Ebû İshâk Sa’d ibni Ebî Vakkâs Mâlik ibni Vuheyb (Uheyb/Vehb) El-Kureşî Ez-Zuhrî (ö. 55/675)
Cesaret, insanın en asil duygularından biridir. Tehlikeler karşısında korkusuzca adım atmak insanın onurlu karakterinin bir göstergesidir. Kişinin hak bildiği yolda sebat edebilmesi ve zorluklar karşısında yılmadan dik durabilmesi onu sıradanlıktan çıkarıp örnek bir şahsiyete dönüştürür. Korkuların gölgesinde olacakların belirsizliğine rağmen hedefe doğru şecaatle yürüyebilmek insanı en ulvi makamlara taşır.
İnsan yalnız beden gücüyle değil, kalp gücüne sahip olmakla cesur olur. Asıl cesur olan, doğruyu tercih edebilme iradesine sahip olandır. Bir anlamda gerçek cesaret, içsel korkularla yüzleşip onlara karşı koyabilmektir. Süfli arzulara karşı koyarak hidayet yolundan gidebilmektir. Tüm baskısına rağmen batıla boyun eğmeden hakkın taraftarı olabilmektir. Kalbin özgürlüğüdür cesaret.
Cesaret denilince akla gelen ilk sahabilerden biridir Sa’d ibni Ebû Vakkâs (ra). Daha küçük yaşta hidayet çağrısını duymuş ve icabet etmiştir. Allah Resûlü’ne (sav) ilk günlerde iman ederek öncülerden olmuştur. Birçok kez tehlikeli durumlara korkusuzca ve cesurca atılmıştır. Yalnız Allah (cc) için, Allah Resûlü (sav) için yiğitçe davranışlarda bulunmuştur. Daha çok küçükken Allah Resûlü’ne (sav) eziyet edenlere karşı kılıcını kuşanıp karşılarına çıkmaya girişmiştir. Büyüdüğünde ise Allah Resûlü’nün (sav) kapısında kılıcı ve kalkanıyla nöbet tutmuştur. Karanlığın sessizliğinde adanmış ruhuyla göğsünü siper ederek Peygamber’i muhafaza etmiştir. İslam davası için ilk yumruğu sıkıp kaldırmış, ilk darbeyi vurup, ilk kanı o akıtmıştır. Kâfirlere karşı ilk oku o fırlatmıştır. Ve daha nice kahramanlıklar sergilemiştir.
İman Yolunda
Sa’d ibni Ebû Vakkâs (ra) Allah Resûlü’nün (sav) annesinin kabilesi olan Ben-i Zuhre’dendir. Babasının ismi Mâlik’tir. Ancak daha çok künyesi Ebû Vakkâs ismiyle anılmıştır. Bu yüzden Sa’d da daha çok Sa’d ibni Ebû Vakkâs diye anılmıştır.
Sa’d’ın (ra) annesi ile Allah Resûlü’nün (sav) annesi aynı kabile olan Ben-i Ümeyye’dendir. Yani Sa’d (ra) Allah Resûlü’nün (sav) dayızadelerindendir. Allah Resûlü’nün (sav) öz dayısı veya öz dayı çocuğu değildir, ama dayı tarafından akrabalığı vardır. Nebi (sav) bu akrabalığından ötürü onu övmüş, onunla övünmüştür.
Câbir ibni Abdullah’tan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:
“Sa’d (ibni Ebî Vakkâs) geldi. Bunun üzerine Nebî (sav) şöyle buyurdu:
‘Bu, dayımdır! Kimin böyle bir dayısı var, göstersin bakalım!’ ”[1]
Sa’d’dan (ra) sonra kardeşleri de iman çağrısına icabet etmiştir. Sa’d ile beraber hicret edip cihad etmişlerdir. En meşhurlarından biri Umeyr’dir. Umeyr (ra) küçük yaşına rağmen Bedir’e katılmış ve orada şehit olmuştur.
Sa’d’ın (ra) on iki evliliği ve kırk çocuğu olmuştur. Aralarında İslam’ı tercih etmeyen olsa da çoğu Müslim olup salih amellerde bulunmuşlardır. Bazıları savaşlarda şehit olmuştur. Bazıları da zalim sultanlar tarafından şehit edilmiştir. Hepsi fedakârlıklarıyla Sa’d’ın (ra) yüzünü aydınlatmıştır.[2]
Sa’d ilklerdendir. Herkesten önce iman eden öncülerdendir. Hatta kendisi ilk iman eden üç kişiden biri olduğunu ifade etmiştir.
Âmir ibni Sa’d, babasından (Sa’d ibni Ebî Vakkâs’tan) şöyle rivayet etti:
“Benimle aynı gün Müslim olan birinin dışında benden önce Müslim olan birini bilmiyorum. Andolsun, öyle bir gün geldi ki ben İslam’ın üçte biriydim.”[3]
Sa’d (ra) kendisinden önce iman eden Hatice, Alî, Zeyd (r.anhum) gibi sahabileri belki bilmediği için böyle bir ifade kullanmış olabilir. Ancak bu ifadesinde şurası kesin ki İslam’ın ilk günlerinde ilk iman edenlerin başındadır. Ebû Bekir’in (ra) vesilesiyle, henüz on yedi yaşındayken iman etmiş ve büyük bir mücadele içerisine girmiştir.[4]
İman ve İmtihan
İman ve imtihan birbirinden ayrılmaz iki unsurdur. Sa’d ibni Ebû Vakkâs da (ra) iman eder etmez imtihan olmaya başlamıştı. Özellikle o günlerde iman etmek bu günlerde iman etmek gibi asla kolay değildi. Sahabe o günlerde iman etmelerinin karşılığını ağır bedellerle ödüyordu.
Sa’d da (ra) onlardan biriydi. İman etmesiyle birlikte ailesinden zulüm görmeye başlamıştı. En büyük imtihanlarından biri annesi olmuştu. Annesi kendi iman etmediği gibi oğlunu da imandan alıkoymak istiyordu. Onu küfre dönmeye zorluyor ve eziyet ediyordu. Ancak Sa’d (ra) asla taviz vermiyordu. Annesinin karşısında dimdik duruyor ve dininden geri dönmeyeceğini çekinmeden söylüyordu.
Sa’d ibni Mâlik (Sa’d ibni Ebû Vakkâs) şöyle dedi:
“Benim hakkımda şu ayet nazil oldu:
‘Bilgin olmayan şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa onlara itaat etme. (Ama) dünyada onlarla iyilikle geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy! Sonra dönüşünüz banadır ve yaptıklarınızı size haber vereceğim.’[5]
Sonra şöyle anlattı:
Müslim olduğumda annem, ‘Sen bu dininden dönmedikçe hiçbir şey yemeyeceğim, içmeyeceğim.’ diye yemin etti. İlk gün ona yalvardım, ama reddetti ve sabretti. İkinci gün yine yalvardım, yine reddetti. Üçüncü gün tekrar yalvardım, ama yine reddetti. Bunun üzerine dedim ki: ‘Vallahi, senin yüz canın olsa ve her canını birer birer versen ben yine de bu dinimden dönmem.’
Annem bunu görünce ve benim vazgeçmeyeceğimi anlayınca sonunda yemek yedi.”[6]
Sa’d’dan şöyle rivayet edilmiştir:
“Ben anneme çok iyi davranan bir evlattım. Müslim olunca annem şöyle dedi: ‘Ya bu dininden vazgeçersin ya da ben hiçbir şey yemem, içmem. Ölürüm de insanlar senin için ‘Annesini öldüren adam.’ diyerek seni ayıplarlar.’
Bir gün, bir gün daha böyle devam etti. Bunun üzerine ona şöyle dedim: ‘Ey Anneciğim! Eğer senin yüz canın olsaydı ve bunları birer birer verseydin, ben yine de bu dinimden asla vazgeçmezdim. Dilersen ye, dilersen yeme!’
Annem bunu görünce (inat etmekten) vazgeçip yemek yedi. Bunun üzerine ‘Bilgin olmayan şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa.’[7] ayeti nazil oldu.”[8]
İman eden veya imani tavır sergileyen herkesin ortak kaderidir yakın çevresinden eziyet görmek. Tüm peygamberler ve onlara tabi olanlar aynı durumu mutlaka yaşamışlardır. İşte böyle zamanlarda yapılması gereken iki şey vardır; taviz vermemek ve ebeveynine iyi davranmak.
Müslim, yaşadığı hadise ne olursa olsun ve karşısındaki kim olursa olsun asla ama asla dininden taviz vermemelidir. İçindeki inanç ile dışındaki baskının kıyasıya çarpıştığı işte bu ânlarda dimdik durmalıdır. Aksi takdirde rüzgârda uçan bir yaprak misali savrulacaktır.
Çoğu zaman bu savruluş küçük bir adımla veya küçük bir sözle olur. Bir kelimeyle veya bir tavırla başlayan esneklik insanın karakterini yavaş yavaş çürütür. Bir kez eğildi mi insan, artık doğrulması neredeyse mümkün olmaz. İlk başta verilen basit bir taviz, zamanla tam bir teslimiyete dönüşür.
Soldan çok fazla sesler gelir. “Birazcık yumuşak ol.” derler, “Herkes böyle yapıyor.” derler, “Zamanın ruhuna ayak uydurmalısın.” derler, “Bir seferlik böyle yap, bir şey olmaz!” derler, “Kalbin temiz olduktan sonra sorun olmaz.” derler… Kişi bu seslere kulak tıkamadığında ve net bir tavır ortaya koymadığında edilgen birine dönüşmesi kaçınılmazdır.
Taviz bir kırılmadır. Önce kalpte yer eder sonra dile yansır sonra da amellerde açığa çıkar. Geriye doğru atılan bir adım veya bir ânlık duraksama insanı uçurumlara sürükler. Kişinin inancından verdiği taviz daima aynasında kara bir leke olarak kalır. Oysaki taviz vermemek uğruna kaybedilen her şey dünyevidir, geçicidir. Taviz vermeyerek kazanılan şeyler ise uhrevi ve ebedîdir. Sabır zor olabilir, ama sahibini cennetle taçlandırır.
İşte Sa’d da (ra), “Ey Anneciğim! Vallahi senin yüz canın olsa ve her canını birer birer versen ben yine de bu dinimden dönmem.” diyerek örnek bir davranış sergilemiştir. Taviz vermemek uğruna dışlanmış, hor görülmüş, yalnız kalmıştır ama sarsılmaz duruşu sayesinde sebat edebilmiştir. Zaten sonunda da Allah’ın (cc) yardımı gelmiştir. Unutulmamalıdır ki Allah’ın (cc) yardımı eğilenlerle değil, sebat edenlerledir.
Tüm baskılarına rağmen anne babaya iyi davranmak da çok önemlidir. İnsan dinî hassasiyetle aşırıya da kaçmamalıdır. Anne babasına kötülükle karşılık vermemelidir. Çünkü şirke zorlayan aileye karşı taviz vermemeyi emreden Allah (cc) aynı aileye karşı yine iyi davranılmasını emretmiştir.
“İnsana, anne babasına karşı güzellikle muamele etmesini tavsiye ettik. Şayet bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa, onlara itaat etme. Dönüşünüz banadır ve size yaptıklarınızı haber vereceğim.”[9]
“İnsana, anne babasına karşı (iyilikle muamelede bulunmasını) tavsiye ettik. Annesi onu zorluklar içerisinde taşır ve (sütten) kesilmesi de iki yıl içindedir. Bana ve ebeveynine şükret. Dönüş banadır. Bilgin olmayan şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa onlara itaat etme. (Ama) dünyada onlarla iyilikle geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy! Sonra dönüşünüz banadır ve yaptıklarınızı size haber vereceğim.”[10]
“İnsana, anne babasına iyilikle davranmasını emrettik. Annesi onu meşakkat içinde taşıdı ve meşakkat içinde doğurdu. Onun (gebelikte) taşınması ve (sütten) kesilmesi otuz aydır. Sonunda yetişkinlik çağına erip kırk yaşına gelince dedi ki: ‘Rabbim! Bana ve anne babama verdiğin nimetlere şükretmemi ve senin razı olacağın salih amellerde bulunmamı ilham et/beni şükre sevkedip yönlendir. Zürriyetimi de benim için ıslah et. Şüphesiz ki ben, sana tevbe ettim ve şüphesiz ki ben, Müslimlerdenim/şirki terk ederek tevhidle Allah’a yönelen kullardanım.’ İşte böyleleri, cennet ehli arasında yaptıklarının en güzelini kabul ettiğimiz, kötülüklerini affettiğimiz kimselerdir. (Bu,) onlara vadedilen doğruluk sözüdür.”[11]
İşte okuduğumuz bu ayetler yukarıda da geçtiği üzere tam da Sa’d’ın (ra) durumunda olan sahabiler için inmiştir. İman ile aile arasındaki gerilimde nasıl bir duruş sergilenmesi gerektiğini gösteren İlahi birer rehberdir. Bugün onların durumunda olan müminlerin yoluna ışık tutmaktadır. Onlara yaşadıkları imtihanın fıkhını beyan etmektedir.
İnsanı, sevdiklerinin doğru yoldan alıkoymaya çalışması elbette çok acıdır. Müslim’in kalbinin derinliklerinde taşıdığı aile sevgisi ile imanının sadakati çatıştığında insan derin üzüntü duyar. Yaşadığı bu yoğun duygudan kaynaklı karşısındaki anne babasını kırdığında şeriatın dışına çıkmış olur. Mümine ne düşük bir davranış ne de merhametsiz bir duruş yakışmaz. Bu yüzden dininden dolayı ne kadar büyük baskılara maruz kalırsa kalsın ölçüsünü kaybetmez. Haktan geri kalmadığı gibi haddi de aşmaz. Allah’ın (cc) çizdiği sınırlar içerisinde gayret eder. Bu dengeyi koruyabilenler Allah’ın (cc) muradına muvaffak olup rızasını kazanabilirler.
Devam edecek, inşallah…
[1] Tirmizi, 3752
[2] bk. Et-Tabakâtu’l Kubrâ, İbnu Sa’d, Mektebetu’l Hâncî, 3/128
[3] Et-Tabakâtu’l Kubrâ, İbnu Sa’d, Mektebetu’l Hâncî, 3/129
[4] Sîretu İbni Hişâm, Abdulmelik ibni Hişâm, Şirketu’t Tabâ’ati’l Fenniyeti’l Muttehıde, 1/232
[5] 31/Lokmân, 15
[6] El-Câmi’ li-Ahkâmi’l-Kur’ân, Kurtubî, Dâru’l Kutubi’l Mısrıyye, 13/328
[7] bk. 31/Lokmân, 15
[8] El-Câmi’ li-Ahkâmi’l-Kur’ân, Kurtubî, Dâru’l Kutubi’l Mısrıyye, 13/328
[9] 29/Ankebût, 8
[10] 31/Lokmân, 14-15
[11] 46/Ahkâf, 15-16
İlk Yorumu Sen Yap