Uzaktaki, Çevremizdeki ve Aramızdaki Batı

 

’Batı’ kavramsallaştırması İslam karşıtlığı/düşmanlığı zemininde esas itibariyle bütünlük ve netlik ihtiva eden bir tanımlama değildir. Batıl tanımı, Hak karşıtlığı anlamı itibariyle daha kapsayıcıdır, denebilir. Fakat bu da âdeta Batı ile özdeşleştirilen ve kaynağı büyük ölçüde zulüm, tuğyan ve ahlaksızlığa dayalı ekonomik, askerî, siyasal, kültürel ve diplomatik güç ve etkinliği tarif ederken başkaca tanımlamaları kullanmayı gerektirir.

 Bugün ‘Batı’ dendiğinde hemen hemen hiç kimsenin aklına yeryüzünün doğusundaki veya diğer bölgelerdeki İslam karşıtı/düşmanı güçler ve topluluklar gelmez. Türkistan’daki Çin vahşeti, Keşmir’deki Hindu yamyamlığı, Myanmar’daki Budist terörü, Orta Afrika’daki Hıristiyan mezalimi… Tüm bunlar, İslam karşıtlığı ve düşmanlıkta Batı ile beraber aynı kampta bulunmalarına rağmen Batı olarak isimlendirilmez.

 Batı kavramlaştırmasında da aslında bir tür haçlı-siyonist kurnazlığı vardır. Her türlü maddi refahın, demokrasinin, demokratik özgürlüklerin, hür düşüncenin, sanatın ve gelişmişliğin ana yurdu olarak insanların aklına ilk olarak Batı dünyası geliverir. Bütün dünyada böylesi güçlü bir algının oluşmasında çağımız firavunlarının sihirbazlar topluluğu gibi olan medya-reklam gücünün çok yaygın ve etkin kullanımının büyük bir payı vardır. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; Batı, aslında iki ana unsurdan oluşmaktadır. Bunlardan ilki, devasa bir savaş gücü ve teknolojisi, ikincisi de yaygın ve etkin olarak kullanılan medya ve reklam ağıdır.

 Batı, birincisiyle işgal ettiği ülkelerin altını üstüne âdeta kalburdan geçirircesine sömürdü. Bu ülkelerden çekilmek zorunda kaldığında da hakları ve ülkeleri birbirine düşmanlaştıran politikalar yürüttü. Attığı nifak tohumları nesil nesil boy verip büyüdü ve mazlum halkları içine çekip yakan büyük bir yangına dönüştü. Bu tür iğrenç politikalarla servetine servet, gücüne de güç kattı ahlaksız Batı. Bu, işin bir tarafı.

 Medya ve reklam ağları ise yeryüzündeki şirkin ve fesadın ana kaynaklarından biridir. Tıpkı Firavun’un sihirbazlarının, halkın toplandığı meydanda yere attıkları ip ve odun parçalarını havayla civayla yılan gibi göstererek bunları oynatabileceklerini zannetmeleri misali bir şeydir, medya-reklam ağlarının yaptığı.

 Şüphesiz ki Hakka karşı kibirlenenler, gücü de ellerine geçirdiklerinde kendileri dışındakilere karşı hiçbir ahlakî sorumluluk hissetmezler. Böyle bir sorumluluk hissetmelerini gerektirecek herhangi makul ve geçerli bir sebep de yoktur onlara göre. Akılcılık, eşitlik ve özgürlükçülük diyerek Allah’ı subhanehu ve teâlâ inkâr ettiler. Allah ve genel anlamda din hakkında bizzat kendi öz nefislerine ve yol göstericisi konumunda bulundukları kendi halklarına da zulmettiler.

 Bu derin sapmayla hem ferdî, hem toplumsal, hem de (bir aralar ülkemizde de gündemleştirilen) kamusal alanlardan kendi tanımlarıyla Tanrı’yı ve Din’i tamamen çıkarmış olduklarına inandılar. Neticede Hıristiyanlıktaki muharref hâliyle dahi Tanrı inancını inkâr etmekle yükseldiklerini zannettikleri refah ve kibir kulelerinde, her bir ferdin farklı inanç veya ideolojilerle birden fazla ‘ilah’ edindiği hakikati ortaya çıktı. Heva ve akıllarıyla ürettikleri bu sahte ilahlarına bağlılık ve itaati de, siyonist-haçlı atalarından miras aldıkları İslam düşmanlığı üzerinden gerçekleştirmektedirler.

