Ben-i Kurayza’nın İhaneti

Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a; salât ve selam Resûl’üne olsun.

Mekkeli müşrikler, Gatafan Kabilesi’nin askerî desteği ve Yahudilerin maddi gücüyle Medine önlerine geldiklerinde sahabilerin hazırlıklarıyla karşılaştılar. O zamana kadar Arap Yarımadası’nda görülmeyen bir savunma taktiği olan hendekler, müşrikleri şaşkınlığa uğratmıştı. Bunun üzerine muhasaraya başladılar ve müminlerin yılgınlığa düşerek teslim olmasını beklemeye başladılar.

Allah Resûlü (sav) durumun vahametinin farkındaydı. O yüzden iç ve dış güvenliği sağlayacak pek çok adım attı. Bu tedbirlere ek olarak Allah (cc) mümin ve münafıklara yönelik birçok ayet indirdi. Münafıkların maskeleri bir kez daha düşürülürken müminlerin imanlarına semadan şahitlik edildi.

Durum böyleyken son bir darbe de Yahudilerden geldi. Allah Resûlü (sav) ile anlaşması olan Ben-i Kurayza, üzerlerindeki baskıya daha fazla dayanamadı ve sözlerini bozdular:

“Allah’ın düşmanı Huyey ibni Ahtab el-Madari Ben-i Kurayza ile antlaşmak için Ben-i Kurayza’nın reisi Ka’b ibni Esed el-Kurazi’ye geldi. Ka’b, Resûlullah ile kavmi için barış antlaşması yapmıştı. Onunla akidleşmiş ve ahidleşmişti. Ka’b, Huyey ibni Ahtab’ı işitince ona karşı kalesinin kapısını kilitledi. O ise ondan izin istedi. O da ona kapıyı açmaktan kaçındı.

Bunun üzerine Huyey şöyle bağırdı: ‘Ey Ka’b! Sana yazıklar olsun. Bana kapıyı aç!’

Ka’b dedi ki: ‘Ey Huyey! Sana yazıklar olsun. Şüphesiz sen şerli bir adamsın. Ben Muhammed ile ahidleşmişimdir. Benimle onun arasında olan şeyi bozucu değilim. Ondan ancak vefa ve sadakat gördüm.’

Huyey dedi ki: ‘Sana yazıklar olsun! Bana kapıyı aç. Seninle konuşacağım.’

Ka’b dedi ki: ‘Ben açmayacağım.’

Huyey dedi ki: ‘Vallahi sen kapıyı benim üzerime ancak senin yemeğinden yememden korktuğun için kilitledin.’

Böylelikle onu kızdırdı. Ka’b kapıyı açınca Huyey şöyle dedi: ‘Ey Ka’b! Yazıklar olsun sana. Sana zamanın izzetini ve yüksek bir denizi (adamları) getirdim. Sana Kureyş’i getirdim. Kumandanları ve liderleriyle beraber onları Ruma’dan sellerin toplandığı yere indirdim. Gatafan’ı kumandanları ve liderleriyle beraber getirdim. Ve onları Uhud yanına Zeneb-i Mahma’ya indirdim. Onlar Muhammed’in ve onunla beraber olanların kökünü kurutuncaya kadar gitmeyeceklerine dair bana söz verdiler.’

Ka’b ise ona şöyle dedi: ‘Hayır, vallahi bana zamanın zilletiyle ve ince, susuz bir bulutla geldin. Böyle bulutlar şimşek çakar, yıldırım saçar. Hâlbuki onda bir şey yoktur. Yazıklar olsun sana, ey Huyey! Beni ve benim üzerimde bulunduğum şeyi bırak. Çünkü ben Muhammed’den ancak doğruluk ve vefa gördüm.’

Huyey Ka’b’ı ikna etmek için çalışmaya devam etti. Nihayet Allah adı üzerine ondan bir sözleşme aldı.

Huyey şöyle dedi: ‘And olsun! Eğer Kureyş ve Gatafan geri dönerlerse ve Muhammed’e bir musibet eriştirmezlerse ben sana isabet eden şeyin bana da isabet etmesi için seninle birlikte senin kalene gireceğim.’

Sonra Ka’b ibni Esed Resûlullah (sav) ile yaptığı sözleşmeyi bozdu. Resûlullah’a (sav) ve Müslimlere bu haber ulaştığı zaman Resûlullah (sav) Ben-i Saide ibni Ka’b ibni Hazrec’ten olan ve o günlerde Hazrec’in efendisi olan Sa’d ibni Ubâde’yi gönderdi. Beraberinde de Ben-i Haris ibni Hazrec’in kardeşi Abdullah ibni Revaha ve Ben-i Amr ibni Avf’ın kardeşi Havvet ibni Cubeyr vardı.

Onlara şöyle dedi: ‘Gidiniz ve bakınız, o kavimden bize ulaşan haber gerçek midir değil midir? Eğer gerçek ise bana bileceğim bir işaretle (parolayla) bildiriniz. Müslimler duyup da zaafa uğramasınlar. Eğer benimle kendileri arasındaki antlaşmada vefa üzereyseler, onu millete aşikâr ediniz.’

Bunun üzerine çıktılar ve onlara geldiler. Orada kendilerine ulaşan haberlerin doğru olduğunu ve onların Resûlullah’a (sav) yaptıkları en kötü hâl üzere bulunduklarını gördüler.

Onlar dediler ki: ‘Resûlullah kimmiş? Bizimle Muhammed arasında ne bir antlaşma ne bir sözleşme vardır.’

Bunun üzerine Sa’d ibni Muaz onlara sövdü. Onlar da ona sövdüler. O sert bir adamdı.

Sa’d ibni Ubade de ona şöyle dedi: ‘Onlarla sövüşmekten kendini uzak tut. Onların içinde bulundukları hâl sövmekten daha kötüdür.’

Sonra Sa’d ibni Muaz, Sa’d ibni Ubade ve kendileriyle beraber olanlar Resûlullah’a (sav) döndüler, ona selam verdiler ve sonra, ‘Adel ve Kare’dir.’ dediler.

(Yani Adel ve Kare Kabilelerinin, Reci’ Kuyusu’na giden Hubeyb ve arkadaşlarına yaptıkları hıyanet gibi hıyanet etmişler, demek istediler.)

Bunun üzerine Rasûlullah (sav) dedi ki: ‘Allah-u Ekber! Ey Müslimler Topluluğu! Müjdelenin!’ ”[1]

Her bir kavmin, dinî topluluğun içinde verdikleri söze sahip çıkan kişiler muhakkak bulunur. Fakat söz konusu Yahudiler olduğunda bu ahlaka sahip kişileri bulmak neredeyse imkânsızdır.

Allah Resûlü (sav) haberi aldığında bir kumandana yakışır şekilde muamele etti ve savaşı kazandıracak unsurlardan birinin moral üstünlüğü olduğunu ashâbına öğretti. Bu ihanet haberinin yayılmasına izin vermedi, dahası müjdeli bir haber almış gibi tekbirler getirdi.

Tabii ki tekbirin bir başka nedeni de şu hakikat olabilir: Kulun takati kesildiğinde ve zahire bakıldığında yapacağı her şeyi tükettiğinde artık semanın kapıları sonuna kadar açılır. Ki öyle de oldu. İhanet gerçekleşip de kuşatma tamamlanınca yerin ve göğün orduları müminlerin yardımına koştu.

Olumsuz haberlerin toplum içinde yayılmasının engellenmesi, sadece savaş meydanlarını kapsamaz. İslam toplumu her daim pozitiftir, hayalcilikten uzaktır, ama ümitvardır. Bu hâli muhafaza için alınan tedbirlerden biri de korku ve endişeye sebep olan haberlerin yayılmasını engellemektir.

Sosyal medyanın hayatımızın merkezine oturduğu şu günlerde bu daha da önem arz etmektedir. Geçmişte sadece sokağındaki ya da en fazla mahallesindeki hadiselerle duygu dünyası şekillenen bizler artık dünyanın başka bir ucundaki olayla da üzülebiliyor ya da mutlu olabiliyoruz. Dahası bu haberlerin çoğunun yalan olması nedeniyle manipülasyona maruz kalıyoruz. Her hâlimizle örnek bir insan ve toplum inşa etmemiz gerekiyorsa işte bu manipülasyonu ifşa etmek ve kendimiz ile neslimizi muhafaza etmek de bu görevin bir parçasıdır.

Allah Resûlü (sav) Yahudilerin ihanetiyle birlikte artan sıkışmışlığı aşabilmek için Gatafan Kabilesi’ne bir teklifte bulundu:

“Milletin üzerine bela şiddetlendiği zaman Resûlullah (sav) (Gatafan’ın yöneticilerinden olan) Uyeyn ibni Hısn ve Haris ibni Avra’ya haber gönderdi ve askerleriyle beraber savaştan vazgeçip geri dönerlerse Medine’nin meyvelerinin üçte birini onlara vermeyi teklif etti. İki taraf verilecek miktar hakkında birbirlerini ikna etmeye çalıştılar.

Resûlullah (sav) sözünü yerine getirmek istediği zaman Sa’d ibni Muaz’a ve Sa’d ibni Ubade’ye haber gönderdi. Bunu onlara anlattı. Bu hususta onlarla istişare etti.

Onlar da şöyle dediler: ‘Ya Resûlallah! Yapmamızı istediğin bu şey, Allah’ın sana emrettiği bir şey midir? Yoksa yalnız bizim için yaptığın bir şey midir?’

Resûlullah (sav) dedi ki: ‘Hayır, bilakis sizin için yapıyorum. Vallahi bunu ancak şunun için yapıyorum: Gördüm ki Araplar size bir tek yaydan atıyorlar ve her bir yandan sizin üzerinize saldırıyorlar. Bu durumda istedim ki onların kuvvetlerini bir dereceye kadar sizin üzerinizden kaldırayım.’

Bunun üzerine Sa’d ibni Muaz ona dedi ki: ‘Ya Resûlallah! Biz ve onlar Allah’a şirk koşan ve putlara ibadet eden bir kavimdik. Ne Allah’a ibadet ediyorduk ne de O’nu tanıyorduk. Onlar oradan (Medine’den) bir hurmayı dahi ancak ya misafir olarak veya satın alarak yiyebiliyorlardı. Allah-u Teâlâ bize İslam’ı ihsan ettiği, bize hidayet ettiği, bizi seninle ve İslam’la aziz kıldığı zaman mı mallarımızı onlara vereceğiz? Vallahi bizim buna ihtiyacımız yoktur. Vallahi onlara ancak kılıç veririz. Tâ ki Allah-u Teâlâ bizimle onların arasında hükmünü versin.’

Resûlullah (sav) dedi ki: ‘Haydi bildiğin gibi yap!’

Bunun üzerine Sa’d ibni Muaz sahifeyi eline aldı ve onda bulunan yazıyı sildi. Sonra şöyle dedi:

‘Haydi bize karşı bütün güçleriyle çalışsınlar!’ ”[2]

Peygamber (sav) ile Sa’d ibni Muâz ve Sa’d ibni Ubâde arasındaki diyalog birçok hikmet barındırmaktadır. Öncelikle şu dikkatimizi çekmektedir:

Müşrikler daha birkaç hafta öncesinde bir araya gelip de Medine kuşatmasını başlattıklarında ne kadar da ulvi(!) gayelerle hareket ediyorlardı. Fakat Peygamber’in (sav) Medine hurmaları üzerinden yaptığı teklif bir ânda üzerinde ittifak ettikleri her şeyi dağıtıverdi. Tekrardan gördük ki şirk dini, heva dinidir. Taptıkları şeyler ve üzerine inşa ettikleri inançlar sadece birer paravandır.

Yine burada Allah Resûlü’nün (sav) teklifinden ne kadar sıkıntılı bir durumda olduklarını anlamış oluyoruz. Belki de Medine’de ciddi bir kıtlığa neden olacak bir sözleşmeye imza atmaya razı bir peygamber var. Çünkü aksi hâlde toptan bir yok olmayla karşı karşıya kalınabilir.

Durum böyleyken Allah Resûlü (sav) son kararı vermeden önce Medine’nin ileri gelenlerinin fikrini almak istedi. Sahabilerin tavrı ve kararlılığını görünce anlaşma başlamadan bitmiş oldu.

Gatafan Kabilesi sahabilerin bu kararlılığını görünce yılgınlıkları daha da fazlalaştı. Sanki karşılarında günlerdir muhasara altında olan bir topluluk yok da çok kuvvetli bir devlet varmış hissiyatına kapıldılar. Bir sonraki yazımızda da göreceğimiz üzere onlara yönelik yapılan tuzağa, bu psikolojik bozgunla rahatlıkla kapılıp gittiler.

Duamızın sonu, âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdetmektir.


[1]. Sîretu İbni Hişâm, 2/220-221

[2]. Sîretu İbni Hişâm, 2/223

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver