Müslümanlık ve Irkçı-Dincilik

Dinciliğin birbirinden farklı tanımları yapılmıştır. Üslup, içerik ve sayıları ne olursa olsun bu tanımların hepsi başlıca iki farklı yaklaşımı yansıtırlar:

Birincisi, tanımı yapan kişinin dine art niyetle bakmasından kaynaklanır. Nitekim bu niyetle konuya bakıldığında dindarla dinci arasında hiçbir fark gözetilmez. Çünkü bu yaklaşıma göre “Din, bilim ve mantık dışı çeşitli çelişik duygu ve inanışların bir yığınıdır; insanı afyon gibi uyuşturur.” Buna benzer tanımlamaların bir kısmı materyalist felsefenin etkisi altında yapılmıştır. Diğer bir kısmı da -büyük ölçüde- ideolojiktir.

İkincisine gelince; objektif düşündüğünü sanan kişinin -dindarla dinciyi ayırt ederek- yaptığı tanımdır. Şu var ki bu her iki tipin din anlayışı için yapılan tariflerden hiçbiri gerçeği yansıtmamaktadır. Bunun nedeni ise dine olumlu bakanın da olumsuz bakanın da İslâm ile Müslümanlığı birbirinden ayırt etmemesi ya da edememesidir.

Günümüzde yaşanan düşünce anarşisinin ve doğurduğu ahlâk çöküntüsünün arkasındaki neden de esasen budur. Yani açıkçası; İslâm ile Müslümanlığın birbirinden ayırt edilmiyor ya da edilemiyor olmasıdır. Bu, o kadar büyük bir sorundur ki, sıradan kalabalıklar şöyle dursun, (sözde) ilâhiyat alanında kariyer yapmış “uzmanlar!” bile bu iki dini birbirinden ayırt etmeyi göze alamamaktadırlar! Çünkü her şeyden önce bunlar, (ilim insanları olarak değil) birer şovenist din adamı olarak yetiştirilmişlerdir. Onun için bu zümrenin, din olgusuna Kur’ânî bir nazarla bakabileceğini düşünmek güçtür. Ayrıca bunlar arasında birikimli ve tarihten haberdar olan bir kesimin, niyetini gizliyor olması kuvvetle muhtemeldir. Onun için yüzyıllardır “din” kavramı üzerinde -İslâm’ın sunduğu görüş doğrultusunda- bilimsel bir uzlaşı sağlanamamıştır. Bu nedenle, (İslâm’ın genel karakteri ve bütünlüğü temel alınarak) din kavramı üzerinde görüş birliğine varılmadıkça dinciliğin tanımlanması kolay olmayacaktır. Sonuç olarak; vurgulayalım ki dinciliğin gerçek anlamda tanımlanabilmesi için (İslâm’ın genel karakteri ve bütünlüğü) konseptinden yola çıkmak şarttır. Neden?

Çünkü İslâm hariç, -“semâvî” olsun ya da olmasın, (Müslümanlık da dâhil)- bütün dinler dincilik temeli üzerinde kurulmuştur. Bunlardan “semâvî” dinlerin ancak tahrif edildikten (çarpıtıldıktan) sonra bu niteliğe büründürüldüğünü söylemek zorundayız. Başta Müslümanlık, Hristiyanlık ve Budizm olmak üzere, bu dinlerin tamamı, mensupları tarafından hayatın hemen bütün canlı alanlarından uzak tutulur. Bunların bağlılarına göre dinin yalnızca iki yeri vardır: İbadethane ve mezarlık. Yine bu dinlerin bağlılarına göre din, “Tanrı-kul” ilişkisinden ibaret kalmalı ve bireysel olarak yaşanmalıdır. İşte gerçek anlamda dincilik budur. Ancak şunu ilâve edelim ki; Müslümanlık -bütün yapay dinlerin aksine- “mabet-mezarlık” çemberinin duvarını zaman zaman zorlamaya çalışır. İşte bu nedenledir ki egemen güçler tarafından üretilmiş olan -“siyasal İslâm”, “fundamentalizm”, “köktendincilik” ve “irtica” gibi- kara propaganda söylemleriyle kamuoyu sık sık meşgul edilerek bir kaos körüklenir, dikkatler dağıtılır ve Müslümanlığın İslâm’a doğru ivme kazanması böylece tez elden önlenir. Bu tür komploların ve baskıların etkisiyle söz konusu çember tekrar daralmaya başlar. Nitekim tarih boyunca bu çember, konjonktürel olarak bazen genişlemiş, bazen de daralmıştır. Bunun önemli bir nedeni vardır: Her ne kadar İslâm öncesi dinlerden birçok özellik devam ettirilerek Müslümanlık yapılandırılmış olsa da onun dış görüntüsü (namaz, oruç, hac ve zekât gibi) İslâmî değerlerle örüldüğü gibi, içyapısına da İslâm’ın hayata yön veren bazı disiplinleri yerleştirilmiştir. Onun için, Müslümanlar bu taklit dini, İslâm’ın çekim gücüne karşı korumaya çalışırken daima zorluk çekmiş ve çekmektedirler. Bundan sonra da bu sıkıntılar büyük ihtimalle yaşanacaktır. Müslümanlığın içyüzünün ifşa olmaması için Müslümanlar -her dönemin şartlarına uygun olarak- “örtbas” stratejisini -komplo senaryolarıyla- bundan böyle de devam ettireceklerdir. Müslümanlıktaki bu grafiksel gelgit trendi, Müslümanlık ile İslâm’ın inanılmaz yanıltıcı benzeşmesini bize -dolaylı olarak- bir kez daha hatırlatmaktadır.

Şu hâlde, -Müslümanlık da dâhil- İslâm’ın dışındaki bütün dinlerin bağlıları -ister çıkar için dini kullanır olsunlar, ya da samimi birer dindar olsunlar- her iki durumda da dinci sayılırlar. Ancak bu global tanım elbette yeterli değildir. Bu yüzden dincilik kavramına standart bir tanım yapılamıyor ise de yukarıdaki analitik ve karşılaştırmalı bilgilerin ışığında onu anlamak artık mümkündür. Bununla birlikte dinciliği ve dinciyi çok daha berrak şekilde tanıyabilmek, özellikle de Müslümanlığın bir dincilik kaynağı olduğunu kavrayabilmek için yeniden bazı açıklamalara ihtiyaç vardır. Çünkü Müslümanlığın, neden dinciliğin kaynağı olduğu sorusu, inandırıcı bir cevap istemektedir. Fakat burada önemle işaret edilmesi icap eden şu noktayı hatırlatmakta yarar vardır: Bu cevabın özünü oluşturan; -yaratıcı güç ve İlâhî otorite paradigmalarına ilişkin- dinler arası inanış farklarını algılayabilmek, antropoloji, felsefe, dinler tarihi ve yöntembilim gibi uzmanlık alanlarında geniş bir ilmî birikim gerektirmektedir. Problemin esasen, -İslâm ile Müslümanlığın, İlâhî otoriteye ilişkin görüşleri arasında var olan- derin uçurumdan kaynaklandığına da bu münasebetle işaret etmeliyiz.

Bunu -başka bir ifadeyle- şöyle izah edebiliriz: İslâm’a göre; kâinatın yönetimi -bütünüyle, mutlak ve kesin surette- Allah’a aittir. Bununla birlikte yasama da O’na aittir. Elçileri de dâhil hiç kimse O’nun adına, değişmez kâinat kanunları (Sünnetullah/doğa yasaları) üzerinde herhangi bir tasarrufta bulunamaz;[1] aynı zamanda elçiler aracılığıyla indirdiği teşriî yasalar üzerinde de hiçbir değişiklik yapamaz. Bu konuda hiçbir kişiye ve hiçbir kuruma yetki verilmemiştir. (Ancak bu temel yasaların ruhuna aykırı olmamak şartıyla, hayatın gerektirdiği her hususta kolaylaştırıcı ve açılım sağlayıcı ikincil yasalar konabilir.) Bu kuşatıcı inanış, kısaca “iman” ile ifade edilir. Yani İslâm’ın bağlısı, bütün içtenliği ile böyle inanır. Onun için de mü’min olarak nitelenir. Dolayısıyla mü’min kişi, taşıdığı inanç hasebiyle (dinci değil, dindar da değil) ancak mü’mindir (imanlıdır).

Materyalistlerin “doğa yasaları” diye adlandırdıkları kâinat disiplinleri, aslında İlâhî kanunlardan başka bir şey değildir. Örneğin zaman ve enerji kanunları bunların en önemlilerindendir. Fizik, kimya, matematik ve astronomi bu kanunları ve aralarındaki ilişkileri işler. Bunlar İslâm’ın, -öğretisini üzerinde temellendirdiği ve tanımladığı gerçek dinin- birincil konusunu oluşturur. Peygamberlere indirilen anayasalar ise İslâm’ın ikincil konusudur. Çünkü Allah Teâlâ, her şeyden önce yaratıcıdır, ondan sonra kanun koyucudur. Bu nedenle İslâm (Evliyacı, türbeci, kerâmetçi, hurafeci ve mitolojik değil) evrensel bir dindir. Dini yalnızca mezarlık ve mabette gören Müslümanlık ise bu büyük ve muhteşem kâinat gerçeklerini kökünden inkâr eden mitolojik dinci bir dindir. Onun için, Müslümanların büyük bir kısmına göre; Allah adına karar verebilecek “Mübarek şahsiyetler” vardır. Bunlar, kimine göre “veli”, “evliya” ve “salih” kimselerdir. “Bu şahsiyetler ‘fenâfillâh’ olmuş, Allah’ta erimiş, O’nunla bütünleşmişlerdir (!). Onların bazıları ‘gavs’, bazıları ‘kutup’, bazıları ‘ebdâl’, bazıları ise ‘evtâd’ diye çeşitli kutsal rütbelere sahiptirler…” Bu ilgiyle hatırlatmalıyız ki bu terimlerin bir kısmı esasen İslâm’dan devşirilmiş, bazıları ise önce üretilerek İslâm’a mâl edilmiş, daha sonra da Müslümanlığa eklenmişlerdir. Dolayısıyla bu yakıştırmaların temelinde -her şeyden önce- hem spekülasyon, hem falsifikasyon vardır! Ayrıca bu unvanları hak edenin kim ya da kimler olduğu bilinmemesine rağmen, Müslümanlar istedikleri kimseleri “evliya” ilân ederek onları kutsallaştırmakta, onlar için “kerâmet” adı altında (asla gerçekleşmemiş) hikâyeler üretmekte, onlara insanüstü birer statü belirlemekte ve öldüklerinde üzerlerine türbeler inşa etmektedirler; “Yatır” diye adlandırdıkları mezarlarını ziyaret ederek onlardan medet ummakta, her sıkıntıda umutlarını onlara bağlamaktadırlar… Sorun bununla da sınırlı değildir; Meşhur edilen bu şahıslar tarafından kurulmuş tarikatlar, çeşitli ibadet biçimleri, (Kenzülarş duası, salât-ı tefrîciye ve Cevşen gibi) dualar ve ritüeller Müslümanlar arasında oldukça yaygındır. İslâm’da hiçbir yeri bulunmayan bu mistik yapılardan bazıları zamanla gelişerek Müslümanlıktan adeta bağımsız birer din haline bile gelebilmektedir. İşte Müslümanlığa ve onun kapsadığı bütün bu -meşru dayanaktan yoksun ve temelsiz- akım ve inanışlara gerek içtenlikle bağlı olanların, gerekse çıkar için görünürde bağlılık gösterenlerin hepsi de hiç kuşkusuz dincidir.

Türkiye’de gerek tarîkatçıların, gerekse onların dışında kalan geniş dindar kitlenin din anlayışı bu şekilde özetlenebilir. Ancak -Kemalistler, solcu gruplar, ateistler ve deistler gibi- klasik dindarlıktan sıyrılmış bulunan grupların oluşturduğu bir kesim daha vardır ki bunlar da Allah’a ait olan (anayasa koyma) hakkını, siyasi meclislere verirler. Bunlara göre de kanun koyma yetkisi parlamentolara veya yönetim erkini ele geçirmiş bulunan oligarklara, onlara bağlı biçimsel meclislere aittir. Bu da aslında bir çeşit dinciliktir. Çünkü bu gruplar da temelde Müslüman sayılırlar. Sonuç olarak denebilir ki Müslümanlık da (Hıristiyanlık ve Budizm gibi) dinciliğin kaynaklarından biridir.

Dindarlık (yani tedeyyün) açısından konuya bakıldığında; dinciliğin tedeyyün olmadığını, dinci insanın da Mütedeyyin olmadığını söyleyebiliriz. Ancak bu ayrım, İslâm’a göre değil, Müslümanlığa ve Müslümanlara göredir. Dolayısıyla “dindarlık” kavramının İslâm’la ilişkilendirilemeyeceğini -bu münasebetle- ifade etmek gerekir. Bunun karşılığı olarak İslâm’ın bağlısı ancak Müslim, mü’min, muvahhid ve muttakî olarak nitelenebilir. İlginçtir ki Müslümanlar da dinciliğe tepki gösterirler. Onlara göre (dindarın değil, fakat) dincinin amacı gösteriş ve çıkardır. Oysa -samimi olduğu ileri sürülen- dindar kişi de -her ne kadar çıkar amaçlamıyorsa da- yine temelde dinciliğin kaynağı olan Müslümanlığa bağlılığıyla mistik bir gösteriş sergiler ki bu çok büyük bir çelişkidir. Çünkü Müslüman kişi, -inancında ve ibadetinde samimi olsa bile- İslâm’ın özünden habersizdir; İslâm ile Müslümanlık arasındaki uçurumun farkında değildir. Dahası; İslâm’ın 1500 yıl boyunca hırpalanarak ondan üretilmiş Müslümanlığın macerasını bugünün Müslümanına anlatmak hayal kırıklığıyla sonuçlanabilir, hatta talihsiz gelişmelere bile yol açabilir. Çünkü cahili uyandırmak, dolu silahı kurcalamak ya da ateşle oynamak kadar tehlikelidir! Nitekim Neo-Selefîler bu ilkelliğin bedelini çok ağır biçimde ödediler. Hatırdan çıkarmamak gerekir ki; Müslümanlık şamatasının temelinde ürkütücü bilgisizlik örnekleri yatar. Bu vesile ile bir uyarıda bulunmakta yarar vardır; Müslüman coğrafyada bugün yaşanmakta olan din ve düşünce anarşinin, aynı zamanda yaygınlaşmış olan ve tehlikeli raddelere varmış bulunan ahlâksızlığın esas kaynağı ve körükleyicisi, maalesef -çeyrek okumuşluğun bir sonucu olan- işbu kara bilgisizliktir.

Dincilik aslında, İslâm tarihinde Müslümanlıkla eşzamanlı olarak başlamıştır. Çünkü dinselliğin bu iki anlayışı (Müslümanlık ve dincilik) arasında organik bir ilişki söz konusudur. Hatta Müslümanlık demek, -başka bir ifadeyle- dincilik demektir, diyebiliriz. Ancak Müslümanlığı, dinciliğin bir üst adı olarak görmek daha uygun olur. Çünkü “dincilik” tabiri -yakın geçmişe kadar- duygu sömürüsü, riyakârlık, takiyye[2], münafıklık ve ikiyüzlülük olarak algılanıyor ve ifade ediliyordu.

Dinciliğin tarihi serüveni ise şöyle özetlenebilir: Özellikle Osman’ın (ra) şehit edilmesiyle birlikte patlak veren siyasal karışıklıklar, toplumda bir kesimin ürkerek mistikleşmesine yol açtı. Ancak -ilk evresinde- bu tutumun, sadece dünyevileşmeye tepki olarak ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Dolayısıyla bu gelişmeyi sırf “dünyadan el etek çekmek” şeklinde yorumlamak doğru değildir. Nitekim bunu “zâhidâne hayat tarzı” olarak niteleyen çok sayıda ilim erbabı vardır. Netice itibarıyla bu tercihi dincilik olarak değerlendirmek, o dönemin gerçekten birer ahlâk nümûnesi sayılan (Ebûzer el-Gifârî gibi) şahsiyetlere karşı saygısızlık olur, onun için İslâm tarihindeki ilk rûhanîleşme eğilimini nitelemeye çalışırken tarih araştırmacılarının dikkatli olması gerekir. Şu var ki birinci kuşaktan ilk zâhidlerin ve siyasi olaylar karşısında tarafsız kalanların -sinerek, bireyselleşerek sergiledikleri- protest yaşam tercihlerinin “zühtçülüğe” yol açmış olabileceği ihtimali büyüktür. Ancak bu olasılık, ne gerçek zahitlerin zühtçülerle karıştırılması için, ne de onların zühtçülükten sorumlu tutulması için bir neden oluşturur.

Gerçek anlamda dinciliğin, Irak zühtçülüğü ile başladığını kesin olarak söyleyebiliriz. Buna, dış görüntüsü itibarıyla “Arap dinciliği” de diyebiliriz. Çünkü bu akımın teorisi ve edebiyatı, bütünüyle Arapça yazılmıştır. Fakat Arap dinciliğinin ilk yazarlarının tamamına yakın kısmı Fars kökenlidirler (yani İranlıdırlar). Evet, bu akımın hemen bütün aktörlerinin Araplaşmış İran kökenli mistiklerden oluştuğuna burada işaret etmek gerekir. Bunun çok önemli bir nedeni vardır; İran topraklarının kısa zamanda Araplar tarafından işgal edilmesi ve İranlılara “Arap dininin dayatılması” olarak bu nedeni özetlemek mümkündür. İranlılara göre bunun intikamı bir şekilde alınmalıydı. Onun için İranlı insanın vicdanına kazınmış olan ve meselenin içyüzünü dürüstçe yansıtmayan bu kanı, o günden bu güne hiç değişmemiştir. Nitekim hemen her İranlı’nın kalbi Araplara karşı derin bir kin ve nefretle doludur.[3] Bu nefret Araplarda misliyle karşılık bulur. Bu gerçeği kanıtlayan ikinci bir akım daha vardır: Şuûbuyecilik.[4] Bu ilgiyle hatırlatmak gerekir ki, (Arap görünüşlü) Fars dinciliği ya da “Irak zühtçü tasavvufu” ile Şuûbiyecilik, paralel iki akım olarak bir yandan Arap milliyetçiliğine karşı savaş verirken öbür yandan İslâm’a ağır darbeler indirmiş ve tekrar ihya edilmesi hemen hemen mümkün olamayacak şekilde onu yıkıma uğratmıştır.[5] Irak zühtçü tasavvufu, bir zaman sonra yerini Türk tasavvufuna terk etmiş ve Türkistan’ın işgalinden sonra yavaş yavaş Müslümanlığa dönüşmüştür.

Tekrar hatırlatmak gerekir ki Irak zühtçülüğü kılığındaki dincilik, başka bir deyimle “Arap kisveli Fars dinciliği” döneminde Müslümanlık söz konusu değildi. Evet, (en azından 800-1000 yılları arasında) İslâm coğrafyasında “Müslüman” ve “Müslümanlık” kelimelerinin henüz telaffuz edildiğini kanıtlayan hiçbir delil bulunmamaktadır. (Çünkü bu tarihlerde Türkler -her ne kadar İslâm’la yüz yüze gelmiş iseler de- onu gerçek anlamda henüz tanımış değillerdi.) Bu ise, göz ardı edilemeyecek çok önemli ve çok kesin bir tespittir.

Yukarıdaki bilgiler ışığında ve teyit mahiyetinde ifade etmek gerekir ki İslâm tarihinde dincilik, mistikleşme eğilimiyle ortaya çıkmıştır. Daha açık bir ifadeyle dincilik, “tasavvuf” adı altında “içe kapanma” olarak nitelenebilecek bir hayat tarzıyla başlamıştır. Bu yaşam biçimi çok sürmeden miskinliğe, tembelliğe, dünyayı boş vermişliğe dönüşmüş, yüzyıllar sonra da tarikatçılık olarak yaygınlık kazanmıştır. Sonuç olarak (Tasavvuf, miskinlik ve tarikatçılık) iç içe geçip yoğrulmak suretiyle (çeşitli evrelerden geçtikten sonra) çağımızda dincilik olarak son şeklini almıştır. Onun için tasavvufu, Müslümanlığı ve dinciliği -kesin sınırlarla- birbirinden ayırmak mümkün değildir. Bu nedenle her Müslüman aynı zamanda mistik ruhludur ve dincidir. Müslim ve mü’min kişiyi Müslüman tipten ayıran kalın duvar işte budur.

Dinciliğin fitilini ilk kez Ebû Haşim es-Sûfî (öl. M. 733) ateşlemiş ise de bu akımın en ünlü aktörü Cüneyd el-Bağdâdî’dir (M. 830-910). Bu iki şahıs da Fars kökenlidirler (yani İranlıdırlar.) Cüneyd’in günümüze kadar ulaşmış bulunan mektupları vardır.[6] İslâm Ansiklopedisi’nde Cüneyd hakkında kaydedilmiş olan şu sözler ilginçtir: “Cüneyd’in, tasavvufî düşüncelerini ifade etmek için söylediği ve sûfî tabakat kitaplarında yer alan sözleri açık ve anlaşılır olmakla birlikte risâle ve mektuplarındaki ifadeleri son derece kapalıdır.”[7] Cüneyd ve öğrencileri çok sıkı takiyyeci oldukları için onun mektuplarındaki kapalılığın içyüzüne anlam vermek zor değildir. Çünkü Cüneyd-i Bağdâdî kripto sûfilerden biridir. Hatta onların ilkidir. Bunun önemli kanıtlarından biri de bizzat yetiştirmiş olduğu Ebûbekr-i Şibli’yi (861-946) azarlayarak söylediği şu sözlerdir:

“Biz bu ilmi olgunlaştırdık, sonra onu labirentlerde gizli tuttuk, ama sen geldin onu şimdi insanlara ifşa ediyorsun!”[8]

Özellikle öğrencilerinden biri olan Hallac’ın “öldürülmesi gerektiğine” ilişkin Cüneyd’in fetvası bu gerçeği teyit etmektedir.[9] Aslında Cüneyd’in bu tutumu takiyye’den başka bir şey değildir. Çünkü Hallac, tabir caizse “şov yaparak” dinciliğin içyüzünü açığa vuruyor, sûfî dincilerin sırlarını ifşa ediyordu. Bu da Cüneyd’i öfkelendiriyordu. Hallac’ın idam edilmesinden önce Cüneyd’in bu fetvayı vermiş olması, o dönemdeki dinci mafyanın ne kadar etkili olduğunu akla getirmektedir.

Bir sonraki yazıda kaldığımız yerden devam edeceğiz inşallah.

 


[1]. bk. 33/Ahzâb, 62; 35/Fâtır, 43; 48/Fetih, 23

[2]. Takiyye: Çevre baskısından korunmak için kişinin (dinde) mezhebini ve inanışlarını gizlemesine verilen addır. Bu terim, daha çok Sünnȋler tarafından Şiȋler hakkında (suçlama ve aşağılama) anlamında kullanılır. Bu iki kesim arasında -tarih boyunca süregelmiş- derin bir düşmanlık vardır. 2000’li yıllarda Ortadoğu’da patlak veren mezhep savaşları bu tarihi düşmanlığın açık kanıtlarındandır. Bu da Müslümanlığın fitnelere ne denli kaynaklık ettiğini göstermektedir.

[3]. İran’ın günümüzde Arap coğrafyasında körüklediği iç savaşlar bu gerçeği açık şekilde kanıtlamaktadır.

[4]. Şuûbuyecilik: İran milliyetçiliği anlamına gelen ve Arap milliyetçiliğine karşı edebiyatla sürdürülen tarihi bir savaşın adıdır. Bu savaş asırlarca devam etmiştir.

[5]. Bu gerçeği en veciz bir ifade ile Ord. Prof. Dr. Fuad Köprülü şu sözlerle dile getirmektedir:

“İrânȋlik, Hüseyn (rh) evlâdını Sâsânȋlerin vâris tâkipçisi sayarak ‘Ehl-i beyt’in hukûkunu müdâfaa’ perdesi altında Arap milliyetine ve İslâm dinine dehşetli darbeler vurdu ve eski bir medeniyetin kolayca yok edilemeyeceğini Zerdüşt akidelerini İslâm kisvesi altında sokmak suretiyle açıkça gösterdi.”

[6]. Bu mektuplar Ali Hasan Abdülkadir tarafından “جنيد رسائل” adı altında derlenerek 1988 yılında Kahire’de yayınlanmıştır.

[7]. bk. TDV. İslâm Ansiklopedisi: https://İslâmansiklopedisi.org.tr/cuneyd-i-bagdadi. Bu madde ilk olarak 1993 senesinde İstanbul‘da basılan TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 8. cildinde, 119-121 numaralı sayfalarda yer almıştır.

[8]. Ebûbekr b. Muhammed b. İshak el-Kelâbâzi, et-Taarruf limezhebi ehli’tTasavvuf, s. 111, Hancı Kitabevi, Kahire-1994. Cüneyd’in Şibli’ye söylediği sözlerin Arapça orijinal metni şöyledir:

“نحن حبرنا هذا العلم تحبيراً، ثم خبأناه في السراديب، فجئت أنت فأظهرته على رءوس امللإ“!

[9]. Bir Arap araştırmacı, Cüneyd’in bu fetvasını işleyen bazı kaynaklara dayanarak diyor ki:

وممن أفتى بقتله الجنيد والشلبي، غيرة على السر أن يفشى لغير أهله، فالواجب كتم الأسرار، وإظهار شريعة النبي املختار.

Türkçe tercümesi:

“Ehil olmayanlarca sırrın içyüzüne ulaşılmasından kaygılandıkları için onun (yani Hallac’ın) öldürülmesi gerektiği yolunda fetva verenlerden birileri de Cüneyd ve (onun öğrencilerinden) Ebûbekr-i Şibli’dir.”

Kaynak: محمودعبد الرءوف القاسم، الكشف عن حقيقةدار الصحابة

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver