Tünel

Bir yol. Bir demiryolu. Yolda romatizmaların azdığı için oflayıp puflayan pir-i faniler gibi, mekanik iniltilerle bayıra yüklenmiş bir tren.

Büyük bir tehlikeyi daha uzaklara haber vermek ister gibi tiz bir siren sesi. Peş peşe. Defalarca. Uzaklardan duyulunca kara da olsa bir trenin sesiyle müjdelenmek için ümitlenir, istasyonları bekleşen ahali. Kimilerinin yüreklerini ise ince ince sızlatır bu ses hasretle.

Doğa, yaratan Rabbine adeta bir şükür ifadesi olarak yeryüzünü ziynetlendirdiği göz alıcı güzellikteki manzaralarını cömertçe sergilemekte. Kompartımanın penceresinden de bu güzel manzaraları izlenmekte. Kesintisiz.

Doğayı, bir görenler vardır; bir de sadece bakanlar, bilirsiniz.

İçeridekiler. Göbeğinde yaşadıkları doğanın, kusursuz güzelliklerini ömürlerinde ilk kez görüyorlarmış gibi güçlü bir merakla penceresinden bakıyorlar kompartımanın.

İçeridekiler dediğim, kompartımandakiler. Kimisinin gözleri gökyüzünde sarmaş dolaş gezinen bulutlara dikilmiş, kimisi, çok da uzak olmayan bir otlakta yayılmış koyun sürüsünü gördüğünde kompartımandaki diğer yolculardan saklamak ister gibi derin bir iç geçirir. Çocukluğunu hatırlamıştı zira. Kendisi henüz ana kuzusu bir cimcime iken nasıl da çobanlık yapmaya çalışırdı kuzulara.

Recai de var bu kompartımanda. Birkaç saat evvel adeta yemyeşil bir denizi andıran ormanın kıyısından geçmişti tren. Göz alabildiğince yeşillik. Uğradıkları istasyonlara yaklaştıkça sayıları daha da artan meyve ağaçları görünür. İçtimada bulunan bir askerî birliğin neferleri gibi adeta hiza ve istikamete bakarcasına sıralanmış, geçip uzaklaşan ağaçlar. Tepedeki güneşin tesir etmeye muvaffak olmadığı koyu gölgeli ağaçlar.

Demiryolcularının suyu dağlardan gelirmiş. Her istasyonda onlara has bir su hattı vardır, derler. Doğru mu, doğru ise tüm istasyonlarda da var mı, bilinmez. Ama istasyonlara yakın evlerin sakinleri, günlük bir bidon da olsa bu sudan alıp evlerine götürürler. Dağdan gelir; temiz, sağlam sudur diye. Hele yazın karpuz çatlatan bir serinliği vardır, bu suların. Basbayağı bildiğimiz soğuk su akarmış bu çeşmelerden.

En son mola verdikleri istasyonun çeşmesinden doldurduğu şişesini, sehpanın bir kanadının üzerine koymuştu Recai. Kompartımanlarda pencerenin hemen altında montelenmiş iki kanatlı açılır kapanır portatif sehpalar vardır. İşte sehpanın bir kanadının üzerine koymuştu su şişesini Recai.

Dışarıda resmî geçit yapar gibi anbean değişen bu güzelim manzaraların tek bir karesini dahi kaçırmak istemiyordu. Manzaralar da manzaraydı hani. ‘Gözünü bizden ayırma!’ der gibiydiler. Demeseler de öyleydiler ya.

Recai’nin de zihninde hemen bir şeyler beliriverirdi böylesi durumlarda. Daha çok uhrevi manzaralar gelirdi aklına. Düşünüyordu da şu gökkubbenin altında ne güzellikler ne harikuladelikler varmış. Gençliğin cevelanını alevlendiren olağanüstü tablolar. İsimlerini dahi bilmediği belki de hiç görmediği ve göremeyeceği envai çeşit ağaçlar. Bir tarafta melbûd, öte yanda sölpümüş olanlar. Kimisi Sidr’i kimisi Talh’ı, kimisi de Tuba’yı andırırlar.

‘Subhanallah! Şüphesiz ki bunların her biri apayrı birer mucize gibi.’ dedi içinden, Recai.

Kur’an’dan hatırlamıştı bu manaya yakın bir ayeti. Kitabı sağ elinden verilmiş olup gölgeler ve pınarbaşlarında bulunan muttakilerin varis kılındıkları yüksek cennetlerde ağırlanışları… Zemininden ırmaklar akan, gölgeleri ve yemişleri kesintisiz olan cennetleri… Kabartılmış döşekler üzerinde örtüleri atlastan minderlere yaslanan bahtiyarlar…

Kıpır kıpırdı içi. Hatırladığı ayetler ve seyre daldığı o eşsiz manzaralar neşelendirmişti onu. Ne de iyi olmuştu trene binmesi. Tren yolculuğu gayet güzel bir fikirdi. Geze geze yol alıyordu saatler boyu. Kısa süre önce nehir üzerinde kurulu bir demiryolu köprüsünden geçerlerken zihninde sırattan geçiş tablosu canlanmıştı.

Sırattan geçmek. Bunda muvaffak olabilmek için amellerini şu an içinde yolculuk yaptığı trene benzetmişti. Saymıştı binmeden önce, kaç vagon olduğunu trenin. Tam sekiz vagonluk bir katardı.

Amel. Evet. Salih amel. Sekiz vagonluk, haydi bunun iki katı bir katar yükü kadar salih amelinin olduğunu düşünmüştü. Sırattan geçebilmek için tek başına bunlar yeterli miydi? Hayır, hayır. Başka şeyler de olmalıydı. Mesela şu koca katarı ip gibi peşinden sürükleyen bir lokomotif vardı.

Öyleyse amellerinin salih, salih amellerinin de ihlaslı olması gerektiği çok açıktı. İhlas. Tabi. İhlas da salih amellerin lokomotifiydi. Allah’ın rızasına, hoşnutluğuna müjdelemesine ve ebedi saadet yurduna ulaşabilmek için takdim edilen salih amel ‘katar’ı, ihlas lokomotifiyle makbuliyet menziline vasıl olabilirdi ancak.

Amellerin salih olması iyi de, ya ihlastan mahrum ise. İşte o zaman katar yükü gibi salih amelleriyle beraber henüz sıratın başındayken el elde baş başta kalınacağını hatırladı yeniden. Bundan dolayı bir an ürperiverdi.

Recai birçok meseleye bu şekilde bakmaya çalışır, aynı anda da kafasında hemen bu duruma münasip bir kıyamet sahnesi canlanıverirdi.

Bir ağaca bakar mesela. O ağacın kaç yıllık olduğunu düşünür, hesap etmeye çalışır önce. Sonra ‘Kim dikmiş bu ağacı acaba?’ diye sorar kendi kendine. Ne yapacaksa artık bu sorunun cevabını. Bu meselelerde tefekkür etmekte asıl niyeti. Ağacı diken adam görmüş müydü böyle büyüdüğünü diktiği ağacın. Hâlâ hayatta mıydı, ailesi var mıydı? Müminlerden miydi yoksa kendisini mümin zannedenlerden mi? Bir fidanı toprakla buluşturmuş ve hayata tutunmasına vesile olmuş ya, peki ya kendisi ne hallerdeydi acaba? Mümin olarak göçmüşse ne âlâ! Böyle bir ihtimal dahi sevindirmişti Recai’yi. Hayırlı, muvahhid bir evlat bırakmış mıydı, her tarafı tuğyan sarmış dünyaya bir tevhid tohumu diye. Hem de kendisi için sadakayı cariye olacak salih bir evlat. Öyleyse ne mutlu ona.

Recai bu. Dünyalık ahiretlik peş peşe sorular belirir zihninde. Bir arpa danesi görmeye görsün. Bir bakarsın ki o arpa danesini yiyen öküzün sürdüğü tarlada yeşeren ekinin hasadıyla elde edilen tahılın hangi değirmende un, hangi evde yoğrulan hamur, o hamurdan hangi tandırda pişen hangi ekmek olduğunu ve o ekmeği de hangi insan, civcivinin yediğini düşünerek soruların peşinde neredeyse bir devri alem yap vermişti. Hızlı da düşünürdü ha!

Taka tuka tika tak… Taka tuka tika tak…

Tren bu. Koca bir demir yığınından bundan daha munis daha hafif ve daha hoş (!) bir melodi çıkar mı, çıkmaz elbette. Amma bu, dev bir yılan gibi dağları bayırları kıvrıla hızlana aşıp sevilenleri sevenlerine ulaştırmak için durmadan giden terene de yakışmıyor değil, bu mekanik melodiler.

Taka tuka tika tak…Taka tuka tika tak…

Çok azı dışında yolcuların hepsi alışır bu sese bir süre sonra. Hatta uyumak isteyenler için ninni gibi gelir bazen. Kompartımandaki yolculardan yaşlı bir musıkişinas, dinlemek mecburiyetinde olduğu bu, Ray cinsinden melodileri hafızasındaki musıkî arşivinden hangi besteyle eşleştirebileceğini düşünür o sırada. Bulduğundaysa yüz çizgileri gerilerek bir memnuniyet ifadesi yayar yeryüzüne.

Gür siyah bıyıklı, sakin bakışlı, iri kara gözlü bir delikanlı geçen yaz yaptığı düğününü hatırladı raylardan yayılan mekanik melodiyle. Tren hızlandıkça kendisine özgü bu melodinin de temposu artıyordu. Tıpkı düğün günü bahşişlerini peşinen toplayıp garantilemiş davulcunun aşka gelerek derisini patlatırcasına davulunu tokmaklaması gibi. İşte genç adam da bunu hatırlamıştı.

Kompartımandakilerin her birisi hatıra ile hayaller dünyasında, kimisi maziye doğru yolculuğa çıkmış, kimisi de geleceğe doğru yol almakta, pencereden izledikleri manzaralar eşliğinde.

Raylardan çıkan seslerde bir değişiklik oldu. Filtrelenmiş gibi daha boğuk bir ses. Aynı anda kompartıman da karanlıkta kaldı. Tren bir tünele girmişti. Girer girmez tüm kompartımanlardaki aydınlatma ampulleri ölgün de olsa yanmaya başlardı ama bu kez öyle olmadı. Bir saniyeyi bir dakika gibi uzun hissettiren bir karanlık içinde kalmıştı herkes. Recai yine pürdikkat.

Karanlığı yara yara ilerleyen tren, hızını da düşürmüştü. Farlarından kırıla kırıla tünelin içine yayılan ışık hüzmeleri hafif bir loşluk vermekteydi tünele. Recai’nin dikkatini tünel duvarı çekti ilk anda. Taşlar birer tuğla boyunda ve dikdörtgen biçimindeydi. Duvar terlemiş, bazı noktalarda su damlıyor. Yosunlaşmış duvarın taşlarına bakınca içine bir korku yayıldığını hissetti Recai. Çünkü duvarın görünümü korkunç şeyler çağrıştırmaktaydı zihninde.

Taka tuka tika tak… Taka tuka tika tak…

Bu soğuk metal sesinden, sebebini henüz anlayamadığı bir ürperti hissine kapılmıştı. Ses tünelin içinde yankılanıyor ve birkaç kat daha kuvvetli bir gürültü olarak kulakları çınlatıyordu.

Tren tünelin içinde patinaj mı yapıyordu ne? Pek mantıklı olmasa da öyle zannetmişti Recai.

Diğer yolcuların da o tanıdık yolculuk rahatlığı, huzursuzluğa dönüyordu her geçen saniye.

Raylardan, daha önce melodi gibi gelen sesler Recai’nin kulaklarında inilti gibi çınlıyordu şimdi. Gözleri yine penceredeydi, her zamanki gibi.

Zindan!

Evet ya. Tünelin taş duvarı zindanı hatırlatmıştı. ‘Kim bilir yaşadığımız şu an hangi kör karanlık zindanlarda nasıl canhıraş feryatlar yükselmektedir arşa.’

Sonu acı içinde ölüm olan feryatlar. Kayıt altına alınmayan, hesap edilmeyen ve her hangi istatistiki bir veriye konu olmayan, olamayan mazlumane ve ölümlere sürüklenen canların istiflendiği sevk vagonlarının kompartımanları gibi sıralanmış hücreler.

‘Ne zaman çıkacak tren bu tünelden?’

Daraltı geldi herkese. Kör karanlıkta devasa demir yığını trenin her aksamı feryat etmekte sanki. Taş duvar ise zindanı heceliyor artık. Her geçen saniye iniltiler daha da yükseliyor anlaşılan. Her bir taş, tünelden beter hangarlarda işkencelerle öldürülen her bir mazlumun suretinde görünüp sesinde haykırıyor gibiydi, trende bulunan ve hızla uzaklaşmakta olan her bir insana. İnsan suretindeki her bir canlıya.

Ağızı şirk koktuğu halde ‘İslam’ diye naralananlara. Karnındaki barsakların röntgenini şirk sistemine takdim edenlere.

Bir masa, iki koltuk ve bir de tabela ile arzı fethetmenin ilk adımlarını attıklarını vehmeden ehli eyyama.

Muvahhidlere darbe vurmaketiket yapıştırmak, çamur veya laf atmak için kuyruklarda bekleyerek salya sille salvolar sallayanlara.

Bir ihtilafımız daha olsun diye ihtilaf üretip pazarlayarak dağıtım ağı kuran muhtelif ebat ve adette muhalif tıynetlilere.

Taka tuka tika tak… Taka tuka tika tak…

Tünel. Taşlar. Duvar. Duvar taşları. Yosun tutmuş, kararmış, ıslak, çentikli ve loş.

Zindan!

Dehşetengiz bir dehliz. Tağut oğlu tağut Esed’in azap hangarları. Feryatlar bile mecalsiz… Sessiz. Her beden bir işkence kadavrası. Canlı kadavra. Dünya tarihinde hiç bu kadar uygulamalı işkence eğitimi yaptıran bir başka tağut yoktur. Zûnûvas mı, Dehhak mı, Firavun mu, Kin hanedanlığı mı?

Hepsi. Hayır, belki de hiçbiri. Onların hem itikadi hem de sulbî zürriyetinden olan işkencecilerin ülküleri bir. Önderleri, lojistik kaynakları, tahrik ve taklit mercileri de. Yeni bir Safevi İmparatorluğu’dur müşterek hayalleri.

Tünel. Tren. Kompartımanlarında yanması gereken ölgün Işıklar hâlâ yok. Herkesin canı sıkkın. Recai’nin de.

Tünel karanlık. Yosunlaşmış duvar hâlâ ağlıyor. Raylardan çıkan seslerde iniltilerle feryatlar birbirine karışmakta.

Ses veren, güç veren, zel veren, teselli veren, cesaret veren, selam veren kimsecikler yok. Kaçamak da olsa şefkatli bir bakış ile nazar eden dahi yok.

Zindan!

Hama mı, Halep mi, Şam mı yoksa Suriye’nin tamamı mı?

Tüneller her yerde. Tüneli, hangarı olmayan tağutlar bu tür zulümlerini konteynırlarla kotarmakta. Hem kaleler ne güne duruyor? Cenk kalesi gibi kanlı kaleler.

Kimi tağutlar Safevi Şiası adına Müslümanları boğazlarken kimileri demokrasi, kimileri de kralcı bir ‘din’ adına sürümlerini icra etmekte.

Baasçı Safevi müşriklerin vahşetine Siyonistler dahi şaşırmakta, hatta kıskanmakta. ‘Nasıl da düşünememiştik bunları. Oysa Şia kardeşlerimizden (!) daha mahirdik bu mecrada.’

Tren hala patinaj mı yapıyor, ne? Yoksa dipsiz kuyulara doğru mu yol almakta. Recai de bu işe pek bir anlam veremedi daha.

Kederlenmişti Recai.

Bin taş bir duvar… Kompartımandaki keyifli yolculuğun konforunu nasıl da darmaduman etmişti.

Belki de daha iyi oldu, diye düşündü Recai. ‘Daima şu ana odaklanmalı’ dedi. Kimse duymadı onu tabi.

Dört bir yanında neler yaşanıyordur, tam da şu anda dünyanın, kim bilir.

Günde kaç mümin ruh, bedeni ait olduğu toprağı serilip yükselmekte arşa. Cennetlere doğru kanatlanan yeşil kuşların kursağında. Selam, müjde, hoş karşılanış, rıza, ikram ve esenlik yurtlarına doğru kanat çırpmada birbirleriyle yarışmada yeşil kuşlar.

Ya ötekiler… Evet, ötekiler. Haçlı ittifakının dahi yapamadığı vahşeti muvahhidler üzerinde tatbik eden Kin koalisyonu.

Aynı anda Rusya’yla, Çin’iyle, Avrupa’sıyla, Amerika’sıyla, laikiyle, Baas’ıyla, diktatörüyle ve demokratıyla tevhid dini İslam’a düşman olan herkesle ve her güç odağıyla işbirliği yapma omurgasızlığını marifet belleyip limitsiz kıyımlarda bulunan Ortadoğu’nun kurnaz ve kıvrak siyaset oryantali, Safevi Şiası.

Hakikatlere ayıktıklarında ‘Ya leyteni!..’ diye feryatlanmaktan hiçbir fayda göremeyecek ve kalpleri Şia muhabbetiyle davul derisi gibi şişmiş olan gözleri açık körler.

Recai’nin gözleri taş duvarda. Tren hala tünelde. Kendisiyse bambaşka alemlerde. Karanlıkta yürüyen demir yığınının homurtusu devam ediyor.

Taka tuka tika tak… Taka tuka tika tak…

O zalimleri düşünüyor Recai, şimdi. Şirk ve tuğyan ehli zalimleri. Dostlarını, destekçilerini finansörlerini, borazanlarını, kalemşörlerini, ağlayıcılarını, dövünücilerini, gönüldaşlarını, gönlü taşlaşmış duagularını, müdafilerini ve her çirkeflikleri ortadayken dahi ‘kardeşlik’ edebiyatının çekirdeğini çitleyenleri…

İşte böyle kompartıman kompartıman, bölük bölük hem de azarlana azarlana cehenneme sevk edilişlerini tasvir ediyorken zihninde. Halen çıkamadıkları bu tünel gibi bir yerden geçirilecek olmaları dahi yeterince ürperticiydi Recai için.

Güleryüzün, şefkatli bir kucaklanmanın, tatlı bir içeceğin, yardımcının, rahatın, hoşluğun, ümidin aydınlığın, esenliğin, merhametin, güvenliğin, özgürlüğün, serinliğin, vazgeçmenin, geri dönüşün ve çıkışın olmadığı kalıcı azap yurduna revan olan kan içici sapkın ve saptırıcı zalim tağutlar ile avaneleri o gün hiç kimsenin umurunda bile olmayacaklardır.

İçerisine itilip kakılan şirk önderlerinin ve tâbilerinin üzerleri ateşle kapatılıp kapıları kilitlenen yere doğru giden, yolculukları henüz dünya hayatındayken başlamıştır çünkü. Suriye’de her bir şehirde Ebu Ğureyb’e ‘rahmet’ okutacak azap merkezleri kuran Safevi ve Baasçı tağutların bu amellerinin cezası da ayni cinsten olacaktır, kuşkusuz.

“Mümin erkeklerle mümin kadınlara işkence edip de sonra tevbe etmeyenler için cehennem azabı vardır. Yakıp kavuran azap da onlaradır.” (85/Buruc, 10)

Recai bu ayeti hatırladığında yağmur yüklü bulut gibi boşalmaya hazırlanan yüreği hafiflemişti biraz.

Akıbeti yüreklerini yakan pişmanlık, ayrılık, hasret, bitkinlik, hüsran, zillet ve alçaltıcı bir azap olanların hali ne de kötüdür.

Taka tuka tika tak… Taka tuka tika tak…

Ortalık aydınlanmaya başladı. Tren tünelden çıkıyor demek. Tünelden çıkar çıkmaz güneşin ışıkları peşisıra durmaksızın hızlıca tüm loş ve karanlık kompartımanların ve koridorların aydınlık hasretini bitirdi.

Doğa, yaratan rabbine bir şükür ifadesi olarak yeryüzünün ziynetlendirdiği gözalıcı güzellikteki manzaralarını cömertçe sergilemekte. Kompartımanın penceresinden de bu güzel manzaralar izleniyor. Kesintisiz. Doğayı bir görenler vardır, bir de sadece bakanlar, bilirsiniz.

Güneşin aydınlığı, kompartıman penceresinden görünen tüm evleri, duvarları tarlaları, ve bahçeleri aydınlattığı gibi; eşiklerin, hangarların, yarıkların, dehlizlerin ve izbelerin karanlıklarını da ışığıyla yalıyordu.

Kompartımanın içi güneşin aydınlığıyla dolunca köşede oturan yaşlı bir amca salavat getirdi ellerini yüzüne sürerek.

Recai de güzel manzaralara tekrar kavuşunca Allah’a hamd etti. Gözleri manzaraya bakıyor, gönlü ise başka mecralara akıyordu.

Omuzlarında ağır bir yükün varlığını hissederken aynı anda gözlerinin de nemlendiğini fark etti.

Tren tünelden çıkmıştı ama tünele girmeden önceki keyfinden eser kalmamıştı Recai’nin.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver