin sulha vesile olacağına dair umudunu ashâbıyla paylaşır. Bu yaklaşım, kaderi hayra yormanın, Rabbine (cc) karşı iyi niyet beslemenin ve teslimiyetin birleştiği bir bakış açısıdır.

Peygamberimizin bu tavrı, sadece bir temenni değil, aynı zamanda bir kulluk ahlakıdır. Zira Müslim, yaşadığı olayları kaderin bir parçası olarak görüp Rabbine hüsn-ü zan beslemelidir. Aksi bir tutum, yani olayları uğursuzluğa yormak, İlahi hikmeti sorgulamak ve kaderi kötüye yormak, İslam’da kesin bir dille nehyedilmiştir. Bu bağlamda Resûlullah (sav), “Tiyare (uğursuzluk inancı) şirktir.” buyurarak bu tür batıl düşüncelerin tevhid inancını zedelediğine dikkat çeker.[3]

Ashâb-ı Kiram’dan biri, “Ey Allah’ın Resûlü! Biz bazen bazı şeyleri uğursuz sayarız.” deyince, Resûlullah (sav) şu cevabı verir: “Bu, herhangi bir kimsenin içinde beliren bir histir. Fakat bu duygu onu yapmak istediği şeyden alıkoymasın.”[4] Bu cevap, içimizde doğan olumsuz çağrışımları tevekkülle aşmanın ve vesveseleri teslimiyetle bertaraf etmenin en açık ifadesidir.

“Resûlullah, ‘Kim tiyare ile bir işten imtina ederse şirk koşmuş olur.’ dedi.

Ashâb, ‘Peki bunun kefareti nedir, ey Allah’ın Resûlü?’ deyince Resûlullah (sav), ‘Senin hayrından başka hayır, senin takdirinin dışında uğursuzluk yoktur ve senden başka hiçbir ilah yoktur, demesidir.’ buyurdu.”[5]

Barış görüşmelerinin başlamasıyla birlikte yazılacak maddeler sahabe için zorlu bir sınav hâline geldi. Yola çıkarken umre yapacaklarına, Kâbe’yi ziyaret edeceklerine, Mekke’ye kavuşacaklarına dair hayaller kurmuşlardı. Ancak görüşmeler ilerledikçe bu beklentiler bir bir geri çekilmekte, zihinlerde büyük bir sarsıntı yaşanmaktaydı. Ömer (ra) gibi açıktan tepki gösterenler ve Alî (ra) gibi itiraz edenler ortaya çıktı.

Fakat burada önemli olan, sahabenin neden itiraz ettiğidir. İtirazları dünyevi bir beklentiye değil, dinî hassasiyetlere dayanıyordu. Onlar, İslam’ın izzetini koruma arzusuyla hareket etmişlerdi. Ancak unuttukları bir şey vardı: Karşılarında sıradan bir kişi değil, Allah tarafından gönderilmiş bir Resûl vardı. O Resûl ki onların hepsinden daha fazla Allah’tan korkar, daha fazla hassasiyet taşırdı.

Ebû Bekir’in (ra) “O, Allah’ın resûlüdür!” diyerek gösterdiği teslimiyet, işte bu noktada aklın ve imanın birleştiği hakikatli bir duruştur. Bu söz, her zaman ve zeminde müminin pusulası olmalıdır.

Bugün bizler de bazen dinî hassasiyetle hareket ettiğimizi sanarak aslında duygularımızın yönlendirmesiyle kararlar alabiliriz. Zihnimizdeki “takvaya uygunluk” düşüncesi, belki sabırsızlıkla belki de nefsî ölçülerimizle şekillenmiş bir taassuptan ibaret olabilir. Bu hâllerde en büyük tehlike, kendi hissiyatımızı mutlak doğru olarak görüp başka bir görüşe kulağımızı kapatmaktır.

İşte bu sebeple, ilmine ve hikmetine güvendiğimiz bir kardeşimizin uyarısı ya da rehberliği bize yol göstermelidir. Bu noktada duygusallığı bir kenara bırakıp içinde bulunduğumuz hâli tahlil etmeli, acele etmeden düşünmeliyiz. Zira hakikat, bazen ancak sükûnetle anlaşılır.

Hudeybiye’den sonra bazı sahabiler, özellikle de Ömer (ra), yaşadıkları pişmanlıkla Allah’a yönelip af dilediler. Cennetle müjdelenmiş olmalarına rağmen, kendilerinden emin olmadılar. Bu da onların asıl büyüklüğünün işaretiydi.

Sahabe, her hatayı bir ders, her düşüşü bir yükseliş vesilesi olarak görürdü. Tevbe ederken sadece dille değil, amelle de bir dönüş ortaya koyardı. İşte bu tavır, gerçek bir kulun portresidir. Zira Allahu Teâlâ, dilediği kulunun tevbesini sebep aramadan kabul eder. Ancak sahabe, Allah’ın affını ümit etmekle yetinmeyip, kendilerine bir sorumluluk biçmiş; hatalarını bir uyanış vesilesi hâline getirmişlerdir.

Bugün de bizler, kendi iç dünyamızda Hudeybiye benzeri imtihanlar yaşıyoruz. Beklentilerimiz ile gerçekleşenler arasındaki fark bazen bizi sarsabiliyor. Fakat bu farkın içindeki hikmeti görmek, tevekkül ve hüsn-ü zanla mümkündür. Allah Resûlü’nün Suheyl’e yaklaşımı, bize olayları hayra yorma âdabını öğretir. Sahabenin sergilediği pişmanlık ve dönüş ise her hatanın aslında istikametimize ciddi bir kazanç olabileceğini gösterir.

Unutulmamalıdır ki tevbe sadece dille söylenen bir cümle değil, hayatı Allah’a (cc) göre yeniden düzenlemektir. Ve bu yolda en güzel örnek, Peygamberimizin (sav) terbiyesinde yetişmiş sahabilerdir (r.anhum).

Duamızın sonu, âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdetmektir.


[1] bk. Sîretu İbni Hişâm, 2/316-317

[2] Müslim, 1783

[3] Ebu Davud, 3910; Tirmizî, 1614

[4] Müslim, 537

[5] Ahmed, 7045

Önerilen makaleler