Beni Kurayza Muhasarası

Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a; salât ve selam Resûl’üne olsun.

Ben-i Kurayza’nın yaptığı ihanetin cezasının hemen kesileceği belli olunca Allah Resûlü (sav) ordusuna Ben-i Kurayza Yahudileri üzerine yürüme emri verdi.

İbni Ömer’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah Resûlü (sav) Hendek Savaşı bitince bize şu talimatı verdi:

‘Hiç kimse Ben-i Kurayza’ya varmadan ikindi namazını kılmasın!’

Ordu yoldayken ikindi namazının vakti girdi. Bunun üzerine bazıları, ‘Biz Ben-i Kurayza’ya varmadan namazı kılmayacağız.’ diyerek namazı kılmadı. Kimisi de ‘Olur mu öyle şey? Biz namazı kılacağız. Bizden namazı kılmamamız istenmedi ki!’ dediler. Bu durum Allah Resûlü’ne anlatılınca hiçbirine kızmadı.”[1]

Yaşanan bu hadise İslam tarihinde birçok yerde karşımıza çıkacak olan ve âlimlerin meşru ihtilafa örnek gösterdiği bir olaydır. Peygamber’in emrini duyan sahabiler iki farklı görüşe ayrılmışlar, kendi anladıklarını uygulamışlar ve Peygamber (sav) sonuç olarak her ikisine de ses çıkarmayarak bu durumu onaylamıştır.

Günümüzde de her ihtilaf ya da görüş ayrılığı düşmanlık sebebi olarak görülmemelidir. Meşru dairede olduğu müddetçe dinin asıllarına aykırı olmayan, delilleri farklı anlama nedeniyle ortaya çıkan ihtilaflar bir bereket olarak kabul edilmelidir.

İhtilaf fıkhını öğrenmek, İslami mücadelede enerjinin doğru yere kanalize edilmesi için çok önemlidir. Çünkü ihtilaf yaşamak tabiatı itibarıyla tarafları yorar. İhtilaf eden taraflar kendilerini bir yere konumlandırdıkları için muhataplarının eksiklerini görmeye odaklanırlar.

Daha da kötüsü itikadi, menhecî ve fıkhi ihtilafların ayrımını bilmeyen; itikadi ihtilafların da hepsini aynı kefeye koyan cahillerin birbirleri hakkında haddi aşan ithamlarda bulunmasıyla sonuçlanır.

İslam toplumunu vasfeden nasların hepsi birliğe, omuz omuza vermeye, ihtilaftan uzaklaşmaya vurgu yapar. İhtilafların meşru zeminde konuşulmadığını ve düşmanlığa dönüştüğünü gören her mümin kendine bu nasları hatırlatmalıdır.

“Resûlullah (sav) Ben-i Kurayza’yı yirmi beş gece muhasara altında tuttu ve muhasara onları güç duruma soktu. Allah onların kalplerine korku attı. Huyey ibni Ahtab, Kureyş ve Gatafan geri döndüğü zaman, Ka’b ibni Esed ile yaptığı sözleşmeyi yerine getirmek için Ben-i Kurayza ile birlikte onların kalelerine girmişti. Resûlullah’ın (sav) onlarla savaşıncaya kadar oradan ayrılmayacağını kesin olarak anladıkları zaman Ka’b ibni Esed onlara dedi ki:

‘Ey Yahudiler topluluğu! Gördüğünüz bu şeyler başınıza gelmiştir. Ben size üç şeyi gösteriyorum, hangisini dilerseniz onu yapınız.’

Dediler ki: ‘O nedir?’

Ka’b b. Esed dedi ki: ‘Bu adama tabi oluruz ve onu tasdik ederiz. Andolsun ki sizin için artık açık olmuştur ki o, gönderilmiş bir nebidir. Ve elbette o, Kitabınızda olan kimsedir. Bu durumda kanlarınızı, mallarınızı, çocuklarınızı ve kadınlarınızı emniyete almış olursunuz.’

Dediler ki: ‘Tevrat’ın hükmünden asla ayrılmayız ve başka bir şeyle onu değiştiremeyiz.’

Ka’b dedi ki: ‘Madem bunu kabul etmiyorsunuz, geliniz çocuklarımızı ve kadınlarımızı öldürelim. Sonra Muhammed’e ve ashabına, kılıçlarını çekmiş erkekler olarak çıkalım, arkamızda bir ağırlık bırakmayalım, tâ ki Allah, Muhammed ile bizim aramızdaki hükmünü versin. Eğer helak olursak arkamızda üzerine korkacağımız bir nesil bırakmamış olarak helak oluruz. Eğer galip olursak andolsun ki yeniden kadınlar ve çocuklar ediniriz.’

Dediler ki: ‘Bu mazlumları mı öldüreceğiz. Onlardan sonra yaşamanın ne hayrı kalır?’

Ka’b dedi ki: ‘Eğer bunu da kabul etmiyorsanız bu gece cumartesi gecesidir. İşte bu gece Muhammed ve ashabı bizden emindir, ininiz, belki Muhammed ve ashabını aldatıp isteğimize nail oluruz.’

Dediler ki: ‘Sebtimizi mi (yani cumartesi ayinimizi mi) ifsat edeceğiz? Bu gece birşeyler mi kuracağız? Hâlbuki biliyorsun, bizden kimse böyle bir şey yapmamış. Kim yapmışsa onun başına hayvanlaşma musibeti gelmiş. Senin de başına bunun gelmesinden korkuyoruz.’

Dedi ki: ‘Sizden anası onu doğurduğundan beri işini bilen ve çalışan hiçbir adam olmamıştır.’ ”[2]

Peygamber’in (sav) ashabı ile başlattığı muhasara Yahudiler için sonun başlangıcıydı. Kendi aralarında yaptıkları istişarelerde de bir sonuç çıkmayınca sahabenin içinden aralarının iyi olduğu Ebû Lubâbe ile görüşmek istediler.

“Sonra onlar Resûlullah’a (sav) şöyle haber gönderdiler:

‘Ben-i Amr ibni Avf’ın kardeşi Ebû Lubâbe ibni Abdu’l Münzir’i bize gönder ki bizim durumumuz hakkında onunla istişare edelim.’

Onlar Evs’in halifleri idiler. Resûlullah da (sav) Ebû Lubâbe’yi onlara gönderdi. Onu gördükleri zaman adamları, kadınları ve çocukları onun yanına gelip ondan yardım istediler, ona sığındılar. Onun yüzüne karşı ağlıyorlardı. O da onlara acıdı.

Onlar ona dediler ki: ‘Ey Eba Lubâbe! Muhammed’in hükmünü kabul etmemizi nasıl görürsün?’

Eliyle boğazına işaret etti, ki onun hükmü boğazlanmaktır. Resûlullah (sav) ona bunu söylememesini söylemişti. Tabii onlar bunu duyunca savaşı bırakmadılar.

Ebû Lubâbe dedi ki: ‘Vallahi ayaklarım yerlerinden ayrılmadan Allah’a ve Resûl’üne ihanet etttiğimi anladım.’

Bunun üzerine Ebû Lubâbe Resûlullah’a gelmeden dosdoğru mescide gitti ve direklerden birisine kendisini bağladı.

Sonra şöyle dedi: ‘Buradan Allah benim işlediğim şeyden ötürü tevbemi kabul edinceye kadar ayrılmayacağım.’

Kendi kendine Allah’a ‘Asla Ben-i Kurayza’ya adım atmayacağım, Allah’a ve Resûl’üne hiyanet ettiğim bir beldede ebediyen görünmeyeceğim.’ diye söz verdi.

Resûlullah’a (sav) onun haberi ulaşınca, ‘O şayet bana gelseydi onun için istiğfar ederdim. Fakat böyle yemin ettikten sonra ben, Allah onun tevbesini kabul edinceye kadar onu serbest bırakacak değilim.’ dedi.

Yezid ibni Abdullah dedi ki: ‘Seher vaktinde Resûlullah’ı (sav) gördüm, gülüyordu.

Dedim ki: ‘Ya Resûlallah! Neden gülüyorsun? Allah gülmekten senin dişlerini gösterdi.’

Dedi ki: ‘Ebû Lubâbe’nin tevbesi kabul olundu.’

Dedim ki: ‘O hâlde, ya Resûlallah! Ona müjde vereyim mi?’

Dedi ki: ‘Evet, dilersen ver.’

Ummu Seleme kendi hücresinin kapısında durdu, (bu onların üzerine hicab gelmeden önceydi) ve şöyle dedi: ‘Ey Eba Lubâbe! Müjde! Allah senin tevbeni kabul etmiş.’

Bunun üzerine millet onun bağını çözmek için yanına geldi.

O dedi ki: ‘Hayır, vallahi Resûlullah (sav) beni kendi eliyle serbest bırakıncaya kadar açılmam.’

Resûlullah (sav) sabah namazına çıkarken onun yanına vardığında bağını çözüp onu serbest bıraktı.

Ebû Lubâbe direğe altı gece bağlı kaldı. Karısı her namaz vakti gelir, onu namaz için çözer, sonra onu direğe bağlardı. Onun tevbesi hakkında nazil olan ayet Allah’ın şu kavlidir:

‘Başkaları da günahlarını itiraf ettiler. Salih amel ile bir başka kötü ameli karıştırdılar. Umulur ki Allah, tevbelerini kabul eder. Şüphesiz Allah, (günahları bağışlayan, örten ve günahların kötü akıbetinden kulu koruyan) Ğafûr, (kullarına karşı merhametli olan) Rahîm’dir.’[3][4]

Ebû Lubâbe’nin kıssası günah işleyen bir müminin nasıl davranması gerektiğini bize öğreten önemli bir bölümdür.

İlk olarak şunu söylemek gerekir ki Ebû Lubâbe’nin bu sırrı ifşasının sebebi Yahudilerle arasındaki yakınlıktır. Genellikle sırların ifşası konusu konuşulduğunda düşmanlara yönelik tedbirler akla gelir. Hâlbuki insan yakın olduğu kişinin yanında rahattır. Bu rahatlık doğal olarak da diline yansır. Eş, arkadaş, akraba gibi yakın ilişki kurduğumuz kişiler asıl dikkat edilmesi gereken kişilerdir.

Ebû Lubâbe’nin ve genel olarak sahabenin üstünlüğü onların samimiyetlerinde gizliydi. Bu sahneyi oturup düşünelim:

Ebû Lubâbe burada bir hata yapıyor.

“Ey iman edenler! Allah’a ve Resûl’e ihanet etmeyin. (Ayrıca) bile bile emanetlerinize de ihanet etmeyin.”[5]

Ancak kimse onu uyarmıyor, kendi kendine muhasebe yapıp hatasını fark ediyor. Onu orada gören kimse yok. Kendi içinde tevbesini yapıp konuyu kapatabilir, ama bu günahının müminlerin genelini etkileyen bir şey olduğunun farkında. O yüzden tevbesinin daha farklı olması gerektiğini düşünüyor. Sonuç olarak biz Ebû Lubâbe’yi günahıyla değil, tevbesindeki samimiyetle hatırlıyoruz.

Duamızın sonu, âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdetmektir.


[1]. Buhari, 4119; Müslim, 1770

[2]. Sîretu İbni Hişâm, 2/235 vd.

[3]. 9/Tevbe, 102

[4]. Sîretu İbni Hişâm, 2/235 vd.

[5]. 8/Enfâl, 27

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver