Tevhid ve Sünnet Cemaati’nin Hedefleri Nelerdir? Hedeflerimizin Neresinde Olduğumuzu Düşünüyorsunuz?

Allah’ın adıyla

Allah’a (cc) hamd, Resûlü’ne salât ve selam olsun.

Es-selamun aleykum ve rahmetullahi ve berakatuhu.

Her bir kardeşimin avf ve afiyet içinde olmasını temenni ediyorum. Rabbime hamd olsun ben iyiyim. Sizlerin dualarıyla daha iyi olmayı ümit ediyorum. İzninizle sorulara geçmek istiyorum.

Soru: Tevhid ve Sünnet Cemaati’nin Hedefleri Nelerdir? Hedeflerimizin Neresinde Olduğumuzu Düşünüyorsunuz?

İsmimizden de anlaşılacağı üzere, cemaatimizin varlık nedeni; Allah’ın (cc) hakkı olan tevhid ve Resûlullah’ın (sav) hakkı olan sünnettir. Tevhid ve Sünnet, Kelime-i Şehadetimizin bizlere yüklediği ana hedef ve sorumluluklarımızdandır. “La ilahe illallah” dediğimizde tevhid için, “Muhammedun Resûlullah” dediğimizde sünnet için Rabbimize söz vermiş oluyoruz. Tevhid ve Sünnet merkezinde hedeflerimizi dört adımda özetleyebiliriz: Tevhid ve Sünnet’i öğrenmek (ilim), güç nisbetinde yaşamak (amel), yaşatmak (davet), bu uğurda karşılaştığımız zorluklara karşı birbirimize hakkı ve sabrı tavsiye etmek (cemaat). Şimdi bu maddeleri açalım:

a. Tevhid ve Sünnet’i Öğrenmek: Tevhid ve sünneti öğrenmek, İslam olduğumuz ilk günden emaneti Allah’a (cc) teslim edeceğimiz son güne kadar, cemaatsel ve bireysel hedefimiz olmalıdır. Zira bu bilgi asıldır. Kulluğumuzun sıhhati tevhid ve sünnet tasavvurumuzun sıhhatine bağlıdır.[1]

Kur’ân-ı Kerim, amelin kabulü ve ahirette mükâfata dönüşmesi için ikisi bu ayette zikredilmek üzere toplamda üç şart belirlemiştir:

• Ameli yapanın, Allah’a (cc) şirk koşmayan bir muvahhid olması.[2]

• Amelin salih olması, yani şeriata, Peygamber’in sünnetine uygun olması.[3] Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur: “Kim bir amel yapar, yaptığı amel sünnetimiz üzere olmazsa ameli reddedilir.” [4]

• İhlaslı olmak. Yalnızca Allah rızası için amel yapmak, hiçbir gayeyi Allah rızasına ortak kılmamak. Allah Resûlü (sav) şöyle buyurur: “Kıyamet günü Allah buyurur ki: ‘Ben, şirkten müstağni olanım. Kim bir amel yapar ve amelinde benim dışımda birini ortak kılarsa onu da amelini de terk ederim.’ ” [5]

Bil ki (ilim üzere ol); şüphesiz, Allah’tan başka (ibadeti hak eden) hiçbir ilah yoktur…” [6]

Bu hitap Allah Resûlü’nün (sav) şahsında her birimizedir. Ki Allah Resûlü, ayette yer alan hükmü her müslim erkek ve kadına genelleştirmiştir:

“İlim talep etmek, her Müslim ve Müslime üzerine farzdır.” [7]

Yapılan dersler, okuma programları, uygulanan eğitim müfredatları bu hedefe yöneliktir.

b. Yaşamak/Salih Amel: Tevhid ve sünneti öğrenmenin asli amacı; onu yaşamak, salih amel olarak hayata yansıtmaktır. Kur’ân’ın terbiye metodundan öğrendiğimiz kadarıyla, bunu sağlamak iki şekilde mümkündür:

• Allah’ı (cc) isim ve sıfatlarıyla tanımak ve sahih bir imana sahip olmak.

• İslam’ın yaşanmasına olanak sağlayan, münkerin ve fuhşiyatın yasaklandığı, iyilik ve takvanın yaygınlaştırıldığı İslami bir toplum oluşturmak.

Çünkü sahih iman, bizi Allah’a (cc) yöneltir. Rabbimize yaptığımız bireysel kulluğumuzu istikamete sokar. İslam toplumu ise toplumsal olarak bizi İslamlaştırır. Bireysel olanı ıslah ettiğimiz gibi toplumu, kamusal alanı da ıslah ederiz. Yani, İslam’ı bir bütün olarak yaşarız. Bugün en ciddi problemimiz İslami bir toplumdan/dar’dan yoksun oluşumuzdur. Mescitte, evde, cemaatsel ortamlarda İslam var. Ancak siyasette, ticarette, medyada, eğitimde İslam yok. Bireysel çabamızla toplumsal kötülüğe karşı direniyoruz.

Hemen şunu belirtmeliyim ki birinci hedefe ne kadar yakınsak, ikinci hedefe o kadar uzağız. Bu nedenle dinimizi bütün olarak yaşamakta zorlanıyoruz. Zira hayata, topluma, ticarete, kamuya, eğitime… yön veren biz değiliz, bizim değerlerimiz değil. Şirk, bidat ve masiyet üzere kurulu bir toplumda, azınlık olarak yaşıyoruz. Rabbimden dileğim içinde İslam’ı yaşayabileceğimiz, dinimizde fitneye düşmeyeceğimiz, küresel tuğyanın kirli oyunlarına bulaşmayacağımız bir toprak parçasıyla bizi rızıklandırmasıdır. Her birimizi meşgul eden düşünce, dualarımızı süsleyen umut ve çare aradığımız gündemimiz tam da bu olmalıdır.

Bize düşen fiilî ve kavlî olarak sürekli dua etmektir. Fiilî dua, arayıştır. Allah Resûlü’nün (sav) kabile kabile, fert fert, çadır çadır gezip onu ve davetini koruyacak insanlar araması gibi. Medineli ensarla işte böyle bir arayış esnasında karşılaştı. Sonrasını biliyorsunuz zaten…

Kavli dua, bizim durumumuzu yaşamış ve dualarına icabet edilmiş müminlerin duasıyla Allah’a (cc) yönelmektir.

Allah Resûlü’ne öğretilen dua:

“De ki: ‘Rabbim! Gireceğim yere doğrulukla girmemi, çıkacağım yerden doğrulukla çıkmamı sağla. Kendi katından bana (İslam’ı zafere taşıyacak) yardımcı bir kuvvet ihsan eyle.’ ” [8]

Firavun fitnesinden çekinen ve arayış içinde olan müminlerin duası:

“Kavminden bir grup genç dışında kimse Musa’ya iman etmedi. (O gençler de) Firavun’un ve ileri gelenlerin kendilerine işkence etmesinden korkarak iman etmişlerdi. Çünkü Firavun, yeryüzünde üstünlük taslayan bir despot ve haddi aşan bir taşkındı. Musa demişti ki: ‘Ey kavmim! Şayet Allah’a inanıp O’na teslim olduysanız yalnızca O’na tevekkül edin.’ (Bunun üzerine:) ‘Allah’a tevekkül ettik.’ demişlerdi. ‘Rabbimiz! Bizi zalimler topluluğuna fitne kılma. (Bize üstün gelirlerse hak yolda olduklarını zannederler. Onlara fitne olmuş oluruz.) Ve bizleri rahmetinle kâfirler topluluğundan kurtar.’ “ [9]

Evet, şu an İslami bir cemaatin içinde, İslami bir toplumun/yurdun çok uzağındayız. Ama ümitsiz değiliz. Arıyoruz, soruyoruz, okuyoruz, en küçük bir ihtimalin dahi peşine düşüyoruz. Bu daveti koruyacak birilerini bulana kadar da aramaya devam edeceğiz. Allah (cc) bizimle halkı zalim olan bu belde arasında hükmedene dek sabretmeye devam edeceğiz inşallah.

c. Yaşatmak/Davet: Hedefimiz; bireysel ve cemaatsel anlamda bir davet cemaatine dönüşmek, resûllerin vazifesi olan “Allah’a davet” görevini basiret üzere yerine getirmektir.

“De ki: ‘İşte bu, benim (biricik) yolumdur. Ben ve bana tabi olanlar (neye, niçin ve nasıl olacağını bilerek, programlı ve düzen içinde) basiret üzere Allah’a davet ediyorum/ediyoruz. Allah’ı tenzih ederim. Ben müşriklerden değilim.’ “ [10]

İstiyoruz ki:

• Kur’ân ve sünnetin apaçık delilleriyle, âlimlerin fetvaları arasına sıkıştırmadan, kalpleri genişleten, aklı ikna eden, herkesin anlayacağı şekilde davet edelim. (Anlaşılır davet)

• Davetçilerin baskı ve korkuyla sindirildiği, bilinçli olarak sesi kısılan tevhid davetini; en gür sesimizle, ulaşabileceğimiz son noktaya ulaşana dek haykıralım. (Açık davet)

• Belli meseleler konuşularak kısırlaştırılmış tevhidin, hayatın her alanını ilgilendirdiğini gösterelim. (Bütün davet)

• Yerele mahkûm edilerek evrensel boyutu unutulmuş tevhidi, tüm dünya dillerinde konuşulacak şekilde yayalım. (Evrensel davet)

Rabbimize hamd olsun, davete başladığımız 2007 yılından bu yana, O’nun (cc) lütfuyla ciddi bir mesafe katettik. İnsanlar lafın eğilip bükülmeden, en açık hâliyle, en anlaşılır ve güncel örneklerle, Kur’ân ve sünnetin apaçık/muhkem naslarıyla tevhidi duymuş oldular. Bunun için kardeşlerimiz bedeller ödedi, ödemeye de devam ediyor. “Anlaşılır davet” konusunda hedeflerimize ulaşmış durumdayız.

Yine hamd olsun “Açık davet” konusunda iyi bir noktadayız ve Rabbimizin lütfuna müteşekkiriz.

“Evrensel davet” ve “Bütüncül davet” konusunda henüz yolun başındayız ve yapmamız gereken çok şey var. Evet, davet yaşadığımız topraklarda duyuldu, ülke sınırlarını aşıp farklı coğrafyalarda etki bıraktı. Bu doğrudur. Allah’a hamd olsun. Ancak bu bizlerin yolun başında olduğumuzu ve daha çok çalışmamız gerektiği gerçeğini değiştirmiyor. Teknik imkânları kullanma konusunda çok gelişmeli, ilerleme kaydetmeliyiz. Teknolojik gelişmeleri yakından takip etmeli ve gelişmelere hızlı uyum sağlayıp davetin yayılması için kullanmalıyız. Tevhid ehli içinde potansiyel taşıyan insanları tespit edip enerjilerini tevhid davetine yönlendirmeli, teknik ve pratik bilgilerinden istifade etmeliyiz. Fiziken uzak olsak dahi teknik imkânlarla mesafeleri kaldırmalı, manevi bir masa etrafındaymış gibi beraber çalışabilmeliyiz. Muvahhidler arasında ciddi potansiyeler, teknik uzmanlar mevcut. Ancak ya bireysel davet yapıyor ya da bilgilerini dünyanın geçici nimetleri için kullanıyorlar. Bu potansiyelin tespiti, ilgilenilmesi ve yönlendirilmesi öncelikli hedeflerimiz arasında olmalıdır.

d. Cemaat: Yukarıda saydığımız asli hedeflerin gerçekleştirilmesi; kazanımların korunması, çalışmanın sürekliliği, süreçlerin ortak akılla değerlendirilmesi ve süreç içinde yaşanacak zorluklarda hakkın ve sabrın tavsiyesi için cemaatleşme gereklidir. Aksi hâlde çalışmalar bireysel düzeyde kalacaktır. Etkisi sınırlı olacak, çalışmanın sürekliliği sağlanamayacaktır. Bir diğer nokta bu yolda sayısız tuzak ve imtihanla karşılaşırız. Her biri dağları yerinden oynatacak tuzak ve bebeklerin saçını ağartacak imtihan karşısında; desteğe, dayanışmaya ve elimizden tutulmasına ihtiyaç duyarız. Bazen kafamız karışır. Hakkı tavsiye eden bir ses, şüphe bulutlarını dağıtır, yakinle donanırız. Bazen nefsin isteklerine yenik düşecek gibi oluruz. Sabrı tavsiye eden bir ses, şehvet bulutlarını dağıtır, direnç kazanırız. Bazen yorulduğumuzu hissederiz. Elimizden tutan bir el, yorgunluğumuzu alır, kaldığımız yerden yola devam ederiz.

Hamd olsun, hizmetlerimizi cemaat olarak ifa ediyoruz. Cemaatleşmede hedefimiz;

• Tüm bireylerin akide ve menheci anlaması, akide ve menhec birliği sağlamak.

• Değişen şartlarda; istikameti kaybetmeden, Kur’an ve sünnet rehberliğinde, istişareyle karar alabilmek.

• Cemaat programlarına katılan kardeşlerin meziyetlerinin tespit etmek, işlemek ve hizmete kanalize etmek.

• Akide birliği içinde olduğumuz muvahhid cemaat ve yapılarla iyilik ve takva hususunda yardımlaşmak.

• Öneri/Yapıcı eleştiri kapısını açık tutarak, tüm kardeşlerimizin mücadele sürecine dahil olmasını sağlamak.

• Mücadeleye uygun olmayan; kalbi fitneye meyilli, rahatına düşkün, bireysellikten kurtulamayan, ahlaki sorumluluklarını yerine getirmeyen, itaat-izin-saygı ahlakını kazanamayan, cemaat içinde cemaatleşme eğilimi olanları ıslah etmek, olmuyorsa saflardan uzaklaştırmak.

Cemai hedefler konusunda, her birimizin özel muhasebe yapması gerekir. Ben ve cemaatim bu hedeflerin neresindeyiz? Bu hem bizim hem de cemaatin gelişmesi açısından daha verimli olacaktır.

Soru: Sizden “Her İşin Özel Afetleri Vardır.” Sözünü Çok İşittik. Yöneticilik/Sorumluluk Yapanların Nelere Dikkat Etmesi Gerekir?

Doğrudur, her işin kendine özel afetleri vardır. Her insan yaptığı işin afetlerini bilmekle yükümlüdür. Ticaretin afetiyle ilmin afeti, yöneticilik afetiyle memuriyet afeti… elbette bir değildir.

Afetten kastımızı açıklayalım önce: Afet, her yola konulmuş, yolun tabiatıyla uyumlu, şeytani ve nefsî tuzaklardır. Kişi bunları bilmez ve sakınmak için çabalamazsa salih ameliyle cehenneme sürüklenen bedbahtlardan olur, bundan Allah’a (cc) sığınırız. Ateşin kendisiyle tutuşturulacağı insanların âlim, şehit ve zengin olduğu düşünülürse amelin afetinden sakınmamanın tehlikesi daha iyi anlaşılır.[11]

Kaydedeceğim afetler, Cemaat’in çalışma metodu göz önüne alınarak tespit edilmiştir. Bu noktaya dikkat ederek okunmasını tavsiye ediyorum. Zira farklı bir metodla hizmet eden başka bir cemaat için farklı tespitler yapılabilir.

a. Yöneticiliği İstemek: Yöneticiliğin özel ve genel tüm afetleri onu istemeye bağlıdır. Yöneticilik isteyen, farkında olsa da olmasa da onun afetlerine meftun olacaktır.

“Hiç şüphesiz sizler, yöneticilik konusunda hırslı olacaksınız. Ancak o, kıyamet günü pişmanlık olacaktır. Ondan faydalanmak ne güzel, ondan ayrılmak ne kötüdür.” [12]

Allah Resûlü (sav), birinde yöneticilik hırsı görürse ona görev vermezdi. Derdi ki: “İş/yöneticilik isteyeni işlerimizde görevlendirmeyiz.” [13]. Çünkü yönetici olma hırsı, kişiyi nefsiyle baş başa bırakır, ilahi yardımdan mahrum bırakır.

“Ey Abdurrahman bin Semure! Yöneticilik isteme. Çünkü yöneticilik istersen (Allah’ın yardımından mahrum olur, nefsine) havale edilir, onunla baş başa bırakılırsın. Onu istemezsen ve sana verilirse (Allah’tan) yardıma nail olursun.” [14]

Haliyle Nebi (sav) yöneticiliğe hırslı olana görev vermezdi. Böylece onu görevin afetinden, Müslimleri de onun zararından korurdu.

b. Başarıları Kendine Nispet Etme: İslam inancına göre; elde edilen tüm başarılar Allah’tandır. Başarı Allah’a (cc) değil de şahıslara nispet ediliyorsa orada itikadi ve ahlaki sorunlar var demektir. Bedir zaferinin ardından inen şu ayetler, konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.

“… Yardım/zafer yalnızca Allah katındandır…” [15]

“Onları öldüren siz değildiniz, fakat Allah onları öldürdü. Attığın zaman sen atmıyordun fakat Allah’tı (asıl) atan. Müminlere (zafer nimetini tattırmak ve onları) onunla güzel bir imtihana tabi tutmak için (böyle yaptı). Şüphesiz ki Allah, (işiten ve dualara icabet eden) Semi’, (her şeyi bilen) Alîm’dir.” [16]

Mümini İslam’a hidayet eden Allah’tır, amele muvaffak kılan Allah’tır, güzel bir netice almasını sağlayan Allah’tır, hezimetten koruyan Allah’tır… tüm hayır ve güzelliklerin sahibi Allah’tır. Buna rağmen başarıyı kendinde gören, nankörlük eder; tüm bu nimetleri inkâr etmiş olur.

Bu afetin bir adım ilerisi, nankörlüğe zulüm eklemek ve kul hakkına girmektir. İçinde bulunulan durumu geçmişe kıyas edip geçmişte aynı görevi yapan kardeşlerin başarısız olduğunu ima etmektir. Oysa; görevli her kardeş kendine söyleneni yapmış, o işe yönelik cemaat politikasını gözetmiştir. Örneğin, bir bölgede görevli kardeşe, oranın özel şartları gözetilerek, sert ve tavizsiz olması söylenmiş olabilir. Amaç hasıl olmuş ve ıslah gerçekleşmişse bir başka görevliye yumuşak, hoş görülü ve müsamahakâr olması söylenir. Bu tabloya bakıp bir kardeşimize sert diğerine yumuşak başlı diyemeyiz. Birinin iş yapma biçimini övüp diğerini yeremeyiz. Ortada bir güzellik varsa; bu, tüm kardeşlerimizin çabası, gözetilen siyaseti uygulaması ve Allah’ın (cc) muvaffak kılmasıdır. Belli bir menhec çerçevesinde hareket eden cemaatlerde, atılan her adım bir öncekinin devamı, bir sonrakinin hazırlığıdır. Kişi sadece içinde bulunduğu şartları gözetiyor, takdim ettiği hizmeti ilk adım gibi görüyorsa; cemaat kavramını hakkıyla anlamamış demektir.

c. Kibir ve Üstünlük Duygusu: İnsan dediğimiz kusurlu, zalim, cahil, aceleci, nankör, bencil varlık haddini bilmelidir. Kibrin kusursuz, tüm eksikliklerden münezzeh, bütün yüce sıfatların sahibi olan Allah’a yakıştığını yalnızca O’nun (cc) hakkı olduğunu teslim etmelidir.

Kibir zulümdür. Allah’a (cc) ait olanı istemek, eşyayı yerinden oynatmaktır. Kibir sahibi üç zulüm birden işler. Allah hakkında zulmeder, kendi haddini bilmeyerek nefsine zulmeder, kardeşlerini küçümseyerek kula zulmeder.

Bundan olsa gerektir; kibrin zerresi dahi insanı ateşe sürükler, ahiret zilletine mahkum eder.

“… Kalbinde zerre-i miskal kibir bulunan cennete girmez.” [17]

“Kıyamet günü kibirliler, adam suretinde küçük karıncalar olarak diriltilirler. Zillet her yönden onları bürümüştür. ‘Buls’ isimli cehenneme sürüklenirler. Ateşin kıvılcımları onları kuşatır, cehennem ehlinin irininden içerler.” [18]

Kibrin çirkinliğine dair sözü uzatmak istemiyor, daha önemli gördüğüm bir meseleye değinmek istiyorum: Yönetici bir kardeşimiz kibre kapıldığında nasıl anlar? Allah Resûlü (sav) kibri şöyle tarif eder: İnsanları küçümsemek ve hakka karşı büyüklenmek.[19]

Bu nebevi tarife dayanarak diyebiliriz ki kişi başkalarının yaptığı işi küçümsüyor, sürekli eksikler buluyor, yalnızca kendi yaptığı işten tatmin oluyorsa; eleştirilmekten, nasihatten, uyarıdan rahatsız oluyor, nefsini savunmak için hak söze karşı büyükleniyorsa kibre kapılmış demektir.

Bu hastalıktan kurtulmanın yolu; kibrin akıbetini göz önünde bulundurup insanı sevk ettiği kötülüklerin tam zıddını yapmaktır. Kendi amellerinde kusur bulmak, başkalarının amellerinde güzellik aramak, olumlu yönlerini görmektir. Nasihate kulak vermek, eleştirinin yapıcı olanına razı olmaktır.

d. Minnet Etmek: Minnet etmek; yapılan hizmet ve iyilikleri başa kakmak, muhataplara sözlü eziyette bulunmaktır. Riya gibi minnet de amelleri boşa götüren afetlerdendir.

“Ey iman edenler! Sadakalarınızı minnet ile başa kakmak ve (insanlara) eziyet etmek suretiyle boşa çıkarmayın…” [20]

Minnet etmek çok çeşitli şekillerde olabilir. Bazen muhataba yaptığımız bir iyiliği dillendirerek açıkça başa kakar, minnet ederiz. Bazen açık olmayan, ima yollu minnette bulunuruz. Çok yorulduğumuzu, insanların işini hakkıyla yapmadığından işin bize kaldığını, yıprandığımızı… söyleriz. Bu yolla nefsimize zulmederiz. Çünkü hizmetimizin ecrini zayi ederiz. Kardeşlerimize zulmederiz. Çünkü minnet muhataba eziyettir.

e. Gıybet ve Emanete (Sırra) İhanet: Yönetici kimse, görevi nedeniyle birçok malumata sahip olur. İnsanlar onu emin kabul ettiğinden sırlarını, sorunlarını, mahrem meselelerini ona iletir. Aynı şekilde cemaat onu emin kabul ettiğinden insanların sorunlarını onun aracılığıyla çözer, mahrem bilgileri onunla paylaşır.

Tüm bu olaylarda kilit kavram “emin” olmaktır. Alttan yukarı, yukarıdan aşağı işleyiş sorumlunun “emin” olma sıfatıyla yürür.

Yönetici bu bilgileri üçüncü bir kimseyle paylaştığında yalnızca gıybet yapmış olmaz. Yöneticinin bu konudaki gıybeti emanete hıyanettir aynı zamanda. Hem yöneticilerine hem de yönettiklerine hıyanet etmiş olur.

Sahabilerden Ebu Lubabe (r.a) Allah Resûlü’nün sırrını, işaret yoluyla dahi olsa ifşa edince ağır bir tehdide muhatap olmuştu:

“Ey iman edenler! Allah’a ve Resûl’e ihanet etmeyin. (Ayrıca) bile bile emanetlerinize de ihanet etmeyin.” [21]

Allah Resûlü de yöneticiyi şöyle uyarır:

“Müslümanların işini üstlenen bir yönetici, onları aldatır bir hâlde ölürse kesinlikle Allah ona cenneti haram kılmıştır.” [22]

Bu “aldatma” genel bir ifadedir. Müminlerin güvenerek ona emanet ettiği sır, mal, evlat, namus… gibi her şeyi kapsar.

Sorumluluk üstlenen kardeşlerimize tavsiyem şudur:

Görev arkadaşlığı, dostluk, aile yakınlığı (özellikle eş) gibi sebeplerle bir arada oldukları, yanlarında rahat konuşabildikleri ve güvendikleri insanlara çok dikkat etsinler. İnsan en rahat olduğu ve kendini güvende hissettiği anda şeytana av oluyor. Tecrübeyle sabittir ki birçok insan, bu saydıklarımız yanında emanete hıyanet ediyor, konuşulmaması gereken şeyleri konuşuyor.

f. Müstakilleşme: Bir yapı içinde görev alan kimse, hangi konumda olursa olsun, o yapının bir parçasıdır. Bu bilinçle hareket etmeli; atacağı her adımın, vereceği her kararın tüm cemaati ilgilendirdiğini unutmamalıdır.

Bir diğer nokta “uyum” hassasiyetinin korunmasıdır. Dava adamı, hem beraber çalıştığı kardeşleriyle hem de yöneticileriyle uyum içinde olmalıdır. Tepeden tırnağa tüm cemaatin bir zincirin halkaları olduğunu, bir halkada yaşanacak kopukluğun tüm silsileyi etkileyeceğini bilmelidir.

Bu nedenle olsa gerek, Allah Resûlü (sav) görevlendirdiği yöneticilere uyum tavsiyesinde bulunurdu:

“Allah Resûlü babamı (Ebu Musa) ve Muaz bin Cebel’i Yemen’e gönderdiğinde dedi ki: ‘Kolaylaştırın, zorlaştırmayın, müjdeleyin nefret ettirmeyin ve uyum içinde olun.’ ” [23]

Müstakilleşmek; cemaat görevinde, kendi başına kararlar almak, keyfince ilişkiler tesis etmek, bazı insanları dışlamak bazılarını kendine yakınlaştırmak, uyum ve ahengi bozmaktır.

Müstakilleşmenin bir diğer alameti, müdahale ve uyarıdan rahatsız olmaktır. Bu, kişinin bağlı olduğu yapıdan bilerek/bilmeyerek uzaklaştığını gösterir.

Bir diğer alamet uyumu bozmaktır. Bazen kendi sorumlularına bazen de altlarına uyumsuzluk gösterebilir. Şeytan ve nefsin iğvasıyla daha ileri gidip işi muhalefete ve inatlaşmaya vardırabilir.

Müstakilleşmenin bir diğer alameti; kendini cemaat yerine koymak, kendisiyle sorun yaşayan her bir insanın, ayrım yapmaksızın cemaatle sorun yaşadığına inanmaktır. Doğrudur, bazı insanlar cemaatin bütünüyle yaşadıkları itikadi ve menhecî problemlerde, yerel yöneticiye sorun çıkarırlar. Ancak bazı sorunlar şahsidir. Yöneticiden kaynaklıdır. Dengeli bir ilişki kuramamıştır, karşıdakine zulmetmiştir, sorunlarıyla ilgilenmemiştir, ön yargılı davranmıştır… Bu nedenlerle anlaşmazlık çıkmıştır. Yöneticiden kaynaklı bir sorun vardır. Cemaatten manen ayrılmış ve müstakilleşmiş kimse bu ayrımı yapmaz. Bazen -farkında dahi olmadan- sorunu tüm cemaate teşmil etmeye çalışır.

Tespit edebildiğimiz kadarıyla müstakilleşmenin bazı sebeplerine de değinelim:

• Cemaatle itikadi veya menhecî olarak farklı düşünmek: Bu en başından olabileceği gibi sonradan ortaya çıkmış da olabilir. Kişi bunun farkında da olabilir, olmayadabilir. Bir cemaate girerken ince eleyip sık dokumak, acele etmemek ve her bir meseleyi derinlemesine anlamaya çalışmak lazımdır.

Şayet gidişat esnasında böyle bir ayrılık ortaya çıkmışsa bunu tesbit etmek ve sorumlularla konuşmak gerekir. Sorun çözülebiliyorsa çözmek, çözülmüyorsa yolları ayırmak gerekir. Aksi hâlde ihtilaf kişiyi yanlış işlere sevkeder ve töhmet altında bırakır.

• Kişinin inandığını düşündüğü ilkeler anlamaması: Allah (cc) insanı acelecilikle vasfediyor. İnsan her işinde olduğu gibi öğrenmesinde de acelecidir. Düşünmeden, anlamadan, kendi gerçekleriyle karşılaştırmadan bazı şeyleri kabul eder, sözler verir. Onlarla imtihan olunca zorlanır, yapamaz. Burası yolun ayrım noktasıdır. Kimisi Allah’ın rahmetiyle kervanı yolda düzer, eksikliklerini giderir. Kimisi ise eksiğiyle yola devam eder, imtihanı kaybeder. Üzücü ama gerçek olan bir şey vardır: Çoğumuz kendimizi tanımıyoruz. Çünkü muhasebe yapmıyoruz. Olumlu ve olumsuz yönlerimizden, zaaflarımızdan ve erdemlerimizden bihaberiz. Bu da hayatın ve kulluğumuzun birçok alanında zarar veriyor bize. Anlamadan kabul ettiğimiz ilkeler bizi zorlayınca; ilkeleri çiğniyor, müstakil davranıyoruz.

•••

Son söz olarak şunu söyleyelim:

Bizler Allah’a (cc) kulluk etmek için yaratıldık. Rabbimiz bizi cennete ve mağfirete, şeytan ve nefis ise ateşe davet ediyor. Biz bu iki çağrı karşısında, bir yol ayrımındayız. Her an, her iş ve her adım bizim için yeni bir imtihan! Hangi sese kulak verecek, hangi davete icabet edeceğiz? Amir memur, zengin fakir, âlim cahil, evli bekâr, çalışan çalışmayan… sürekli afetlerle karşılaşıyoruz. Yolun genel afetlerine hepimiz muhatabız. Bir de her işin kendine özel afetleri vardır. Akıllı kimse, genel ve özet afetleri öğrenmeye çalışır. Allah’tan çokça yardım ister, elinden gelen çabayı ortaya koyar ve önde yürüyenlerin tecrübe ve nasihatlerinden faydalanır. Yolun tuzaklarına düşmemeye gayret eder. Ola ki düştü -ki her birimiz düşmeye mahkumuz- ayağa kalkar, tevbeyle üstünü temizler, şeri bilgiyle eksiğini giderir, takvayla azıklanır ve yola devam eder.

Düşmüş olmaya takılıp umutsuzluğa kapılmaz, ayağa kalkmaya fırsat verdiği için Allah’a (cc) hamd eder.

İmtihanı kaybeden, afetleri öğrenmeyendir. Hiç afet yokmuş gibi rahat davranandır. Kendini ve kardeşlerini aldatandır. Düştüğü yerden kalkmak yerine, Rabbinin tevbe fırsatını gerisin geriye tepen, çamura saplanmaya razı olan ve başkalarına çamur atarak temizlendiğini düşünendir.

Başa dönersek; her yol ayrımı bir imtihan her imtihan bir tercihtir. İhsan yolunu tutarsak lehimize, kötülük yolunu tutarsak aleyhimize yol tutmuş oluruz. Biz ihsan yolunu tutmaya gayret edelim… Çaba bizden başarı Allah’tandır. Selam ve dua ile.

[1] .”De ki: ‘Ancak ben de sizin gibi bir insanım. Bana: ‘İlahınız ancak tek bir ilahtır.’ diye vahyolunuyor. Artık kim Rabbi ile karşılaşmayı (ve ondan bir mükâfat almayı) umuyorsa salih amelde bulunsun ve hiçbir şeyi Rabbine ibadette ortak koşmasın.’ ” (18/Kehf, 110)

[2] .Bk. 14/İbrahîm, 18; 24/Nûr, 39

[3] .Bk. 3/Âl-i İmran, 31-32; 4/Nîsa, 64

[4] .Buhari, 2697; Müslim, 1718

[5] .Müslim, 2985

[6] .47/Muhammed, 19

[7] .İbni Mace, 224

[8] .17/İsrâ, 80

[9] .10/Yûnus, 83-86

[10] .12/Yûsuf, 108

[11] .”Kıyamet gününde hakkında ilk hüküm verilecek kişi şehittir. Allah’ın huzuruna getirilir, Allah ona nimetini hatırlatır, o da ikrar eder. Der ki: ‘Bu nimetlerle ne amel yaptın?’ ‘Senin uğruna savaştım ve şehit oldum.’ der. ‘Yalan söyledin, sana ‘cesur/kahraman’ denmesi için savaştın ve dendi de.’ denilir ve sonra emredilir ve yüzü üstüne sürüklenerek cehenneme götürülür. Sonra ilim öğrenen, öğreten ve Kur’ân okuyan bir adam getirilir. Allah ona nimetlerini hatırlatır, o da kabul eder. Der ki: ‘Bu nimetlerle ne amel yaptın?’ Der: ‘İlim öğrenip insanlara öğrettim ve senin rızan için Kur’ân okudum.’ Allah der ki: ‘Yalan söyledin. İlmi, sana ‘âlim’ densin diye öğrendin. Kur’ân’ı da sana ‘kari’ densin diye okudun.’ Sonra emredilir ve o adam yüz üstü sürüklenerek cehenneme götürülür. Bundan sonra Allah’ın mal konusunda genişlik verdiği ve malın her sınıfından kendisine verdiği zengin getirilir. Allah ona nimetlerini hatırlatır, o da ikrar eder. Allah der ki: ‘Ne amel yaptın bu mallarla?’ Der ki: ‘Senin sevdiğin hiçbir yol bırakmadım, mutlaka o yolda infak ettim.’ Allah: ‘Yalan söyledin. Sana cömert densin diye infak ettin ve denildi de.’ buyurur. Sonra bu adam da yüz üstü sürüklenerek cehenneme götürülür.” (Müslim, 1905)

[12] .Buhari, 7148

[13] .Buhari, 6923; Müslim, 1733.

[14] .Buhari, 6622; Müslim, 1652.

[15] .8/Enfâl, 10

[16] .8/Enfâl, 17

[17] .Müslim, 91

[18] .Tirmizi, 2492

[19].Müslim

[20] .2/Bakara 264

[21] .8/Enfâl, 27

[22] .Buhari, 7151

[23] .Buhari, 7172; Müslim, 1733.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver