Allah’a hamd, Rasûlü’ne salât ve selam olsun…
Bir önceki yazımızda yalancı peygamberler ve onlara tabi olanlardan kısaca bahsetmiştik. Bu yazımızda ise Allah nasip ederse yaşanan bu olaylardan çıkarmamız gereken derslere değinmeye çalışacağız. Derslere geçmeden önce öncelikle şunu bilmemiz gerekir:
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Allah subhanehu ve teâlâ tarafından gönderilmiş olan son peygamberdir.
“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah’ın Rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (33/Ahzab, 40)
Bu ayeti kerime Muhammed’in aleyhisselam son peygamber olduğu konusunda açıklayıcı bir ayettir. Aynı şekilde Rasûl’de sallallahu aleyhi ve sellem kendisinin son peygamber olduğunu açıkça belirtmiştir.
“Benim beş ismim var: Ben Muhammed’im ve Ahmed’im. Ben, Allah’ın kendisiyle küfrü mahvettiği Mahi’yim. Ben insanların kendisini takip ederek toplanacakları Haşir’im ve ben Akib’im. Nebilerin sonuyum.” (Buhari)
Bununla birlikte Peygamberimizin son peygamber olduğuna dair şunu da söyleyebiliriz:
Önceki peygamberler son peygamber olmadıkları için kendilerinden sonra bir peygamberin geleceğini müjdelemişlerdir.
“Meryem oğlu İsa: ‘Ey İsrailoğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş olan Tevrat’ı doğrulayan, benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir peygamberi müjdeleyen, Allah’ın size gönderilmiş bir peygamberiyim’ demişti. Ama o elçi, kendilerine belgelerle geldiği zaman: ‘Bu, apaçık bir sihirdir’ demişlerdi.” (61/Saff, 6)
Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem son peygamber olduğu için kendisinden sonra bir peygamberin geleceğini müjdelememiştir. Tam aksine kendisinin son peygamber olduğunu söylemiştir.
Bir kişinin peygamber olup olmadığı nasıl bilinir?
Bu konu Ehli Sünnet ile bidat ehli arasında ihtilaflıdır. Genel olarak bu konuda üç görüş vardır:
1. Felsefecilere göre peygamber, bazı beşeri sıfatların kendisinde üst seviyeye çıkması ile bilinir. Çok zeki olması, tecrübeli olması… Buradan yola çıkarak Aristo ile Peygamber’imizin arasında fark olmadığını söylemişlerdir. İkisi de çok ilimli, çok basiretli, ikisinin de yöneticiliğinin çok iyi olduğunu söyleyerek Aristo’nun da peygamber olduğunu iddia etmişlerdir.
2. Kelamcılara göre peygamber, mucize ile bilinir. Ondan dolayı bazısı sihri bazısı ise kerameti inkâr etmişlerdir. Çünkü mucize, sihir, keramet zahiren birbirine yakın olan şeylerdir. “Kerameti kabul edersek peygamberlerle keramet sahibi arasında fark kalmaz” diyerek sihri ve kerameti inkâr etmişlerdir. Oysa keramet haktır inkâr edilmez.
3. Ehli Sünnete göre ise peygamber tek bir yolla bilinmez. Birçok şeyin bir araya gelmesi ile bilinir. Bunlar ise; Allah’tan vahiy alması, Allah tarafından mucizeler ile desteklenmesi, sözlerinde ve fiillerinde doğruluğun açığa çıkması…
Burada özellikle şuna değinmek istiyorum; İslam dini, iddia dini değildir. İslam, kişilerin iddialarından ziyade hakikatlere bakar. İddialar ile hakikatler uyumlu ise söylenenleri muteber sayar aksi takdirde iddiaları geçersiz sayar. Birçok ayette Allah subhanehu ve teâlâ “Eğer doğru söylüyorsanız delilinizi getirin” diyerek iddiaların ispat edilmesini istemiştir.
Birinin peygamber olabilmesi için kendisinin peygamber olduğunu iddia etmesi yeterli değildir. Bununla birlikte bunu şer’an ispat etmesi gerekir. Peygamber olduklarını iddia eden bu kişiler bunu ispat etmedikleri için yalancı diye isimlendirilmişlerdir.
Sahabenin Onlara Karşı Tavrı
İslam şirkin her türlüsüne karşıdır. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ömrü boyunca şirk ile mücadele etti. İlk başta davet ederek sonra ise cihad ederek şirki yeryüzünden izale etmek için çalıştı. Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem döneminde en yaygın şirk, putperestlikti. O da bunun izalesi için çalıştı, mücadele etti. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem vefat ettikten sonra ise insanların şirk çeşidi değişti. İnsanlar farklı şekillerde dinden çıkmaya başladılar. İşte insanların dinden çıkma sebeplerinden biri de; peygamber olduklarını iddia etmek veya bu yalancı peygamberlere tabi olmaktı.
Sahabe sonradan çıkan bu küfür ile putperestlik küfrüyle mücadele eder gibi mücadele etti. Ve onu izale edinceye kadar geri adım atmadı. Çünkü şirke ve ehline yeryüzünde hayat hakkı yoktur. Allah subhanehu ve teâlâ şöyle buyuruyor:
“Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın! (Küfre) son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür.” (8/Enfal, 3)
Sahabenin bu tavrı sadece bu konuya has değildi. Farklı alanlardaki şirklere karşı da tavırları netti. Bazı topluluklar kader konusunda şirke düşünce, buna karşı duruşlarını net bir şekilde ortaya koydular. Yahya bin Ya’mer anlatıyor:
“Basra’da kader konusunda ilk konuşan Mu’bed el-Cuheni’ydi. Ben ve Humeyd bin Abdurrahman, hacı ve umreci olarak yola çıktık. Dedik Allah Rasûlü’nün sahabesinden birilerini görsek de, şunların kader hakkında söylediklerini sorsak. Abdullah bin Ömer’le karşılaşmaya muvaffak olduk. Mescidin içinde ben sağına, arkadaşım soluna geçecek şekilde yanında durduk. Ben dedim ki ‘Ey Eba Abdurrahman, bizim tarafımızda bir kavim ortaya çıktı. Kur’an okuyor ve ilim talep ediyorlar. Onlar kaderin olmadığına, her şeyin aniden ve kendiliğinden geliştiğine inanıyorlar.’ Abdullah ibni Ömer: ‘Onlarla karşılaşırsan onlara haber ver. Ben onlardan, onlar da benden beridir.’ Abdullah ibni Ömer yemin ediyor; ‘Onlardan biri Uhud kadar altın da infak etse, kadere iman etmeden Allah bu infağı kabul etmez…” (Müslim)
Sahabe sonradan çıkan şirklerle ve bunları ortaya çıkaranlarla net bir şekilde mücadele etti. Şirkler arasında ayrıma gitmeden hepsine aynı muameleyi yaptı. Bizlerin de özellikle günümüzdeki şirkleri tespit edip sonrasında ise sahabenin yaptığı gibi net bir şekilde bu şirklerle mücadele etmemiz gerekmektedir.
Fakat sonradan çıkmış vahdet anlayışı, şirk ve ehli ile hakkıyla mücadele etmenin önünde bir engel olmuş durumdadır. Çünkü bu düşünce şirk ile mücadele etmek yerine, onlarla bir araya gelmenin yollarını aramakta ve şirk ile mücadele edenleri, Müslümanların birliğini bozmakla, aşırı tekfircilikle suçlamaktadır. Oysa İslam bizden, dini sahabenin anladığı gibi anlamamızı istemektedir. Allah subhanehu ve teâlâ onlardan razı olmuş ve din konusunda onları bize örnek göstermiştir.
“Öne geçen Muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikle uyanlar; Allah onlardan razı olmuştur onlar da O’ndan razı olmuşlardır”
“Şayet onlar da, sizin inandığınız gibi inanırlarsa, kuşkusuz doğru yolu bulmuş olurlar.”
Sahabenin hayatına baktığımızda onların şirk ehli ile vahdet adı altında bir araya gelmedikleri, bilakis onlarla mücadele edip onlardan uzaklaştıklarını görmekteyiz. Günümüzde ise vahdet çağrısı yapan gruplar her türlü dine mensup kişilerle bir araya geliyor, birlikte hareket ediyorlar. Bu şekildeki bir vahdet anlayışı İslam’da yoktur. Şayet olmuş olsaydı sahabe, kendilerinin İslam ümmetinden olduğunu söyleyen bu insanlarla cihad etmezdi.
Belki denilebilir ki bu insanlar peygamber olduklarını iddia ediyor ve birileri de onlara tabi oluyordu, bunlarla zaten vahdet kurulmaz. Biz de deriz ki; günümüzdekiler ilah olduklarını iddia etmekte ve birileri de onlara tabi olmakta peki bunlar ile nasıl vahdet kuruyorsunuz?
Kavmiyetçilikten Dolayı Yalancı Peygambere Tabi Olanlar
İslam gelmeden önce insanları birbirlerine bağlayan vatan bağı, kavmiyetçilik bağı gibi bağlar vardı. İslam geldikten sonra Allah subhanehu ve teâlâ bütün bağları kaldırıp iman bağı ile Müslümanları birbirine kardeş kıldı. Allah subhanehu ve teâlâ şöyle buyuruyor:
“Müminler ancak kardeştirler.” (49/Hucurat, 10)
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:
“Müslüman, Müslümanın kardeşidir.” (Buhari, Müslim)
İslam’da hiçbir ırkın başka ırka üstünlüğü yoktur. İnsanları birbirlerinden faziletli kılan tek şey takvalarıdır.
“Muhakkak ki Allah katında en değerliniz, takvalı olanınızdır.” (49/Hucurat, 13)
“Arabın, Arap olmayana ve Arap olmayanın Arap olana, siyahın beyaza ve beyazın da siyaha takva dışında üstünlüğü yoktur. İnsanlar Âdemdendir, Âdem ise topraktandır.” (İmam Ahmed)
İnsan ancak İslam dışındaki bağları hayatından çıkarır ise doğru yolu bulur. Aksi takdirde ayağı kayar. Müseyleme’ye onun peygamber olmadığını bildiği hâlde sadece kendi kavminden olduğundan dolayı tabi olanlar vardı. Onlardan biri Müseyleme’ye şöyle diyor:
‘Allah’a yemin ederim ki Muhammed Allah’ın Rasûlüdür. Allah ona vahiy göndermekte, Kur’an’ı göndermektedir. Yine Allah’a yemin ederim ki sen yalancısın. Allah sana vahiy göndermemektedir. Fakat olsun, bizim kavmin yalancı peygamberi, benim için Kureyş’in gerçek peygamberinden daha sevimlidir.’
Kavmiyetçilik işte böyle kötü bir şeydir. Normalde Müseyleme’nin vahiy diye söylemiş oldukları küçük bir çocuğun bile inanmayacağı cinsten şeylerdi. Fakat kavmiyetçilik bağı insanların ona tabi olmasına sebebiyet verdi. Demekki İslam’ın dışındaki bütün bağları hayatımızdan çıkarmamız gerekir ki; bu bağların nerede insanın ayağını kaydıracağı belli değildir.
Davamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd etmektir.
İlk Yorumu Sen Yap