Hebdocu Şarliler: İleri Demokrasinin İdeal Toplumu

Kibirli ve şımarık olmakla beraber güçlü gibi de görünen Batı’nın, İslam coğrafyasındaki sömürü ve talanları farklı şekillerde devam ederken; öte yanda yaptıkları sayısız katliam ve yıkımları bile ikinci plana iten bir takım şenâatler icra etmekteler. Batılıların tümünün bu şenâatleri tasvip etmediği şeklinde bazı görüşler de ileri sürülebilir. Bilindiği üzere Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hakkında yapılan istihzaî yayınlar uzun yıllardır sürdürülmektedir. Bugüne kadar Batı dünyasından bu tür hedef gözetici kasıtlı saldırılar karşısında adı anılmaya değer hiçbir Batılı liderden veya devletten itirazî bir ses çıkmadı. Sükût, ikrardan gelir.

Konuşulması veya açıklama yapılması gereken yerde susmak; söyleneni, çizileni ve yapılanı kabul etmiş olmak demektir. Batılılar; bu hezeyanlar karşısında sükût da etmeyerek Şarli zihniyetinin aslında kendi öz kimlikleri olduğunu göstermiş oldular. Bunu da her zamanki gibi düşünce ve ifade özgürlüğü putunun arkasına saklanmaya çalışarak yaptılar. Papa Françesko’nun, meseleyi: ‘Anneme küfretsen yumruğu yersin!’ incisiyle basitleştirmeye ve olağanlaştırmaya çalışması, ayrıca dikkat çekidir.

 Şarlilerin kalemli ve kelâmlı hezeyanlarının asıl maksadı, İslam’ın şerif(Şerefli) bahadırlarıyla karşılaşmak ve kendilerine saldırtmak değildi elbette. Bu yapılanlar; İslam ümmetine yönelik topyekün ve organize saldırı, sindiri ve imha politikalarının medya-reklam ağındaki bir parçasıdır.

 İslam coğrafyasında Batılıların âdeta bölge valisi olmaktan başka bir fonksiyonu olmayan tağutların başında bulundukları devletler de örtülü bir biçimde tüm mekanizmalarıyla kendi haklarını, özellikle de yeni yetişen nesilleri Hebdocu Şarliler topluluğu hâline getirmek için gayret göstermektedirler. Bu politikalar, Batı’nın tüm iğrençliklerinin döl kesesi gibi olan demokrasinin gereklerindendir.

 Uzun zamandır devam eden ve en son Şarli hadisesiyle zirve yapan Batı saldırganlığına karşı İslam coğrafyasında ve ülkemizdeki tepkiler üzerine şunu söylemek gerekir. Demokrasiye inanan yahut demokrasiye inanmıyorsa da bunu açık bir şekilde deklare edemeyen ve hatta kendilerini ıkına sıkına demokrasi taraftarıymış gibi göstermek durumunda kalanların ortaya koyduğu tepkiler de, kalplerinin müzebzeb hâlini ve kafalarının ne kadar karışık olduğunu gösteren ilginç bir tablo çıkardı ortaya. Tepkilerin hedefinde sözde Şarli ve Şarli zihniyetinin rahm-i maderi olan Batı küfrü ve kibri vardı; ama en çok konuşulan şey ‘terörist’ olarak ilan edilip neredeyse İslam’dan çıkarılan Peygamber sevdalısı şerefli gençler oldu.

Demokratik sistemin aslî parçaları hâline gelen muhafazakâr mukaddesatçı partilerin ve kitlelerinin, demokrasinin değerlerinden olan ifade özgürlüğü bağlamında tepkiler gösterip gösteriler düzenlemeleri, kolaylıkla tarif edilemeyecek acayip bir ruh hâlini yansıtmaktadır. Aynı anda hem Şarlilere hem de Peygamber sevdalısı şerefli gençlere tepki göstermenin bir başka adı ne olabilir? Netice itibariyle özellikle de ülkemizde gösterilen tepkiler, bitin dişini kırmak (!) türünden de olsa sözünü ettiğimiz çelişkileri daha görünür kılmıştır.

Hümanizma kesesinden herkese ve her kesime cömertçe bağışlarda bulunan AK Parti’nin ileri gelenleri bu hızla devam ederlerse, şeytana da ‘Şeytan kardeşimiz!’ diye hitap edip muhabbetlerini takdim edecekleri günler yakındır. Şeytanın dahi ” ‘…Ben Allah’tan korkarım, sizin görmediklerinizi görürüm…’ ” diye, yapmaktan uzak duracağı çirkin şenâatları yaptıklarından ötürü Ka’b bin El-Eşref gibi helak edilen Şarlilere destek için, hasta yatağından kalkıp Paris’te küfür önderleriyle aynı safta bulunan siyaset Mevlana’sı böyle hızlı hızlı dönmekle altında bir gayya kuyusu açtığını fark etmelidir. Hacı Bektaş’ı, Mevlana’yı, Yunus’u ve daha nice tehvid kaçkınlarının yolunu yol edinenlerin nihai menzili kaçınılmaz olarak bu vahim görüntüdür. İslamcı teröre (!) karşı her gün Müslüman beldelerini bombalatan Cameron, Merkel, Holland ve Netenyahu ile aynı safta kol kola girme zilleti…

Batıcı-Laik eğitim sistemiyle beraber Batıcı-Laik garson boy tağuti örgütlemelerin tornasından geçmiş ne kadar çok TC vatandaşı genç ‘Şarli’ler varmış… Bu vesile ile bunu da öğrenmiş olduk. Kesin olan şudur ki; ülkemizde sosyal demokrat, laik, kemalist, welatperest veya sosyalist diye kamufle olan Şarliler Batının kalemli klavyeli orjinal Şarlilerinden daha azgın ve sınır tanımazlar. Batıcı-Laik-Demokratik sistemin bütün cürümleri bir tarafa gençliğin önemli bir kesimini şeytanizme kul olan Şarliler topluluğu hâline getirmesi, çok daha büyük bir cürümdür. Zira bu, büyük bir fitnedir. Bu cesametteki bir fitne mecrasını buldu mu, kontrolü mümkün değildir. Giderek yaygınlaşma temayülü gösterir. Uhrevi hayatı harap edecek sonuçlara sebep olur. Bu tür fitneler, Kur’an-ı Kerim’de beyan buyrulduğu üzere katlden/öldürmekten daha büyüktür, şiddetlidir.(Bkz. 2/Bakara, 191 ve 217)

Beyefendi kılıklı, kravatlı, Batılı küresel terör baronlarının safında yer almak; tarih boyunca hatırlanacak bir zillet görüntüsü olarak hafızalara kazınmıştır. Bu tür hadiselerden nemalanmaya çalışmak, beyhude gayretlerdir. (Müslüman) muhafazakâr, dindar etiketlerin altındaki gerçek kimlikler böylece daha net ve açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu türden bir çabaya yakın geçmişten de aşinayız. Orta yaş ve üzerindeki her Müslüman hatırlayacaktır.

Humeyni’nin Ruşdi’sinden Şerif’lerin Şarli Hadisesine

Yeryüzünde yaşanan ve şahit olduğumuz birçok hadise, aslında pek de göründüğü gibi değildir. En çarpıcı örneklerden bir tanesi de komşumuz İran’da 1979 yılında gerçekleşen devrim hadisesidir. Aradan geçen uzun yıllardan sonra oradaki devrimin asıl mahiyetinin, İslami değil Fars milliyetçiliğiyle Şia taassubu sentezinden oluşan farklı bir şey olduğu geç de olsa anlaşılmış oldu. Şia devriminin de yaşandığı seksenli yılların başlarında, hiçbir uluslararası tanınırlığı olmayan Salman Ruşdi ismiyle Hindistanlı bir biyolojik varlık, Şarlivari bir tarzda adına kitap bile denemeyecek bir hezeyanname yazmıştı. Hâlâ tam olarak anlaşılamayan bir şekilde beniâdem suretindeki bu şeytanın hezeyannamesi, tüm dünyada gündemin ilk sırasına oturtuldu.

Seksenli yılların İslam coğrafyası günümüzdekinden çok da iyi durumda değildi. Halkın üzerine kabus gibi çökmüş olan azgın tağutlar hâkim oldukları her ülkede Müslümanlara âdeta nefes aldırmıyorlardı. İslami hareketler üzerinde büyük baskılar kurulmuş, takipler, tutuklamalar, işkenceler, zindanlar ve idamlarla inim inim inletiliyorlardı. Afganistan’da komünist Sovyetler Birliği kendi sonunu getirecek işgale başlamış, mücahidler ilk zamanlarda Kızılordu’ya karşı çakaralmaz tüfeklerle cihad ediyorlardı. Moro’da, Keşmir’de, Eritre’de Müslümanların feryatları yükseliyorken Mısır’daki Firavun Husni tıka basa Müslüman doldurduğu zindanlar yetersiz kalınca çölde esir kampları inşa ediyordu. Suriye’de bugünkü tağutun babası olan o zamanki tağut Hafız Esed, başında bulunduğu Nusayri rejimin bütün gücünü Ehli Sünnet halkın üzerine sürüyor ve sadece birkaç gün içerisinde Hama şehrinde en az yirmi bin insanı katlediyordu.

Genel görünüm itibariyle böyle bir İslam coğrafyası vardı o zamanlar. Böyle bir dönemde Kur’an-ı Kerim’e ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimize Şarlivari saldırıları ihtiva eden Salman Ruşdi hezeyannamesi yayınlandı, dağıtıldı, medya ve reklam ağıyla şöhretlendirildi ve doğal olarak tüm İslam coğrafyasında önü anlamayan tepkilere sebep oldu. Öyle ki; yapılan gösterilerde tağuti güçlerin saldırıları neticesinde yüzlerce insan öldürüldü bu ülkelerde. Tam bu sıralarda Humeyni’nin Ruşdi hakkında ölüm fetvası verdiği haberi yayıldı tüm dünyada. Henüz emekleme çağında ve Irak ile zoraki bir savaş hâlinde olan devrimci İran’dan gelen bu haber, tüm İslam coğrafyasında sevinç ve heyecan dalgasına sebep oldu. Aradan 30 yıl kadar bir zaman geçti ama herhangi bir gelişme yaşanmadı Ruşdi hakkında. O gün bugündür Salman Ruşdi ülke ülke, diyar diyar dolaşır, konferanslar verir ve hatta yeni hezeyanlar yazar. Bunca zamandır yüz milyondan fazla olan Şiilerin arasından Humeyni’nin fetvasının gereğini yerine getirecek bir tek tane adam çıkmadı.

Rafızilerin Kur’an-ı Kerim’in sıhhatine yönelik ve Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem eşlerinden müminlerin anneleri olan Aişe ve Hafsa radıyallahu anhuma validelerimiz hakkındaki iğrenç iftiralarını ve hezeyanlarını bilenler, otuz yıldır Ruşdi hakkında hiçbir girişimde bulunulmamış olmasını çok iyi anlarlar ve böyle bir şeyin ebediyen olmayacağını da gayet iyi bilirler. Kur’an-ı Kerim ve müminlerin anneleri hakkındaki takiyyesiz gerçek itikadlarını açıkça ilan etseler, ümmet İsrail’den önce onları tükürük selinde boğacaktır. Bu, bahs-i diğer.

Safevi İran’ın (Sünni) İslam dünyasında özellikle de devrimin ilk yıllarında hüsnükabul ve destek bulmak için Salman Ruşdi’nin hezeyannamesinden çokça istifade ettiği sonraki yıllarda çıktı tabi. Öyle bir İran’dan bahsediyoruz ki; seksenli yılların sonlarında Arjantin gibi bir ülkede sırf ulusal çıkarları için kendi vatandaşları ile onlarla bağlantılı bir düzine yahudiye yönelik olarak operasyon yapabilmiştir. İranlı komünist Kürtlerin partisinin başında olan Dr. Kasımlo ve birkaç arkadaşını Almanya’da öldürtmüş, Türkiye’de Humeyni muhalifi birçok kişinin kaçırılması, sorgulanması ve öldürülmesi eylemlerini yapabilmiştir. Aynı yıllarda Afganistan’daki mücahidlerin arasına fitne tohumları ekmek ve nüfuz edinebilmek amacıyla en iyi ajanlarını cihad gruplarının içerisine sokabilmiştir. Böyle mahir bir İran ne hikmetse Ruşdi’yi ilgi ve kapsama alanına almamıştır. Humeyni’nin Şia devriminin İslam coğrafyasındaki reytingi düşmeye başladığı sıralarda, Ruşdi’ye ölüm fetvası tazelenerek reytingler tekrar yükseltilmiştir. Nihayet anlaşıldı ki verilen bu fetva, Ruşdi için adeta bir yaşam güvencesi olmuştur.

Allah’ın ayetlerini, Rasûlullah’ı sallallahu aleyhi ve sellem, İslam’ı ve Müslümanları şiirleriyle hicveden dönemin Şarlilerinden Ka’b bin El-Eşref ve Ebu Rafi ile kadınlardan da Asma binti Mervan’ın akıbeti Hebdo’nun Şarlilerinin başına gelince Batıllardan Müslümanlara yönelik gayz ve adavetin toplamına denk öfke ve nefret beyanları ‘Çevremizdeki Batı Başkenti’ Tahran’dan geldi. İmparator Hamaneî dışında Bağdat ve Beyrut’taki kuyrukçularının vaveylalarını da kaydetmek gerekir. Böyle ölçüsüzce bir tepki göstermeleri, kanaatimizce biraz da Hebdocu Şarli zihniyetiyle kendi itikadları arasındaki bazı paralelliklerden kaynaklanmaktadır. Rafızi cenahından mücahidlere yönelik olarak gösterilen tepkilerde kullanılan dil otuz altı yıllık devrim tecrübesini yansıtmaktan oldukça uzaktı. Bu durumda şu ihtimalleri de düşünmek mümkündür.

1. Safevi imparatorluğu, Şia-Rafızi hilalinin uçlarını birleştirmek üzere olduğuna tam kanaat getirdiği için artık kendi öz (Rafızi) referanslarıyla tutum takınıp söylem geliştireceğine dair kuvvetli işaretler vermektedir.

2. Irak, Suriye, Afganistan, Bahreyn ve son olarak Yemen’deki ‘imparatorluk unsurları’ ile (Batı’nın medya-reklam ağı dışında tutulmakla) kayıt dışı entegrasyon çabalarında en önemli partneri olan Batı’nın böylesine büyük jestine mukabil hep de Ehli Sünnet olan ‘terörist’ Müslümanlara olabilecek en sert karşılıklar verileceğini satır aralarında değil, herkesin duyabileceği bir şekilde dile getirmiş oldular. Nitekim Irak ve Suriye’de Müslümanlara saldırırlarken çatışmalarda öldürülen Rafızi generallerine misilleme(!) olarak Safevi imparatorluğu, hapishanelerinde bulunan ve Siyonist çete devletine özgü bir mantıkla rehin olarak tuttuğu Ehli Sünnet’ten birçok gariban Müslümanı infaz etmiştir. Yargılama sonucunda falan değil, imparator Hamaneî’nin emriyle… Bu infazlar, Safevi devletinin asıl karakterini gösterir. İran’ın yaptığı bu infazlar ilk değil elbette. Haçlı siyonistlere taş çıkartan bu kirli politikalarına devam ettiği müddetçe infazlara devam edecektir.

Şii/Laik Şarliler Rafızi Cephesine Koşuyor

Manşetlere ‘Cihadçı’ Olarak Çıkartılıyorlar!

Batı’yı tüm insanlığa önderlik eden zeki, haklı ve kudretli bir efendi gibi gösteren medya ve reklam ağı, hemen hemen her gün onlarca ‘cihadçı’ haberi yaparak, uluslararası ajanslar vasıtasıyla tüm dünyaya servis eder. İslam coğrafyasındaki laik, muhafazakâr, alevi, sosyalist ve milliyetçi maskeli yerli Şarliler de önlerine atılan bu sanal kemik parçalarını günlerce yalayıverirler. Birinin tadına tam doyamamışken, üzerlerine ‘link’ten kemik yağar.

Tevhid akidesine ve İslami değerlere karşı Hebdocu Şarlilerden daha azgın olan yerli Şarlilere Batılı ajansların sözde haber servisi diye yutturduğu ucuz istihbarat fiyaskoları, özellikle de son dönemlerde medyanın ana gündem konularındandır. Bütün dikkatlerin, Müslümanların üzerine yöneltilmesi hususunda özel ve yoğun bir gayret içerisindedirler. Öyle bir pervasızlık içerisindeler ki, İslam’ın şiarlarından olan giyim-kuşamı dahi bir tehdit ve tedirginlik unsuru olarak gösterir hâle düşmüşlerdir.

Batı’nın medya-reklam havuzuna sazan gibi atlayarak Türkiye’den cihad bölgelerine giden Müslümanların sayısıyla ilgili gün geçtikçe büyüyen yeni rakamlar dillendirilmektedir. İlk başlarda birkaç yüz olarak telaffuz edilen sayı, şu sıralar on iki bin ila on beş bin arası bir rakam olarak dile getirilmektedir. Verilen bu rakamlar doğru olsa bile en az yarısının koalisyon kuyrukçusu Irak ve Suriye’deki Rafızi ve laik güçlere katıldığı yönünde ciddi emareler bulunmaktadır. Urfa ve Diyarbakır gibi illerde ve bazı ilçelerde hemen hemen her gün Suriye ve Irak’taki laik sosyalist cephede savaşırken öldürülen militanlar için kendi taraftarlarınca cenaze törenleri yapılmaktadır.

İran’ın Suriye ve Irak’taki askeri güçleri, bu bölgelerdeki operasyonların sevk ve idaresinin de başında bulunmaktadırlar. Esed güçleri, İbadi’nin Irak ordusu ve Lübnan Hizbullat’ı, tamamen İranlı generallerin komutası altında savaşmaktadırlar. Türkiye’den de başta İstanbul olmak üzere Kocaeli, Iğdır, Hatay ve özellikle de Alevilerin yoğun olarak yaşadığı diğer merkezlerden hiç de azımsanmayacak sayıda gençler işte bu Rafızi cephesine koşmaktadırlar. Bunlardan bir kısmı kendilerine gösterilen bazı bölgelerde çeteleşmekteyken, diğer bir kısmı da Esedçi laik güçlerin saflarında savaşmaktadırlar. Bu hakikatleri Trinidad ve Tobagolu bir Müslüman bile biliyorken Batı’nın medya ve reklam ağı, Türkiye’den Suriye ve Irak’taki Müslümanlara, ezilen halklara ve İslam Devleti’ne karşı uluslararası emperyalist koalisyonun embedded(İliştirilmiş) kuyruk gücü olarak savaşmaya giden Kürt-Alevi-Caferi-Laik-Sosyalist gençleri de ‘Cihadçı’ diye yutturabilmektedir. Şarlilerin ‘Cambaza bak!’ numarasıyla, bu gerçeği gözden kaçırmaya çalışmaktadırlar.

Laik-Batıcı-Demokratik ve esas itibariyle Kemalist bir devlet olan Türkiye’nin üniformalı rütbesiz bir eri, yolunu şaşırır da Suriye sınırını birkaç adım geçiverse Batı’nın medya reklam ağı ve tabii olarak yerli Şarlilerin de mahirane tetikçiliğiyle  Türkiye neredeyse İslam Devleti’nin son eyaleti olarak ilan edilecektir. Batılı başkentler bir türlü dibini bulmayan derin endişelerini ve teessüflerini püskürtecek, uluslararası hukuk vs. falan bir sürü maval okuyacaklardır. Esed isimli kadavra da kurnaz acem diplomatlarının fitlemesiyle Türkiye’yi, ortak tağutları olan Birleşmiş Milletler’e gammazlayacaktır. Yolunu şaşırmış Türkiyeli bir erin Suriye sınırını birkaç metre ‘ihlal’ etmiş olmasından derin kaygılar duyabilen haçlı siyonistler ile rafızî İran’a göre Şam topraklarında askeri uzman bulundurmak ancak kendilerinin hakkıdır. Bu sebeple Türkiye’nin yaptığı sınır ‘ihlal’i asla kabul edilemez. Bu da Batı kibri ve acem kurnazlığı ile harmanlanmış diplomatik bir tavır(!)

Batı başkentleri dendiğinde akıllara ilk anda Washington, Berlin, Londra, Paris gelir. Bu başkentleri genel manada bir merkez olarak kabul edersek, İslam coğrafyasında bulunan, ancak izledikleri politikalarla Batı’yı hiç de aratmayan bazı başkentleri de ‘Çevre Batı Başkentleri’ olarak isimlendirmemiz mümkündür. Müslümanların artık Şer’i Şerif’i tamamıyla tatbik edebilecekleri bir tür otorite, cihadı sürdürdükleri ve  melhame-i kübra’yı hatırlatan şu süreçte haçlı siyonistlerle birçok kritik alanda Müslümanlara karşı aynı safta yer almış ‘Çevre Batı Başkentleri’nden söz ediyoruz.

 Bu başkentlerde hüküm süren tağutlar, Müslümanlara karşı baskı, sindiri, işkence ve imhada haçlı siyonistleri aratır bir vahşet sergilemektedirler. Ehli Sünnet İslam dünyasına tarih boyunca hiçbir zaman dost olmayan Tahran, son Şarli hadisesinde de görüldüğü üzere Peygamber Sevdalılarına düşman kutupta yer aldı. Suriye ve Irak’ta fiilî olarak savaşıyor olması, aslında başkaca bir şey söylemeye gerek bırakmıyor.

Bu hâliyle Tahran, Batılıların gözlerini kamaştırmaktadır. Kahire ve İslamabad gibi başka başkentleri de Tahran’la birlikte zikredebiliriz. Bu üç başkentin aynı cümlede ortak paydada buluşmaları tağuti düzenlerinin zilletinin veya Batı’nın doğrudan ya da dolaylı olarak bunlar üzerindeki etki gücünün göstergesidir.

Ehli Sünnet Müslümanlara karşı savaşta şu an itibariyle savaşçı ve savaş araç gereçleriyle büyük bir kaynak ayırarak sahada var olan Tahran’ın, Batı’nın beklentileriyle örtüşen politikaları, kısmen dahi başarılı olursa hain bakışlarının görüş alanına diğer Ehli Sünnet toplumları ve beldeleri de girecektir. Son dönemde Yemen’de yaşananlar da bunu teyit etmektedir. Safevi-Rafızi imparatorluk heveslilerinin ‘hedefe giden yolda her şey mübah’çı(Makyavelist) politikaları son olarak yumuşak kalpli, ince ruhlu, hoşgörülü ve sevimli insanların yaşadığı Yemen’i büyük bir kaosa sürüklemeye başladı. Yemen’de hepi topu yüzde beşlik bir nüfusa sahip olan Husiler, İran tarafından 1990’lı yılların başlarından beri örgütlenip silahlandırılmakla birleşmeden sonraki Yemen’de yeni bir fitne sürecinin fitilini ateşlediler. Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem yumuşaklıklarına/hilmlerine şahitlik ettiği Yemenliler dahi uluslararası küfür ile Rafızilerin kesişen çıkarları istikametinde gelişen/yönlendirilen hadiselerle birbirlerini boğazlama noktasına geldiler ya da getirildiler. Eskiden Yahudiler için söylenen ‘her fitnenin altında mutlaka bir Yahudi/Siyonist parmağı vardır’ sözünü, İslam coğrafyasındaki bu tür gelişmelere baktığımızda Safevi/Rafızi İran için söylemeye başlayanların sayısı her geçen gün daha da artmaktadır.

 Müminlerin anneleri olan Aişe ve Hafsa radıyallahu anhuma validelerimize Hebdocu Şarlilerden daha ağır itham ve iftiralarda bulunan Rafızi Şarliler için asıl önemli olan şey, Şii/Rafızi hilalinin uçlarını birleştirerek Safevi imparatorluğunu yeniden ayağa kaldırmaktır. Bu amaç uğruna tüm güçlerini tam bir seferberlikle seferber etmiş durumdadırlar.

Büyük bir savaş gücü ve teknolojisine sahip Batılı Şarliler ile toparlanıp güçlenerek yeniden ihtişamlı imparatorluk günlerine dönmeye çalışan Safevi Şarlilerinin klavyelerinin, kalemlerinin ve namlularının hedefinde her zaman olduğu gibi yine tevhid daveti ve muvahhid mücahidler bulunmaktadır. Batı, zannedildiği gibi bizden hiç de uzak değildir. Batı uzakta gibi görünüyor olsa da çevremizden ve aramızdan hiç eksik olmadı. Suret-i haktan görünmeyi pek beceren İslam/doğu görünümlü Batı, Batıl’ın en tehlikeli koludur.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver