Tasavvufun Menşei/Kaynağı

Allah’ın Adıyla…

Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selam, Nebisi Muhammed’e sallallahu aleyhi ve sellem, pak ailesine ve ashabının üzerine olsun.

Tasavvufun Menşei

Tasavvufu yakından inceleyenler, onun menşei konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Tasavvuf, kaynağı, usul ve metodları, uygulama ve esaslarıyla İslami midir, yoksa başka kültürlerden etkilenmiş midir? Özellikle İslam’a aykırı uygulamaları ve diğer batıl din ve felsefelerdeki mistisizmle olan benzerliği nedeniyle bu konu tartışılmıştır. Bu konuda var olan farklı görüşlere baktığımızda şunu görürüz:

1. Tasavvuf aslı itibariyle İslam’ın zühd ve takva gibi kavramlarının öne çıkarılmasıdır. Zamanla hal değiştirmiş ve gayri İslami bir yapıya bürünmüştür.

Bu görüşe sahip olan alimler tasavvufu toptan kabul etmedikleri gibi toptan red yoluna da gitmemişlerdir. Tasavvufun çıkış noktasını masum ve İslami kabul etmiş, ilerleyen dönemlerde ona bulaşan farklı din ve felsefi etkilerin tasavvufu bozduğunu savunmuşlardır.

Bunların başında 510-598 yıllarında yaşamış olan İbnu’l Cevzi rahimehullah gelmektedir. Yaşadığı dönemde şeytanın aldatması ve aldattığı gruplara dair ‘Telbisu’l İblis’ kitabını kaleme almıştır. Şeytanın mutasavvıfları aldatması başlığı altında bir çok önemli konuya değinmiştir. Ayrıca tasavvufun tarihi gelişimi ve meşhur kitaplarından söz eden önemli bir bölümü aktaralım:

‘…Tasavvuf, başlangıcı ‘tam zühd’ olan bir yoldur. Sonra müntesipleri semâ ve raksı helal görüp yapmışlardır. Onların zahidlik hallerini gören, ahiret tasası içinde bazı avam ile onlardaki rahatlığı ve oyun oynaşını gören dünya düşkünü kimseler ona meyletmiştir. O yüzden İblis’in onları aldattığı noktaları açığa çıkarmak gerekmektedir. Bu ancak yolun aslını ve dallarını ortaya çıkarıp hallerini açıklamakla olur… Peygamber zamanında kişi iman ve İslam’a nispet edilir, ona ‘Mümin’ ve ‘Müslüman’ denirdi. Sonra ‘zahid’ ve ‘abid’ isimleri ortaya çıktı, zühde ve ibadete takılıp kalan insanlar türedi. Bunlar dünyadan el etek çekip kendilerini ibadete verdiler ve bunu kendilerine özel bir yol, meşrep ve tarz edindiler… İblis’in aldatışının temelinde onları ilimden uzaklaştırması ve onlara önemli olanın amel olduğunu söylemesi yatmaktadır. Onlar ilim nuru sönünce karanlıklarda bocalamaya başlamışlardır. Bazılarını, yapılması gerekenin dünyayı tamamıyla terk etmek olduğuna inandırmıştır. Onlar da bedenlerinin yararına olan şeyleri reddetmişler, malı uyuşturucu olarak görmüş, dünyanın insanın yararına yaratıldığını unutmuşlardır… Bu isim, H. 200 senesinden önce çıkmıştır. İlk çıktığında bu yolun ilkleri ondan konuştular, sıfatlarını belirttiler. Velhasıl tasavvuf, nefisle mücadeleden ibarettir. Kötü huylarıyla mücadele edip nefsi kötü huydan arındırmaktır. Nefsi zühd, takva, hilm, sabır, ihlas, doğruluk vb. iyi huylara alıştırmaktır. Çünkü bu sıfatlar ile dünyada övgüye, ahirette de sevaba nail olunur. Cüneydi Bağdadi tasavvufu şöyle tanımlar: ‘Her kötü ahlaktan çıkıp, sünnet olan ahlaka girmektir.’ …Şeytan tasavvufun ilklerine bazı konular da oyunlar oynarken onlardan sonra gelenlere de oyunları oynadı. Her asır geçtikçe oyunları daha da derinleşiyordu. Ta ki sonrakileri tamamen saptırdı.

Şeytanın asıl ilk oyunu onları ‘asıl gaye ameldir ‘ diyerek ilimden uzaklaştırması ve tahsillerine mani olmasıdır. İlmin ışığı sönüp karanlıkta kalınca işleri daha da karıştırdılar. Kimileri de amelden maksadın tümden dünyadan yüz çevirip onu terk etmek olduğu şüphesine düştüler. Bunun için bedenleri için yararlı olan şeyleri bile terk ettiler. Malı akreplere benzettiler. Onun insan için yaratıldığını unuttular. Nefislerine öyle işkenceler yaptılar ki hatta kimisi uyumuyordu bile. Bunlar, maksatları doğru olmasına rağmen doğru yolda değildirler. Kimisi de doğru olduğunu bilmedikleri uydurma hadislerle amel ettiler.

Sonra bir kavim geldi. Açlıktan, fakirlikten, vesveseden ve akla gelenlerden (hatırattan) bahsettiler. Ve bu konuda kitaplar yazdılar. Haris el-Muhasibi gibi. Sonra başkaları geldi. Tasavvuf mezhebini arındırdılar. Onu özel sıfatlarla diğer ilimlerden ayırdılar. Yamalı elbise giyme, şeyhi dinleme, vecd, raks, alkış gibi özelliklerle anlattılar. Taharet ve temizliğe daha çok önem verdiler. Durumlar değişmeye devam etti. Şeyhler konumlarını daha da sağlamlaştırdılar. Başlarına gelen vukuatları anlatmaya devam ettiler.

Bazıları alimlerle anlaşıp içinde bulundukları durumları ilimleştirdiler. Ve buna ‘batıni ilim’ dediler. Şeriat ilimlerini de zahiri ilimler olarak adlandırdılar. Açlık kimisini fasit hayallere sevk etti. İlahi aşkı iddia ettiler. Sanki güzel suretli birini hayal edip ona aşık oldular. Bu tür kimseler küfür ile bidat arasındadırlar. Sonra bu yoldakiler birbirlerinden ayrılıp ayrı ayrı yollar edindiler. Böylece inançları daha da bozuldu. Kimisi hululü (Allah’ın her şeye girdiğini –haşa-) kimisi de ittihadı (Her şeyin tek varlık olduğunu) iddia etti. Şeytan onları bidat yollarında öyle saptırdı ki; onlar artık kendilerine yeni sünnetler (âdetler) edindiler.

Derken Ebu Abdurrahman es-Süllemi geldi. Onların bu âdetlerini kitaplaştırdı ve ‘Kitabu’s Sunen’ adlı eseri telif etti. Onlar tefsirin hakikatlerini topladılar. Kur’an’ı tefsir edişlerinde çok acayiplikler zikrettiler. Bu tefsirlerin asla uygun bir dayanağı yoktur ve ilmi gerçeklere tamamen zıttır. Hayret! Yemekteki takvalarına bakın bir de Kur’an hakkındaki görüşlerine bakın. Muhammed Yusuf el-Kettani, Abdurrahman es-Süllemi sika değildi… Tasavvuf hakkında hadisler uydururdu…

Sonra Ebu Nasr es-Serrac geldi. Bir kitap tasnif edip adını ‘Lum’a Sofiyye’ koydu. Burada çirkin inançlar ve alçaltıcı sözlerden bahsetti.

Sonra Ebu Talib el-Mekki ‘Kutu’l Kulub’ adlı kitabı yazdı. Orada batıl ve uydurma hadislerini zikretti. Fasit inançlardan bahsetti. Ne gece ne de gündüz namazlarından bir asla dayanmayan namaz çeşitlerinin olduğunu yazdı. Ayrıca kitabında: Allahu Teala’nın bu dünyada bazı veli kullarına tecelli edebileceğini yazdı…

Sonra Ebu Nuaym el-Isfahani geldi ve onlara ‘Hilye’ kitabını yazdı. Tasavvuf dahilinde birçok çirkin şeyler yazdı. Ebubekir, Ömer ,Osman, Ali ve birçok sahabeyi sofilerden saymaktan utanmadı. Onlardan çok garip şeyler anlattı…

Tasavvuf bilinen bir yoldur. Zühdden daha ileri gider. Aralarındaki fark ise zühdü kimse eleştiremedi ve kötülemedi. Tasavvufu ise çok eleştirdiler ve kötülediler. Sonra Kuşeyri meşhur kitabı ‘Risale’sini yazdı. (Risale el-Kuşeyriyye)Fena, beka, kabd, bast, vakt, hal, vucd, vücud, cem, tefrika, sahv, şükr, zevk, şurb, mahv, isbat, tecelli, muhadere, mukaşefe, levaih, tevalii, levamii, tekvin, temkin, şeriat, hakikat’ gibi konular hakkında birçok garip şeyler yazdı, acayip izahatlar getirdi.

Sonra Muhammed b. Tahir el-Makdisi geldi ve ‘Safvetu’t Tasavvuf’ adlı kitabı yazdı. Orada öyle şeyler yazdı ki akıllı kimse onları zikretmekten utanır.

Hocamız Ebu Fadl b. Nasr dedi ki: ‘İbni Tahir, ibahecilik (Her şeyi mubah ve helal sayma) mezhebini takip ederdi. Ve muradına bakmanın caizliği hakkında bir kitap yazdı. O kitabında Yahya b. Main’den şöyle bir hikaye anlatır:

‘Mısırda güzel bir cariye gördüm. Allah ona salât, rahmet etsin’ dedi. ‘Sen o cariyeye salât mı okuyorsun?’ denildi. O da: ‘Allah ona, her güzele salât etsin’, dedi.’

Sonra Ebu Hamid el-Gazali geldi ve onların üslubuyla ‘İhya-ı Ulumu’d Din’ adlı kitabı yazdı. Bir çok hadisin uydurma olduğunu bilmeden kitabına aldı. Mukaşefe ilmi hakkında bir şeyler yazdı ve fıkhi konuların dairesini aştı. İbrahim’in aleyhisselam gördüğü yıldız, güneş ve ayın bilinen güneş, ay ve yıldız olmadığını, aksine onların Allah’ı gizleyen nurlar olduklarını söyledi. Bu batınilerin sözlerine ne kadar da benziyor. ‘Mufasah bi’l Ahval’ kitabında şöyle der: ‘Uyanıklık halinde sofiler melikleri ve nebilerin ruhlarını müşahede ederler. Onlardan sesler işitir ve onlardan bazı şeyler de kaparlar. Sonra hal müşahededen daha üst dereceye çıkar. Bu nokta sözle anlatılmaz.’

Bu kimselerin böyle eserler tasnif etmeleri sünnet bilgilerinin az oluşu, İslam’ı ve hadisleri bilmemeleriyle bu yoldakilerin hoş gördüklerine yönelmeleri sebebiyledir… Bunların tasnif ettikleri hiçbir kitabın asli dayanağı yoktur. Aksine bunlar, onların birbirinden kaptıkları gerçeklerdir. Onları bir araya getirip ilmi batın (Gizli ilim) adını verdiler.

Ahmed b. Hanbel’e vesvese ve akla gelen hallerden soruldu. Şöyle cevap verdi: ‘Ne sahabe ne de tabiin bu konuda konuşmamıştır.’

Kitabın ilk bölümlerinde de zikrettiğimiz gibi Ahmed b.Hanbel, Haris el-Muhasibi’nin sözünü işitince arkadaşına şöyle dedi: ‘Onlarla oturmasını uygun görmüyorum.’

Yine Haris el-Muhasibi’nin kitabından soruldu: ‘Bu kitaplardan sakının çünkü bu kitaplar bidat ve dalalet kitaplarıdır. Sünnete sarılın onda bulacaklarınızı bulur ve bu kitaplara ihtiyaç duymazsınız.’ dedi. Ona: ‘Bu kitaplarda ibretler var.’ denilince: ‘Allah’ın kitabındaki ibretlerin kendisine yetmediği kişiye bu kitaptaki ibretler hiç yetmez. Bu kimseler ilim ehline muhalefet ettiler. Size hiç Malik b. Enes’in, Sufyan-ı Sevri’nin, Evzai ve diğer imamların vesvese ve akla gelenler hakkında kitaplar yazdıkları ulaştı mı? Bazen size Haris el-Muhasibi’den bazen Abdurrahim Deylemi’den bazen Hatimu’l Esed’den bazen de Şakik’ten bahsediyorlar. İnsanlar ne çabuk bidatlere yöneliyorlar.’ dedi.

Ebu Bekir el-Hellal Kitabu’s-Sunne adlı kitabında: ‘El-Muhasibi’den sakının çünkü o belanın başıdır. Ve bağlı bir aslan gibidir. Ne zaman insanlara saldıracağına dikkat edin.’

Sofilerin ilk taifesi her zaman Kitap ve Sünnetin esas olduğunu söylüyorlardı. İlimlerinin azlığından dolayı şeytan onları aldatıyordu. Musa b. İsa babasının kendisine şöyle dediğini söyler: ‘Bir adama kerametler verilir de onun havaya yükseldiğini görürseniz ona aldanmayınız. Emir ve nehiylerde nasıl davrandığına bakınız.’

Ebu Yezid el-Bestami: ‘Kim Kur’an okumayı, rahatlığı, cemaate bağlılığı, cenazelerde bulunmayı ve hasta ziyaretini terk eder de mutasavvıf olduğunu iddia ederse o kimse bidatçidir.’

Süreyya şöyle der: ‘Kim batıni ilmi iddia eder ve bu iddia ettiği hükmün zahiri ile çelişiyorsa o yanlıştır.’

Cüneyd-i Bağdadi şöyle der: ‘Bu mezhebiniz, Kitap ve Sünnet ile bağlıdır. Kitabı ezberlemeyen, hadis yazmayan, fıkıh öğrenmeyen kimseye tabi olunmaz. Biz tasavvufu meçhullükten almadık. Aksine onu açlıktan, dünyayı terkten, hoş ve güzel şeyleri tatmamaktan aldık. Çünkü tasavvuf Allah’la olan ilişkinin sefa ve netliğinden gelir. Onun aslı dünyadan ayrılmaktır. Haris’in dediği gibi kendimi dünyada tanıdım bunun için geceleyin uyanıp ibadet ettim. Gündüzleri de kendimi uykusuz bıraktım.’

İşte bu sözler, ilk tasavvuf ehlinin sözleridir. Ama bazılarından hatalar sadır olmuştur. Bu da ilimden uzak kaldıkları içindir. Eğer gerçekten söylenen bu hatalar onlardan sadır olmuşsa onlara reddiyeler verilir. Çünkü hakta sevdiğinden dolayı kayırma yoktur. Eğer onlar böyle söylememişlerse o zaman o sözlerden sakındırırız. Bu mezhep kimden sadır olmuşsa olsun onlardan olmayıp onlara benzemek isteyenlerin ise hataları çoktur. Biz de burada bize ulaşan bazı hatalarından bahsetmekle yetineceğiz. Allah da biliyor ki maksadımız şeriatın o sözlerden münezzeh olduğunu ispat etmek ve ona bir şeylerin girmesini engellemektir.

Bununla biz ilmi emaneti eda ediyoruz. Alimler de arkadaşlarının hatalarının hakkın ortaya çıkması için beyan etmektedirler. Yoksa maksadımız hata edenin ayıbını ortaya çıkarmak değildir. Hiçbir cahilin: ‘Bereketlendiğimiz bu zahidi nasıl olur da eleştirir?’ sözüne itibar etmeyiz. Çünkü asıl itaat şeriatın getirdiği şeyleredir, şahıslarınkine değil. Kişi evliyadan ve cennet ehlinden olabilir ama aynı zamanda hataları da olabilir. Peygamber hariç kimse masum değildir. Bir kimsenin hatasını beyan etmek onun konumunu düşürmez ve onun konumuna zarar vermemelidir…’ (Şeytan’ın Hileleri, s.219-229 özetle.)

Tasavvufun başlangıç noktasıyla gelişim sürecini ayıranlardan biri de İbni Teymiyye’dir rahimehullah. Hakkında yaygın olan kanaatin aksine o tasavvufu toptan reddedip eleştiriye tabi tutmamış, mutasavvıfları tabakalara ayırmış ve haklarında görüşünü beyan etmiştir.

‘…Tasavvufun çıkış yerinin Basra olduğu anlaşıldıysa bilinmelidir ki, Kufe’de ilim ve fıkıh yolunu izleyen ve o konuda çaba gösterenler olduğu gibi Basra’da da ibadet ve zühd konusunda çaba gösteren insanlar vardı… Bu insanların yolu yün elbise giymek olmasa da, onlardan olmayı yün elbise giymeye bağlamasalar da zahiren yün elbise giydiklerinden yün elbiseye nispetle ‘Sufi’ diye çağrıldılar… 0nların ‘Sufi’den kast ettikleri sıddıklıktır. Nebilerden sonra insanların en faziletlisi ayette buyurulduğu gibi sıddıklardır.

“…Onlar nebiler, sıddıklar, şehidler ve salihlerle beraberdirler ve onlar ne güzel arkadaştırlar.”

Bundan dolayı da onların yanında nebilerden sonra en faziletli insan sufidir. Aslında bu sıddıkın bizzat kendi değil sıddıklık çeşitlerinden biridir sadece. Nasıl ki alimlerin sıddıkları, emirlerin sıddıkları dendiği gibi bunlar da ibadet ve zühd hususunda sıddıklardandırlar. (Burada İbni Teymiyye her mesleğin sıddıkıyyetinin ayrı olduğunu, sıddıklığın sadece zühd ve ibadete özel bir makam olmadığını anlatmaya çalışıyor. İbadet ve zühd konusunda ihlas ve sünnet üzere olanlar bu mesleğin sıddıkları oldukları gibi alimlerden ihlas ve sünnet üzere olanlar, ümmetin askeri alanlarında ihlas ve sünnetle hareket edenler de o alanların sıddıklarıdırlar.)

…Bir taife sufileri yerdi ve onların şeriat dışına çıkan bidatçiler olduğunu iddia etti. Büyük imamlardan bu minvalde bazı sözler nakledildi, fıkıh ve kelam ehlinden bazıları da bu sözlere tabi olarak onları yerdi. Bir taife de onlar hususunda aşırı gitti ve onların nebilerden sonra en faziletli insanlar olduğunu söylediler. İki uç noktayı ifade eden bu iki görüş de yanlıştır. İşin doğrusu, onların dışındaki itaat ehli Allah’a kulluk hususunda çaba gösterdikleri gibi onlar da çaba göstermişlerdir. Onlardan bazısı çabası oranında mukarreb/Allah’a yakınlaştırılmış insanlardan, bazısı da muktesid/orta yol tutmuş sağ ehlindendirler. Bu iki gruptan kimisi içtihad eder ve hata eder, bazen bu hatadan dolayı tevbe eder bazen de etmez. Yine mutasavvıflara kendini nispet edenler arasında nefsine zulmeden ve Rabbine isyan edenler vardır. Zındıka ehli ve mülhitlerden kendilerini tasavvufa nispet edenler de olmuştur. Ancak ehli tahkik olan mutasavvıfların yanında onlar tasavvuf ehlinden sayılmazlar. Hallac örneğinde olduğu gibi. Şeyhlerin çoğu onu reddetmiş ve tarikat ehlinden saymamıştır. Sullemi’nin ‘Tabakat es-Sufiyye’ de, Hatip el-Bağdadi’nin ‘Tarihu’l Bağdat’ta zikrettiğine göre tasavvuf yolunun efendisi kabul edilen Cüneyd bunlardan biridir.( Hallac-ı Mansur ve benzeri, zındıklıkla itham edilmiş olanları Tasavvuf erbabından saymayanlardan biri de Cüneyd el-Bağdadi’dir. İbni Teymiyye rahimehullah kitaplarının çoğunda Cüneyd’i övmüş ve onun ilk nesil Tasavvuf erbabı misali zühd ve takva merkezli bir yaşantı sürdüğünü savunmuştur.) Tasavvufun aslı budur. Sonra farklı dallara ayrılıp, değişik kollardan tasavvuf yayıldı. Sofiler üç sınıfa ayrıldılar: ‘Sofiyyetu’l Hakaik/Hakikat Ehli Sofiler’, ‘Sofiyyetu’l Erzak/Rızık Ehli Sofiler’, ‘Sofiyyetu’l Resm/Şekil Ehli Sofiler’. Hakikat ehli sufiler bizim vasfettiklerimizdir. Rızık ehli sufiler ise genelde hevanikte/tekkelerde sürekli kalan ve vakıflardan geçinen insanlardandırlar. Bunların hakikat ehli sofilerden olması şart değildir. Çünkü hakikat ehli sürekli tekkelerde kalmazlar. Bunlarda üç şart aranır: Farzları eda edip, haramlardan kaçınmaları yani şer’i adalet. İkincisi, tarikat ehlinin adabına riayet etmeleri. Bu adaplar genelde şeriattan alınmadır bazen de bunlar sonradan konulan bidat içerikli adablardandır ki bunlara önem göstermemek gerekir. (Kastı; tasavvuf erbabının bu tarz sonradan belirlenmiş ve sünnete uygun olmayan adapları uygulamamaları ve sadece şer’i olanlarla yetinmeleridir.)Üçüncüsü, dünyadan arta kalanla meşgul olmamalarıdır. Bunlardan mal toplayan ve övülen ahlaklarla ahlaklanmayanlar, şer’i adaba riayet etmeyen ya da fasık olanlar bu vasfı hak etmezler. Şekil ehli sufilere gelince bunlar sadece kendilerini tasavvufa nispet eden, onların kıyafetlerini giyen ve sonradan konulmuş şer’i olmayan adaba önem verenlerdir. Bunların sofiler arasında ki durumu; alim ve mücahid olmadığı halde onların kıyafetlerini giyen ve onların bazı sözlerini bilen cahillerin hakiki hallerini bilmediklerinden onları alim ve mücahid sandığı insanların durumu gibidir.’ (Mecmu Fetava, 11/16-17, özetle. (İbni Teymiyye’nin rahimehullah Fetavasının 11. cildi tasavvuf ve tasavvufa dair kavramlarla alakalı fetvalarını toparlamıştır. Onun tüm fetvalarında bu ayırıma gittiği mutasavvıfların bir kısmını -özellikle ilk nesli- övdüğü, bir kısmını ise -özellikle felsefi tasavvuf- eleştirdiği ve İslam dışılıkla suçladığı görülecektir. Aynı zamanda o; ilk nesil tasavvuf ehlinin adap ve ritüellerinin şer’i olduğunu, sonradan gelen ve aslen zındık olanların tasavvuftan olmayan şeyleri tasavvufa dahil edip onu bozduğunu savunur. Bu konu da en ciddi dayanağı da tasavvuf büyüklerinin Kur’an ve Sünnet’e uymayan hiçbir şeyin tasavvuftan olamayacağına dair sözleridir. Onun bu tutumu genelde bilinmez ve tasavvufu toptan red ettiği zannedilir.))

Bir başka eser olan ‘Safediyye’de şöyle der:

‘…Ebu Abdurrahman es-Süllemi’nin ‘Tabakatı’nda, Kuşeyri’nin ‘Risalesi’nde zikrettiği meşayıh, ehli sünnet ve ehli hadis mezhebi üzereydiler. Fudayl bin İyad, Cüneyd el-Bağdadi, Muhammed bin Sehl bin Tusteri… Lakin onların sonradan gelenleri bazı fer’i konularda kelam ehlinin mezhebi üzereydiler lakin bu dönemde onlardan kimse felsefecilerin yolu üzere değildiler. Böylece bazısı ehli hadis mezhebi üzere olup bunlar tasavvuf ehlinin seçkinleridir. Bir grup kelam ehlinin akidesi üzeredir, bunlar birinci sınıftan mertebe olarak daha alttadır. Bir kısmı da filozofların inancı üzeredir; bu mülhidler gibi… İbni Arabi, Futuhat’ının başında üç ayrı akide zikretti. Önce Ebu Meali’nin İrşadı’ndan kelami delilleriyle bir akide, sonra İbni Sina’dan alındığı anlaşılan felsefeci bir akide daha sonra kendi batıni akidesi olan Vahdet-i Vucud’a işaret etti…’ (Safediyye, 1/267.)

2. Tasavvuf, Hristiyanlıkta var olan ve Kur’an’ın yerdiği Ruhbanlık’tan etkilenmiş, Nebi’nin kaldırdığı şeyler tasavvuf adı altında tekrardan ihya edilmiştir

.

Ruhbanlık her ne kadar insanlık tarihinde var olan mistik yaşantıyı ifade etse de daha ziyade Hristiyanlıkla özdeşleşmiş bir kavramdır. Kur’an bu kavramı toplumdan uzak, sürekli ibadetle geçirilen bir hayat biçimi olarak Hristiyanlar için kullanmıştır.

“Sonra onların izleri üzere elçilerimizi ard arda gönderdik. Arkalarından da Meryem oğlu İsa’yı gönderdik. Ona İncil’i verdik ve ona uyanların kalplerine bir şefkat ve merhamet duygusu yerleştirdik. Kendilerinin çıkardıkları ruhbanlığı ise biz kendilerine farz kılmamıştık. Bunu sırf Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için (çıkardılar) ama ona da gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere ecirlerini verdik. Fakat onların çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.” (57/Hadid, 27)

Cahiliye Arapları ruhbanlığı biliyor ve ruhban hayatı yaşayan Mesihilere saygılı davranıyorlardı. Toplumda var olan şirk ve masiyetlerden kaçmak isteyen temiz fıtratlı insanların çoğu da bu hayat tarzına meylediyorlardı. Rahipler İsa’ya aleyhisselam dayandırdıkları bir takım rivayetlerle kamil bir insan olup ahiret yurdunu kazanmanın yolunu evliliği terk, tüm malını satmak, sürekli zikir, ibadet ve nefsi zorlayacak şekilde onun isteklerine direnmekle mümkün olduğuna inanıyorlardı. İlk etapta ferdÎ olarak başlayan bu yaşantı daha sonra, ruhbanlara tahsis edilen özel mekanlarda erkeklerin bir arada, kadınların da ayrı olarak bir arada yaşadıkları mekanlarda toplu olarak devam etti.

İslam’ın gelmesiyle beraber Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ruhbanlığı kaldırdığını ve kendisiyle gönderildiği dinde ruhbanlığın olmadığını açıkça ifade etmiştir. Sahabelerinde zaman zaman bu tarz eğilimler gördüğünde bunun İslam’dan olmadığını ve ruhbanlık olduğunu açıkça söylemiş ve onları uyarmıştır.

Osman bin Maz’un radıyallahu anh geceleri ibadet, gündüzleri oruçla geçirmeye başladığında ve evlenmemeye karar verdiğinde o şöyle demiştir:

“Ey Osman, benim sünnetimden yüz mü çevirdin? Ben ruhbanlıkla emrolunmadım. Benim sünnetim, namaz kılmak ve uyumak, oruç tutup iftar etmek, nikahlanıp boşanmaktır…” (Sünen-i Dârimi, 2215.)

Yine sahabiden üç kişi evlenmemek, sürekli gece ibadetiyle meşgul olmak ve ara vermeden oruç tutmaya karar verince onları uyarmış ve bu yaptıklarının sünnetten yüz çevirmek olduğunu söylemiştir. (Buhari, 5063; Müslim, 1401.)

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem aralarında olmasına rağmen bu tarz eğilimlerin baş göstermesi, sonraki dönemlerde de baş göstereceğinin alametidir. Çünkü sonradan gelen her nesil bir öncekinden daha şerli olacaktır. Bazı araştırmacılar buradan yola çıkarak sonradan ortaya çıkan tasavvufi eğilimlerin aslının ruhbanlık olduğunu savunmuşlardır. Ayrıca bu isimlendirmenin şer’i bir isimlendirme olduğunu da iddia etmişlerdir.

Zaten ashabın bu tarz eğilimler gösterdiklerin de evliliği, uyku ve yemeyi terk etmek istemeleri onların İslam öncesi Hristiyan ruhbanlardan gördükleri şeylerdi. Bunun yanında tasavvufta var olan ve İslam’la bağdaşmayan bazı uygulamaların Hristiyanlıktan alındığını tasavvuf erbabı da kabul etmiş, bazı mutasavvıflar daha da ileri giderek rahipleri övmüş ve onlardan vaaz dinlediklerini itiraf etmişlerdir.

Hristiyan Rahipleri ve Mutasavvıflar

İlk dönem sufilerinden kabul edilen İbrahim bin Ethem’den nakledildiğine göre şöyle demiştir: ‘Ben marifeti, ismi Seman olan bir rahipten öğrendim. Onun yanına girdim, ‘kaç yıldır buradasın’ dedim. Yetmiş yıldır diye cevap verdi…’ (İhya-ı Ulumu’d Din, 3/334. Telbisu’l İblis, 137.)

Yine İhya’da Gazali rahimehullah şöyle aktarır: ‘Bir grup sefere çıktılar. Yollarını şaşırarak halktan ayrı yaşayan bir rahibe vardılar. Rahibi çağırdılar. Rahip, manastırından dışarı çıkıp onlara baktı. Dediler ki:

__ Ey rahip! Biz yolu şaşırdık. Acaba yol neresidir?

Bunun üzerine rahip, başıyla göklere işaret etti. Onlar onun bu işaretinden ne kast ettiğini anladılar ve dediler ki:

__ Biz senden yol soruyoruz. Bize yol gösterir misin?

Bunun üzerine rahip onlara:

__ Sorun, fakat ileri gitmeyin; zira gün geri gelmez, ömür döndürülmez. Tâlib ise var kuvvetiyle çalışmalıdır, dedi.

Bu sözler, dinleyenleri hayrete düşürdü ve şöyle sordular:

__ Ey rahip! Yarın sultanların nezdinde halk neyin üzerinde olacaktır?

__ Niyetleri üzerinde olacaklardır.

__ Bize nasihatte bulun!

Seferinizin uzunluğu nispetinde azık edinin! Zira azığın en hayırlısı insanı hedefine vardırandır. Sonra rahip onlara yolu gösterdi ve manastırına geri döndü.’

Abdulvahid b. Zeyd şöyle anlatıyor: ‘Çin rahiplerinden birinin manastırının yanından geçtim.

__ Ey rahip! diye onu çağırdığım halde cevap vermedi. İkinci bir defa çağırdım yine cevap vermedi. Üçüncü defa çağırınca, çıktı ve bana bakarak ve şöyle dedi: ´Ey kişi! Ben rahip değilim. Rahip, Allah´tan korkan, Allah´ı tazim eden, belasına sabreden, kaza ve kaderine razı olan, nimetlerinden dolayı Allah´a hamd eden, azametine karşı tevazu, izzetine karşı zillet gösteren, O´nun kudretine teslim olan, heybetine baş eğen, hesap ve ikabını düşünen kimsedir! Rahibin günü oruçlu, gecesi ibadetli olmalıdır. Rahibi ateşin uğursuzluğu, Cebbar olan Allah´ın suali uykusuz bırakmalıdır. İşte rahip bu kimsedir. Ben ise azmış bir köpeğim. Nefsimi şu manastırda halkı ısırmasın diye hapsettim.

Bunun üzerine dedim ki:

__ Ey rahip! Acaba Allah´ı tanıdıktan sonra halkı Allah´tan alıkoyan nedir?

Dedi ki:

__ Ey kardeşim! Dünyanın sevgisi ve ziyneti halkı Allah´tan alıkoymuştur. Çünkü dünya, günahların merkezidir. Akıllı o kimsedir ki dünyayı kalbinden atmış, günahından rabbine sığınmış, kendisini rabbine yaklaştırıcı amele yönelmiştir.´ (4/410)

Şarani Tabakat’ında; zamanın büyük velisi, keramet ve keşf ehli, denizde yürüyen, havada vasıtasız uçan, memleketleri kurt üstünde seyahat eden, sidiği beyaz süt gibi olan (Bu övgüler Şarani’ye aittir.) İbrahim bin Usayfir için şöyle der: ‘Çoğu zaman kilise de uyurdu. Ve derdi ki: ‘Hristiyanlar, Müslümanlar gibi ayakkabı çalmıyor.’ Yine derdi ki: ‘Benim yanımda hakiki oruç, Hristiyanlar gibi içinde et yenmeyen oruçtur. Müslümanlar gibi oruç döneminde et yiyenlerin orucu benim yanımda batıldır.’ (Tabakatu’l Kubra, 2/140.)

Evliliği Terk ve Ruhbanlık

Evlilik, Allah’ın subhanehu ve teâlâ insana en büyük nimetlerinden ve O’nun azametine delalet eden ayetlerindendir.

“Onda ‘sükun bulup durulmanız’ için, size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet kılması da, O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler vardır.” (30/Rum, 21)

Allah Rasûlü de ümmetinden evlenmelerini istemiş ve “Evlenin, çoğalın. Kıyamet gününde sizin çokluğunuzla övüneceğim” demiştir. Ashabından evlenmeyi terk etmek isteyenleri de bunun ruhbanlık olacağı ve kendisiyle gönderildiği hanif ve kolay dininden yüz çevirmek olacağını belirtmiştir.

Bunca uyarıya rağmen tasavvuf ehli evliliğin insanı Allah’tan alıkoyduğu ve kalbini dünyayla meşgul edeceği gerekçesiyle evliliği terk etmişlerdir. Ve bunun iyi bir kul olmak için gerekli olduğunu savunmuşlardır. Buna dayanarak bazı araştırmacılar tasavvufun Hristiyanlık ruhbanlığından etkilendiğini ve İslam’da cahiliyeyi ihya ettiğini savunmuşlardır.

Tasavvuf büyüklerinden Bişr bin Haris’e denildi ki: ‘İnsanlar senin aleyhinde konuşuyor, sünneti terk ettiğini söylüyorlar. O da cevaben: ‘Onlara deyin ki ben farzla meşgul olduğum için sünneti terk etmiş bulunuyorum. Bazen de adaletsiz davranmaktan korkum beni evlilikten men etti.’ derdi.’ (Kutu’l Kulub, 2/396.)

Bu nakli yaptıktan sonra Ebu Talib el-Mekki şöyle der: ‘Bişr bu sözü 220’li yıllarda söylemiştir. Bizim zamanımız çok daha şiddetlidir. (Kendisi Hicri 386 tarihinde vefat etmiştir.) Fitneden emin olur, nefsi kendini masiyete ekmez, zihni kadınların hayaliyle meşgul olmazsa mürid için evla olan evliliği terk etmesidir.’

Allah’ın yarattığı selim fıtrat üzere olup da bu özelliklere sahip bir erkek bulunabilir mi acaba?Bir başka yerde büyük mutasavvıflardan kabul edilen Ebu Süleyman ed-Darani’den şöyle aktarır:

‘Kişi hadis öğrenmek istediğinde, evlendiğinde veya geçim için yolculuğa çıktığında dünyaya meyletmiş olur.’

‘Evlenip de mertebesinde kalan bir mürid görmedik.’ (A.g.e 1/234-2/410.)

İbrahim Ethem’den ise evlilikle alakalı şöyle aktarır: ‘Kadınların baldırına alışan iflah olmaz.’ (A.g.e 2/398. Acaba evlenen ve evlenmeye teşvik eden Nebi ve ashabı bu sözlere göre hangi konumda oluyorlar? Elbette kavim, kitaplarında bu durumu şöyle açıklamaktadır: ‘Onlar öyle mertebelere erdiler ki ne evlilik, ne ticaret ne de mubahlardan faydalanma onları olumsuz etkilemedi. Bizler ise onlardan daha alt mertebelerde olduğumuz için bu durumlar bizi olumsuz etkilemektedir.’ Nedense bu insanlar Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem bu noktadaki sözlü ve fiili sünnetinin kıyamete kadar geçerli olduğunu ve Allah Rasûlü’nün ümmeti bu insanlardan daha fazla düşündüğünü unutmuşlardır. Acaba fıtri ihtiyaçların giderilmesi sonradan gelenlerin imanlarına zarar verip onları dünyaya meylettirecek olsaydı bunu Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem haber vermez miydi ümmetine? İbrahim bin Ethem veya diğer tasavvuf büyükleri bu ümmeti Allah Rasûlü’nden daha fazla sevip onların ahiretlerini daha fazla mı düşünüyorlar?)

Yün Elbise ve Ruhbanlık

Mutasavvıflar yün elbise giydiklerinden dolayı onlara Sufi dendiğini bir önceki bölümde açıklamıştık. Zühd ve ibadete meyleden insanlar arasında yün kıyafet giymek yaygınlaşıp bir şiar halini alınca selef buna tepki göstermiştir.

İmam Ebu Hanife’nin de hocası olan Hammad bin Ebi Süleyman Basra’ya gelir. Ferkad es-Senci üzerinde yün bir elbiseyle Hammad’a uğrar. Hammad: ‘Bu Hristiyanlığı terk et. Bizler İbrahim en-Nehai’yi beklerdik, o bizim yanımıza muasfer elbiselerle çıkardı.’ (Telbisu’l İblis, 175-176.)

‘Abdulkerim Umeyye üzerinde yün elbise olduğu halde Ebu’l Aliye’nin yanına geldi. Ebu’l Aliye ona: ‘Bu rahiplerin elbiselerindendir. Müslümanlar ziyaretleştiklerinde süslenirler.’ dedi.’

Münzevi Hayat ve Ruhbanlık

Bilindiği gibi İslam cemaat dinidir. İtikadi ve ameli her şeyin ‘biz’ ruhuyla yapılmasını ister. Kendi etbaını günde beş defa Allah’ın evlerinde toplaması, onun cemaat yaşantısına ne denli önem verdiğini gösterir. Cemaat ve beraberliğe bu denli ehemmiyet göstermesinin yanında, teklikten şiddetle sakındırır ve tek kalan insanların şeytanın yoğun vesveselerine maruz kalacağını bildirir.

“Şayet insanlar tek kalmada nedenli şerler olduğunu benim gibi bilseydi, kimse asla tek başına yolculuk yapmazdı.” (Buhari, 2988.)

Müsned’de aynı hadis şöyle varid olmuştur:

“İnsanlar tek kalmada ne denli şerler olduğunu benim gibi bilseydi; asla kimse tek başına yolculuk yapmaz ve tek başına bir evde gecelemezdi.”

“Tek başına yolculuk yapan şeytandır. İki kişi de şeytandır. Üç olduklarında topluluk olurlar.” (Tirmizi, 1674.)

Bu teklik ibadet kastıyla da olsa böyledir. Allah Rasûlü’nden sallallahu aleyhi ve sellem hemen sonra bir kavim kendilerine özel ibadet yerleri yapmış ve orada Müslümanlardan ayrı daha fazla ibadete yönelmişlerdir. Kufe’de Amr bin Atebe böyle bir mescid inşa edince İbni Mesud buna karşı çıkmış, mescidlerini yıkmış ve onları herkesin umumi ibadet ettiği mescidlere sevk etmiştir. (El-Bida ve Nehyu anha 1/35. Kitabın Müellifi İbnu Vaddah Hicri 286’da vefat etmiştir.)

İbnu’l Cevzi de şeytanın sufilere oyunlarından bahsederken bu konuya özel bir bölüm ayırmıştır. ‘Meskenler hususunda şeytanın sufilere oyunları’ başlığı altında şöyle der: ‘İbadet için özel yerlere gelince, eski sufilerden bazıları ibadet kastıyla tek kalacakları böylesi yerler edindiler. Şayet bunların niyetleri halisse altı yönden hatalıdırlar:

1. Bu binalar bidattir. İslam ehlinin ibadet yerleri mescidlerdir.

2. Mescidlere benzer bu yerlerden dolayı, mescidlerde toplanan insan sayısını azalttılar.

3. Nefislerini mescidlere adım atmanın sevabından mahrum ettiler.

4. Bu fiilleriyle manastırlarda yaşayan Hristiyan rahiplere benzediler.

5. Çoğu evliliğe ihtiyaç çağında gençler olmasına rağmen evlenmediler.

6. Kendilerinin zahid ve abid olduklarını gösteren alametler edindiler. Bu da teberrük ve ziyaretlerini gerekli kıldı…’ (Telbisu’l İblis, 157.)

Bu noktada şu soruyu sormamız önemli olacaktır. İslam dünyasına manastır/tekke/zaviye hayatı nasıl girdi. Bu sorunun cevabını Türkiye’de Tasavvuf ehlinin öncülerinden olan Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz’dan dinleyelim:

‘Devrin Hristiyan emiri ava çıkmıştı. Yolda iki kişinin birbirleriyle buluşup el sıkıştıklarını, oturup heybelerinde neleri varsa ortaya koyup beraberce yediklerini ve daha sonra vedalaşıp muhabbetle birbirlerinden ayrıldıklarını gördü. Bu iki kişinin birbirlerine olan muhabbetleri ve hüsn-i muameleleri Hristiyan emirin çok hoşuna gitti. Tecessüsünü yenemeyerek onlardan birini yanına çağırdı ve sordu: Yanından ayrıldığın kimdi? Bilmem… Peki buluşup görüşmenize sebep neydi? Hiçbir şey… O şahıs nerelidir, bilir misin? Bilmem… Peki, birbirinize olan bu muhabbet ve ülfetin sebebi nedir? Bu bizim Allah için tuttuğumuz tarîkımız, yolumuzdur, peki sizin toplanıp bir araya gelebileceğiniz bir yeriniz var mıdır? Hayır, yoktur. Sizin bu haliniz benim çok hoşuma gitti. Ben de sizin bir araya gelip görüşebileceğiniz bir bina yaptırayım, dedi ve rivayete göre Ebû Haşim ve talebeleri için Remle’de bir dergah yaptırdı.’ (Altınoluk dergisi, 1986 – Haziran, Sayı: 004, Sayfa: 023. ‘Ebû Hâşim Sûfi’ başlıklı makale. Aynı zamanda bu kıssayı büyük mutasavvıflardan Molla Cami Nefahatü’l Üns kitabında aktarır s.153.)

Ne ilginçtir ki; tekke/dergah kültürü bir Hristiyan emir eliyle, tarihte ilk defa ‘Sufi’ ismiyle anılmış Ebu Haşim es-Sufi ve talebeleri üzerinden İslam ümmetine dahil olmuş ve sonraki dönemlerde bu tarz yerler hızla yayılmıştır.

Bunların dışında, tasavvuf ehlinin kendilerine özel kavramlarının olduğu malumdur. Öyle ki bu kavram/ıstılahların izahı için özel kitaplar kaleme alınmıştır. Hicri 4. asırda yaşamış Kelabizi’nin ‘Et-Tarruf li Mezhebi Ehli Tasavvuf’, hicri 8. asırda yaşamış el-Kaşani’nin ‘Mucem Istılahat Sufiyye’ kitabı bunlardan sadece bazılarıdır. Günümüz yazarlarından ve araştırmacılarından bu alanda kitap yazanlar da olmuştur. Bir çok ilim adamının tavsiye ettiği Şeyh Mahmud er-Rıdvani’nin doktor tezi olarak hazırladığı ‘el-Mucem es-Sufi’ de bu kitaplardandır. Bu kavramların çoğunun Kur’an ve sünnete dayanmadığı kesindir. Çoğu İslami kavramlara ve Arap lugatına uzak bu kavramların genelde Hristiyan din adamları tarafından kullanıldıkları bilinmektedir. Özellikle felsefeci mutasavvıflar tarafından kullanılan lahut, nasut, melekut, ceberut, rahemut, rahabut, ruhani, nefsani, cismani, vahdaniyyet, ferdaniyyet vb. kavramlar buna örnek gösterilebilir. Bu saydığımız noktalara dayanarak tasavvufun Hristiyanlık menşe’li olduğu savunulmuştur.

3. Hinduizm ve Budizm’den etkilenmiş ve öğretilerini özellikle de ruh terbiyesi felsefesini buradan almıştır.

Hinduizm, Hint Yarımadası’nda bulunan halkların inanç ve geleneklerini ifade etmek için kullanılır. Sadece bir din veya mezhebi ifade etmez. Dinler tarihi araştırmacıları için de incelenmesi ve kesin sonuçlara varılması en zor olan alandır. Kutsal kitap koleksiyonu, kast sistemi, ruhun arınması için kendine has teknikleriyle ortak yönü fazla olan bir çok inancı temsil eder.

Budizm ise Hindistan’da doğmuş dinlerden biridir. Hinduizm’de var olan Brahman şekilciliği ve kast sistemine karşıt olarak doğmuştur. Lakin Hint dinlerinin özü olan reenkarnasyon, illiyet, nirvana ve meditasyon Budizm’de de vardır. Diyebiliriz ki Budizm Hint dinlerinde var olan kastçılığa karşı çıksa da bunun dışında ki çoğu meselede onunla aynıdır. Budizm’in ana vatanı Hindistan olsa da zamanla Hindistan dışına yayılmış ve Hint dinleri arasında en fazla tabisi olan dinlerden biri olmuştur. (Bkz.: Dinler Tarihi, Prof. Dr. Abdurrahman Küçük, Prof. Günay Tümer ve Yard. Doç. Dr. Mehmet Alparslan Küçük, 199-222 ve 255-312.)

Buda ve İbrahim bin Ethem’in hayatları arasındaki ilginç benzerlik:

Tasavvufun kökenini Budizm ve Hint dinlerine dayandıran araştırmacıların en fazla dillendirdiği şeylerden biri Buda ve İbrahim Ethem’in hayatlarıyla alakalı anlatılanlardır.

‘Evvel halinde Belh şehrinin padişahı olup kırk altın kalkanlı kul, tantana ile önünde ve kırkı da ardından giderlerdi. Bir gece sarayında yatarken, damının üzerinde bir gürültü duydu. ‘Nedir?’ diye seslendi. ‘Deve arıyorum’ sadasına ‘Damda deve bulunur mu?’ deyince cevap geldi: ‘Ey gafil Allah’ı atlas döşekler içinde mi isterler?’ sözünü işitince canına ateş düştü. Sabaha kadar uyumadı. Müteessir olarak tahta oturdu.

Erkan-ı devleti ve kulları gelip el bağladılar, ani olarak heybetli bir zat kapıdan girip tahtın yanına geldi! Kimse bir şey söylemedi. Diller tutuldu. İbrahim:

__ Çekil bu saray benimdir, sen deli misin ki buraya geldin? deyince o:

__ Kervansaraydır. Senden önce kimindi? dedi.

__ Babamın. Daha evvel de dedelerimindi.

__ Bunlar ne oldular?

__ Öldüler, cevabına:

__ İşte benim dediğim. Kervansaray değil midir ki birisi gelir, birisi gider? dedi.

O zat Hızır idi. İbrahim Hz.’leri bu hali görünce derdi çoğaldı, kararı kalmadı. Taacüb içinde: ‘Atları hazırlayın ava gidelim, belki teselli olurum’ dedi. Sahraya çıktılar. Ne yaptığını bilemiyordu, gezerken maiyetinden ayrıldı. Giderken ‘intebeh’ (uyan) diye bir avaz işitti. Duymamazlıktan geldi. Yine (intebeh) denildi. Üçüncüde ‘intebeh kable en tentebeh’ (ölmekten evvel uyan). Bunu işitince hemen dünyadan el çekti. Atını ileri sürdü. Önüne bir geyik çıkıverdi. Birden arzusu geyiği avlamak oldu. Fakat, geyik lisana gelip: ‘Ya İbrahim! Hak Teala Hz.’leri seni av avlamak için mi getirdi? Başka işin yok mudur?’ dedi. Bu sözü düşünürken bir avaz geldi ‘Sen avlamak için yaratılmadın.’ Bu ses onu titretti. Şevki arttı, gözüne melekler göründü. Ağlamaya başladı. O kadar ağladı ki elbisesi ıslandı. Can-ı dilden nasuh tevbesi eyledi. Böylece giderken kendi adamlarından bir çobana rast geldi. Çobanın keçe takkesini ve kepeneğini giydi. Koyunları çobana bağışladı. İbrahim’in bu haline melekler nazar ediyorlardı. ‘Padişah libasını çıkarıp, cennet cemalullah aşıkı ahiret elbisesini giydi.’ dediler. İbrahim oradan Merv şehrine geldi. Köprüden geçerken bir kişi aşağı uçtu İbrahim görünce ‘Allahümma fuzhu’ diye nida etti. O kişi suya düşmeyip muallakta kaldı. Halk bu keramete hayran kaldı. Oradan Nişabur’a geldi. Bir mağaraya girdi. Dokuz yıl ibadet etti. Hala İbrahim mağarası diye maruftur. Perşembe günleri mağaradan çıkıp, Nişabur’a bir yük odun götürür, satar, yarısını dervişlere dağıtır, Cuma namazını kılıp tekrar mağaraya gelip orucunu tutardı. Bir müddet sonra mağaradan ayrılıp yola çıktı. Bir zata rast geldi. İsm-i a’zam okurdu. İbrahim’e de öğretti. Ne lazım olursa okur ve istediğini yanında bulurdu. Bir gün Hızır’la buluştu. ‘İsm-i a’zamı öğreten benim kardeşim İlyas’dır’ diye haber verdi. İbrahim’in evvelki şeyhi Hızır aleyhisselam bir çok nasihat verip kaybolup gitti. Seyahatinden fevkalade halet görerek keşfi açıldı. On dört sene beriyyede gezip ibadetle meşgul oldu. Mekke-i Mükerreme’ye gelip Kabe-i Muazzama’yı ziyaretle bir müddet mücavir kaldı. Dülgerlikle iştigal ederdi. Geceleri Kabe’nin halvet olması fırsatını gözetirdi. Muvaffak oldu. Dua etti. ‘Ya Rab bana ismet ver (yani günahlardan sakınmak), Ruki kıl’ münacatına bir nida işitti. ‘Benim gaffar olduğumu bilmen lazımdır. Günahlara istiğfar fazilettir.’ Huzur içinde (Allahümme mağfir li) demesine cevap işitti. ‘Ya İbrahim! Yalnız sen seni istersin. Diğer kullarımı niyaz edersen rahmeti ilahiyyeden hiçbir şey eksik olmaz’ hitabı üzerine, İbrahim kendi eksikliğini idrak ederek: ‘Ey gizli ve aşikar her şeyi bilen Allah’ım! Küstahlığıma ve kusuruma bakma, cümle kullarınla, rahmet ve mağfiret nasip ve müyesser kıldığın zümreye cümlemizi ilhak eyle.’ deyip ‘Tanırken bilmez olanların haline yazık ki seni bilmeyenin hali ne olacaktır?’ dedi.’ (Tezkiretu’l Evliya, Feriduddin Attar, M. Zahit Kotku tercemesiyle, s.1314.)

‘Buda’ için de buna benzer bir kıssa aktarılmıştır:

‘Asıl adı Siddharta, lakabıysa Gautama olan ‘Buda’ bir kral çocuğudur ve yirmi dokuz yaşına kadar sarayda yaşamıştır. Zamanla yaşam, ölüm, hastalık ve hayatın amacına dair kafası karışmış ve sıkıntılı bir dönem geçirmiştir. Daha sonra eşini ve çocuklarını geride bırakarak yollara düşmüş ve çileli bir hayatı olmuştur. 6 yıl boyunca çok ağır geçen bir riyazet uyguladı. İki önemli bilge kişi Alara Kalama ve Udaka Ramaputta’nın öğrencisi oldu. Onlardan yoga ve meditasyon yapmayı öğrendi. Ancak bu süre zarfında aradığını bulamamış ve düşünce aleminde yaşadığı sıkıntılar devam etmiştir.

Siddhartha, dolunaylı bir gecede Bodhi ağacının (incir ağacı) altında meditasyon yaparken aydınlığa ulaştı. O zaman 35 yaşındaydı. Böylece nefret, hırs ve cehaletten arındı ve uyandı. Sonunda bir gün, Bodhi ağacı ‘bilgelik ağacı’ olarak sayılır.

Uyanıştan sonra Buda Guatama, Isipinata’da (günümüzdeki Sarnath) Benares (Ganj nehrinin de içinde bulunduğu, Hindistan’daki kutsal şehir) yakınlarında, ‘Beşli Askete’ (Asket: İnzivada her türlü beşeriyetten arınan.) gruba ilk öğretisini anlatır. Bu beş Askete Budist Manastır Topluluğunun (Sangha) ilk dervişleridir. Siddharta Guatama 45 yıl boyunca her gün, kadın erkek tüm halka, krallara ve köylülere, kendilerini dine adayanlara Brahman’lara, dinden uzaklaşanlara, borç verenlere, dilenenlere, azizlere ve hırsızlara bilgi vererek onları aydınlatmak için hep öğretilerini anlatmıştır. Bu süre zarfında edindiği tecrübeleri ‘Dört yüce gerçek’ ve ‘Sekiz aşamalı asil yol’ olarak sekiz maddede topladı. Hayatının kalan kısmını bu öğretileri sözlü olarak yaymakla geçirdi:

1. gerçek, Dukkha: Acı, hayatın ve varoluşun bir parçasıdır.

2. gerçek, Samudaya: Acıların kaynağı arzu ve isteklerdir.

3. gerçek, Nirodha: İstek ve arzular bırakılırsa acılar sona erdirilebilir.

4. gerçek, Magga: Acıların sona erdirilmesinin yolu ‘Sekiz Aşamalı Asil Yol’dan geçer. Doğru kavrama, doğru düşünce, doğru söz, doğru eylem, namuslu kazanç, doğru çaba, uyanıklık, ve doğru konsantrasyon.’ (Dinler Tarihi 257. Ayrıca: http://tr.wikipedia.org/wiki/Budizm.)

Bu iki kıssada var olan noktalar daha sonra tasavvufun da arınma noktasındaki özünü oluşturur. Bunlardan ilki ev ve aileyi terk edip sahralarda ruhu arındırmak için riyazet yapmaktır. İslam’ın asla onay vermediği bilakis aileyle ilgilenmemeyi günah saydığı “Kişiye günah olarak ailesinin nafakasını karşılamaması yeter.” ( Ebu Davud, 1694.), yalnızlığı ve nefse zulmetmeyi haram kıldığı bilinen gerçeklerdendir.

“Bil ki, ben, hem uyurum, hem namaz kılarım; oruç da tutarım, kadınlarla evlenirim de, Ey Osman, Allah’tan kork, zira ehlinin senin üzerinde hakkı var, misafirin senin üzerinde hakkı var, nefsinin senin üzerinde hakkı var. Öyle ise bazen oruç tut, bazen ye. Namaz da kıl, uykunu da al.” (Ebu Davud, 1369.)

Sehl bin Ebi Ümame’nin radıyallahu anh anlattığına göre:

“Sehl ve babası beraberce Enes’in yanına girerler. Enes’i yolcu namazı kılıyormuşçasına çok hafif bir namaz kılıyor bulurlar. Selam verip namazdan çıkınca:

__ Allah sana mağfiret buyursun bu kıldığın namaz farz mı yoksa nafile miydi? dedik.

__ Farz namazdı. Bu eksiksiz Peygamber’in namaz tarzıdır. Bilerek hiç bir değişiklik de yapmadım, dedi ve ilave etti:

__ Rasûlullah buyurdu ki: ‘Yıl orucu, her gece teheccüt, kadınları terk gibi kararlarla) kendinize zorluk çıkarmayın, zorluğa uğrarsınız. Zira (geçmişte) bir kavim (bir kısım zahmetli işlere azmederek) kendisini zora attı. Allah da zorluklarını arttırdı. Manastır ve kiliselerdekiler bunların bakayasıdır. ‘Onlar, üzerlerine, bizim farz kılmadığımız, fakat, güya Allah’ın rızasını kazanmak için kendilerinin koydukları ruhbaniyete bile gereği gibi riayet etmediler.’ (57Hadid, 27) ‘ ” (Ebu Davud, 4904.)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Selman’la Ebu’d Derda’yı kardeş kıldı.

“Selman bir defasında Ebu’d Derda’yı ziyaret etti. Evde, Ebu’d Derda’nın hanımını dağınık ve bakımsız buldu.

__ Bu halin ne? diye sordu, kadın:

__ Kardeşiniz, Ebu’d Derda’nın dünya ile alakası kalmadı, diye açıkladı.

Ebu’d Derda geldi ve Selman’a yemek getirerek:

__ Buyur, ye! dedi ve ilave etti:

__ Ben orucum!

Selman:

__ Hayır, sen yemezsen ben de yemem, dedi.

Beraber yediler. Aksam olunca Ebu’d Derda (Selman’dan gece namazı için müsaade istediyse de, Selman: ‘Uyu’, dedi. Beraber uyudular. Bir müddet sonra Ebu’d Derda namaza kalkmak istedi. Selman tekrar: ‘Uyu!’ dedi. Uyudular. Gecenin sonuna doğru Selman: ‘Şimdi kalk!’ dedi. Kalkıp beraber namaz kıldılar. Sonra Selman şu nasihatte bulundu: ‘Senin üzerinde Rabbinin hakkı var, nefsinin hakkı var, ehlinin de hakkı var. Her hak sahibine hakkını ver.’ Ertesi gün Ebu’d Derda, durumu Peygamber’e anlattı. Rasûlullah: ‘Selman doğru söylemiş’ buyurdu.” (Buhari, 1968.)

Tasavvufta var olan bu öğretilerin İslam’dan alınmış olması mümkün değildir öyleyse bunlar Budizm’den veya Hinduizm’den alınmıştır.

Yine Buda öğretilerine dikkat edilecek olursa arzular ve onlardan kurtulmanın gerekliliği dört esasın özünü oluşturur. Bilindiği gibi İslam arzulardan kurtulmayı kabul etmez, onları mübah yoldan tatmine yönlendirir. Şehvetten kurtulmaya yönelik davranışları örnek verebiliriz. Sahabe döneminde bazı insanlar kendilerini hadım etmek istemiş böylece şehvetten kurtulmayı arzulamışlardır. Ancak Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem bunu kabul etmemiştir. İbni Mesud radıyallahu anh şöyle rivayet eder:

“Biz Allah Rasûlü’yle beraber savaşa çıkardık. Yanımızda hiçbir şey(eş ve cariye) olmazdı. Ondan hadım olmak için izin istedik, bize izin vermedi.” (Buhari, 4787; Müslim, 1404.)

Aynı izni Osman bin Mazun istemiş, Allah Rasûlü onu da geri çevirmiştir. (Buhari, 4786.)

Burada hususiyetle ‘meditasyon, yoga’ ve özellikle Nakşibendilik’te bulunan ‘Rabıta’ benzerliğine değinmek gerekir.

Meditasyon, belli kurallara bağlı ve bilinçli bir düşünme ve davranma biçimidir.

Yoga ‘el-Mevrid’ isimli sözlükte: ‘Ruhu, Zat-ı İlahiye ile birleştirme amacına yönelik bir nefis terbiyesi ve tefekkürden ibaret bir dinsel Hind felsefesidir.’

Örneğin bu meseleyi, kendilerine bir ihtisas alanı olarak seçmiş bulunan oryantalist J. Tandrio ve ruhbilimci B. Real, ortaklaşa kaleme aldıkları ‘The Yoga’ adlı eserde meditasyon sistemini şu ifadelerle açıklamaktadırlar: ‘Yoga: İnsanın, doğal olarak iradeye dayalı ve sinirler üzerinde egemenlik kurmak suretiyle bilinçaltı şekilde vücuduna görevler yüklemek için yaptığı bedensel, ruhsal ve düşünsel alıştırmalardır ki bu sayede onun ruhu, kainat olaylarını idare eden Yüce Rabbin ruhu ile bütünleşmiş olur.’

Burada yeri gelmişken hemen kaydedelim ki: Rabıtanın da hedefi bundan başka bir şey değildir. Nitekim bakınız Ruhu’l Furkan adlı kitabın yazarları da rabıta konusuna ayırdıkları bölümde İsmet Garibullah’dan naklettikleri bir beytin açıklamasını yaparlarken kullandıkları ilginç bir ifade ile yogadaki amaçların aynısını şu şekilde açıklamaktadırlar:

‘Aziz kardeşim, senin şeyhin Zat-ı Pâk-i Sübhâniye’de fânî olmuşsa sen de ona rabıta etmen sayesinde Zat-ı Pâk-i Sübhâniye’de fânî olursun.’

Bundan asıl amaçları: Rabıta gibi transandantal bir sistemle ‘vecd’ halini yaşayarak, (yani, mistik bir kendinden geçme zevkini tadarak) sözde, Allah’ın yüce zatı ile birleşip O’nunla (haşa!) yek vücut hale gelmektir. Bunun canlı bir kanıtını yine Ruhu’l Furkan adlı kitaptan alalım:

Deniliyor ki:

‘Mevlâ’nın fazl-u keremiyle mâsiva (Allah-u Tealâ’nın dışındaki her şey) salikin nazarından tamamen kalkıp, Allah’dan gayriyi (yabancıları) görmekten isim ve resim kalmayınca, muhakkak fenafillâh (Allahu Tealâ’da eriyip gitmek) tabir edilen devlet hasıl olmuş ve tarîkat hali sona ermiş olur. Ve böylece seyr-i ilallah (Mevlâ’ya doğru olan manevî yürüyüş) tamamlanmış olur.’

İşte nasıl ki Hindular ‘nirvana’ya, (yani henüz bu dünyada iken sonsuz mutluluğa) ermek için yoga yapmayı bir vesile ve tapınma biçimi olarak gerekli görüyorlarsa, aynı şekilde Nakşibendiler de ‘fenâfillah’ olup (yani, kendi tabirleriyle haşa!) ‘Allahu Teâlâ’da eriyip gitmek’ için rabıta yapmayı vesile olarak kaçınılmaz bir görev sayıyorlar. Ancak çeşitli anlatım spekülasyonlarıyla temel amaçlarını gizleyerek onu bu kadar açık bir şekilde ortaya koymazlar. Böylece rabıtanın aslını, cahil mürid takımının keşfedemeyeceği bir sürü kelime oyunları içinde hem gizli tutmayı, hem de onu İslami bir görünüm içinde bu insanlara sunmayı başarabiliyorlar.

‘Yogayı, rabıta ile -sadece tanımlama açısından- karşılaştırdığımız zaman, şu ortak noktaları çok rahat bir şekilde tespit edebiliyoruz:

1. Rabıtada da, (vird çekme sırasında) yogada olduğu gibi, solunumun kontrol altına alınması vardır.

2. Rabıtada da, (yogadaki lotus oturuşundan alınan ilhamla) belli bir oturuş biçimi vardır. (Buna, ‘ters teverruk oturuşu’ denir.)

3. Rabıtada da, (yogada olduğu gibi) dikkatin belli bir nokta üzerinde yoğunlaştırılması vardır.

4. Sonuç olarak rabıta da aynen yoga gibi zihinsel, fiziksel ve mistik bir uygulama biçimidir.

Böylece rabıtanın, bir anlamda yogadan farklı bir şey olmadığını, kesin bir şekilde anlamış bulunuyoruz…’ (Rabıta, Meditasyon, Fenafillah, Yoga ve Nirvana isimli makale. https://gercektasavvuf.wordpress.com/2012/07/25/rabita-meditasyon-ve-yoga-2/)

Burada bir mesleye değinmekte fayda vardır. Tasavvufun özellikle de Nakşibendiliğin, Budizm ve sair Hind dinlerinden etkilendiğine dair en geniş çalışmayı Ferit Aydın yapmıştır. Kendisi eski bir Nakşi şeyhi olan Ferit Hoca zaman içinde bazı tuhaflıklar sezmiş ve şeyhi olduğu tarikatı araştırmaya koyulmuştur. Elde ettiği sonuçlardan sonra tevbe etmiş ve tasavvufu terk etmiştir. Bu çalışmalarını ‘Tarikatta Rabıta ve Nakşibendilik’ isimli kitabıyla okuyucuya sunmuştur.

Rabıtanın İslam alemine Halidi Bağdadi vasıtasıyla yaklaşık 200 yıl önce sokulduğu ve bundan sonra tasavvufta revaç bulduğu bilinmektedir. İlginç olansa Halidi Bağdadi’nin Hindistan’a gidip orada bir müddet kaldıktan sonra rabıtayı icat etmiş olmasıdır!

Bir önceki sayımız da El-Biruni’nin ‘Tahkik mali’l Hind’ isimli eserinden söz etmiştik. Biruni, Hind din ve kültürlerini tahlil ettiği bu eserinde bir yandan da tasavvufun hangi noktalarda Hind dinlerinden etkilendiğine dikkat çekmek ister. Bu eseri okuyan herkes tasavvuf ile Hinduizm arasında ki ilginç benzerlikleri hemen görecektir.

‘Tanrı’nın birliğine yoğunlaşması, kişinin daha önceden meşgul olduğu diğer şeylerin farkına varmasını sağlar. Hakikaten Tanrı’yı arzulayan kimse, hiç ayırmaksızın bütün varlıkların hayrını ister. Eğer bir kimse mâsivâdan uzaklaşarak kendi nefsiyle meşgul olursa, aslında kendisi için sadece nefes alıp vermiş olur. Bir kişi bu mertebeye ulaştığında, onun ruhsal gücü bedensel gücüne galip gelir. Böylece kendisini müstağnî konuma getiren şu sekiz yeteneği kazanır:

1. Bedenini gözden kaybolacak biçimde latîf kılma kudreti,

2. Diken, çamur veya toprak üzerinde yürümeyi farksız kılacak biçimde bedeni hafifleştirme kudreti,

3. Bedenini tuhaf ve korkunç biçimde gösterebilecek.

4. Her arzuyu gerçekleştirebilme kudreti,

5. Dilediği her şeyi bilebilme kudreti,

6. İstediği cemaate yönetici olabilme kudreti,

7. Yönettiği herkesi kendisine boyun eğdirme ve itaat ettirme kudreti,

8. Kendisi ile farklı yerler arasındaki bütün mesafeleri ortadan kaldırma (sufilerin tayy-i mekân ve tayy-i zaman anlayışları gibi) kudreti.’ (Milel ve Nihal, inanç, kültür ve mitoloji araştırmaları dergisi Biruni özel sayısı, s.162. Tercemeler Ali İhsan Yitik’e aittir.)

Bu bölümü okuyan birinin tasavvuftaki keramet anlayışı ve riyazet sonucunda ulaşılmak istenen makam ile, burada anlatılan Hinduizm arasındaki benzerliği fark etmesi kaçınılmazdır.

Bir başka benzerlik de ruhlar meselesidir. İslam insanların ruha dair çok az bilgiye sahip olduğunu belirtmiş ve insanı sonuç alamayacağı bu uğraştan men etmiştir.

“Sana ruhtan sorarlar, de ki: ‘Ruh, Rabbimin emrindendir, size ilimden yalnızca az bir şey verilmiştir.’ ” (17/İsra, 85)

Bu ayete rağmen tasvvuf ehlinin ruh konusunda ve ruhun terbiyesiyle alakalı bir turas oluşturacak eserleri ve sözleri vardır. Bu konu da İbni Kayyım’ın rahimehullah kaleme aldığı ‘Er-Ruh’ kitabı da örnek gösterilebilir. Tevhid ve Sünnete en büyük hizmetleri yapmış bu İmam maalesef bu noktada hakka isabet edememiştir. Tasavvuf kültüründe yer eden ruhçu yaklaşım daha çok Hind dinlerinden bulaşmıştır.

Bazı zaman ve mekanlara kutsallık atfedip oralardan bereket ummak, şifa beklentisi içine girmek de bu benzerliklerdendir. Biruni, Hind diyarı için şöyle der:

‘Herhangi bir yere kutsiyet isnat edilirse, Hintliler oralara havuzlar (göletler) yapar ve yıkanmak için o havuzlara girerler. Bunları yapmak onlarda bir sanat halini almıştır. Eğer bizim insanımız bu havuzları görmüş olsa, şüphesiz hayretler içerisinde kalırdı. Onları yapmak şöyle dursun, tanımlamak bile zordu. Çünkü Hintliler onları gayet büyük ve son derece sanatlı ve estetik taşlardan yaparlar.’ (Milel ve Nihal, inanç, kültür ve mitoloji araştırmaları dergisi Biruni özel sayısı, s.182.)

İslam’da zamanlar ve mekanlara kutsiyet atfedilmesinin orayı putlaştırmak kabul edildiği ve sahabenin Allah Rasûlü’nden sonra Ebu Bekir radıyallahu anh gibi biriyle dahi teberrükte bulunmadığı bilinmektedir. Ancak günümüzde zaman ve mekana kutsiyet atfedilmesi, buralarda türbelerin inşa edilip ziyaretgah halini alması yaygın bir uygulamadır. Bunlar sahabe ve selefte olmadığına göre kaynağı bu ve benzeri dinlerdir.

Yine bunlardan biri çıplaklıktır. İslam’ın erkeğe ve kadına avret belirlediği ve bu bölgelerin kapatılmasını zorunlu kıldığını biliyoruz. Bununla beraber avret dışında yerlerin kapatılmasını da teşvik etmiş ve edep babından saymıştır. Hind dinleri arasında dört büyük dinden biri olan Caynizm de ‘Göğü giyinenler’ anlamında çıplak olarak hayatlarını devam ettiren, gökyüzünü örtü kabul edenler vardır. Bu sapkınlık da bazı tasavvuf ekolleri tarafından kabul görmüş ve mühim bir haslet olarak aktarılmıştır.

Şarani’nin ‘Tabakakatu’l Kubrası’nda şöyle aktarır: ‘Şeyh İbrahim Uryan/çıplak, Allah ondan razı olsun bir beldeye girdiğinde küçük-büyük herkese ismiyle selam verirdi, onu tanımayan o beldenin ehli olduğunu sanırdı. Yani hiç tanımadığı insanların isimlerini bilirdi! Minbere çıplak çıkar ve çıplak hutbe verirdi. Hutbede şöyle derdi: ‘Sultan, Dimyatın lavk kapısı iki saray arasındadır,Taylun Camisi, Hamd alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.’ Bu hutbe sebebiyle insanlar rahatlardı! Meclisler de yellenir sonra da bu falancanın yellenmesidir der ve insanları utandırırdı.’ (2/143. Şarani’nin bu rezaletlerle dolu kitabı Türkçeye ‘Evliyalar Ansiklopedisi’ diye terceme edilmiştir.)

Galiba hiç kimse bu rezalet sahibinin İslam’a göre veli diye isimlendirilmeyeceğini bilir. Bu ancak çıplaklığı kutsayan dinlere göre özel bir durum olabilir.

Tasavvuf ve Budizm arasındaki benzerliklerden biri de dilencilik meselesidir. Nefsin izzetini kırmak ve onu yüce ahlaki değerlere eriştirmek için bir terbiye metodu olarak kabul edilen dilencilik, İslam’ın yasakladığı ve ağır cezayla tehdit ettiği amellerdendir. Buna rağmen tasavvufta bu uygulama revaçtadır.

“Sizden bazıları dilenmekten asla vazgeçmez. En sonunda kıyamet gününde yüzünde bir et parçası kalmaksızın Allah’a kavuşur.” (Müslim, 1040.)

“Sizden birinizin bir kucak odun toplaması, sonra o odun demetini sırtına yüklenip satması, bir kişiye gidip istemesinden elbette çok daha hayırlıdır.” (Müslim, 1042.)

“Bir gün Rasûlullah’ın huzurunda ensardan birisi gelerek bir şey istedi. Rasûlullah ona sordu:

__ Evinde bir şey var mıdır?

__ Evet, ya Rasûlullah, bir çulumuz var. Bir kısmını altımıza seriyoruz, bir kısmıyla da örtünüyoruz. Bir su kabımız var, onunla da su içiyoruz.

__ Öyleyse hemen kalk, çul ve su kabının her ikisini de al, bana getir.

O kişi gitti, her ikisini de getirdi. Rasûlullah çulla su kabını eline aldı, hazır olanlara göstererek,

__ Şu iki eşyayı satın alacak kimse var mı? diye sordu.

Cemaatten bir zat:

__ Ben her ikisine de bir dirhem veririm, dedi.

Rasûlullah, iki-üç defa:

__ Bir dirhemden fazla veren yok mu? diye tekrarladı.

Daha sonra başka birisi:

__ Ben iki dirheme alırım, dedi.

Rasûlullah çulu ve su kabını o zata sattı. İki dirhemi aldı, eşya sahibine verdi ve şöyle buyurdu:

__ Bu paranın bir dirhemi ile yiyecek al, ailene bırak; bir dirhemine de bir balta al, bana getir.

O adam gitti, bir balta aldı, geldi. Rasûlullah baltaya kendi eliyle bir sap taktı. Sonra da o adama vererek:

__ Al bunu, git odun kes, topla, sat. Seni on beş gün görmeyeceğim, buyurdu.

O adam gitti, odun kesti, topladı, sattı. Rasûlullah’ın huzuruna geldiğinde on beş dirhem kazanmıştı. Bir kısmına giyecek, bir kısmına da yiyecek almıştı. Rasûlullah bunun üzerine şöyle buyurdu:

__ Dilencilik yüzünden siyah bir nokta olarak kıyamet gününde gelmektense, şu halin ondan daha hayırlıdır. Dilenmek ancak şu üç kişiye caizdir: Toprağa yapıştıran fakirliğe uğrayana (son derece fakir düşene), altından kalkamayacak derecede borç altına girene, aralarını bulmak için kan parası yüklenen kimseye.” (Ebu Davud, 1641.)

Bu hadislere rağmen tasavvuf kitaplarında şu içerikteki nakilleri terbiye metodu adı altında okuyabiliyoruz: ‘Ebu Talib el-Mekki’nin ‘Kutu’l Kulub’undan dinleyelim: Ebu Said el-Herraz ihtiyaç halinde elini açar ve ‘Allah için bir şey’ diyerek dilenirdi.’

‘Cüneydi Bağdadi’nin de şeyhi olan, tevekkül ve zühd konusunda ilim ve hal sahibi Ebu Cafer el-Hadda’dan aktarılır: O akşam ve yatsı arasında çıkar bir veya iki kapıdan ihtiyacı olan azığı dilenirdi. Havastan çoğu bu durumu bildiği halde onu ayıplamadı.’

Kuşeyri ‘Risale’sinde Ebu Cafer’den şunu aktarır(2/346-347) ‘Ebu Talip el-Mekki kendi görüşünü şöyle ifade eder: ‘…Havasın yanında istemek insanı tevekkül dairesinden çıkarır. Sehl bin Abdullah şöyle derdi: ‘Mütevekkil istemez, geri çevirmez ve mal biriktirmez.’ Benim görüşümse; ihtiyaç anında istemek insanı tevekkül makamının dışına çıkarmaz. Görmüyor musun zahir ve kitap, batın ve kalp ilimlerinin iki imamı (Musa ve Hıdır) beldeye vardıklarında onlar da yemek talep ettiler… (18/Kehf, 77)’

‘Bir dinar karşılığında çalışır sonra onu fakirlere dağıtırdı. Akşam olunca da kapılardan sadaka toplardı.’

Tasavvuf kaynaklarında Ebu Bekir eş-Şibli’nin tasavvuf yoluna girdiğinde şeyhi Cüneyd el-Bağdadi tarafından nasıl terbiye edildiğini şöyle anlatılır:

‘Ebu Bekir Şiblî, Cüneyd-i Bağdadi’ye:

__ Sizin yanınızda meşhur bir cevher varmış. Bunu ya bana hediye edin veya satın, dedi.

Cüneyd:

__ Satacak olsam bedelini ödeyemezsin. Hediye edecek olsam kolay kazanılmış malın kıymeti olmaz. İkisi de sana uymaz, dedi. Git, bir yıl kibrit sat, dedi.

Ebu Bekir Şiblî bir sene kibrit sattı. Cüneyd-i Bağdadi bir yılın sonunda ona:

__ Bu iş ticaret ve şöhret kapısıdır. Şimdi git, kapı kapı dolaşarak dilencilik yap, dedi.

Ebu Bekir Şiblî dilenciliğe başladı. Ebu Bekir Şiblî Bağdat’ta bir yıl dilencilik yaptı. Çalmadık kapı, geçmedik sokak bırakmadı. Sonunda artık kimse bir şey vermez hale geldi. Cüneyd-i Bağdadi’ye durumunu anlattı:

__ Efendim, önceleri biraz verdiler ama şimdi hiçbir şey vermiyorlar, dedi.

Bağdadi:

__ Şimdi kendi kıymetini/değerini artık bildin mi? Hani sen emir idin otuz yıl hadis okumuştun, bak şimdi bir metelik bile etmiyorsun. Onun için şu dünyaya bel bağlama; ben, sende hala makam ve şöhret izlerini görüyorum. Bir sene daha dilencilik yap.

Ve böylece Ebu Bekir Şiblî bir sene daha dilencilik yaptı. Artık onun nefsi, yere atılmış peçete/mendil gibi oldu. Anladı ki hiç bir izzet baki/ebedi değildir. Emirlikten ve ilimden gelen gururu dört senede temizledi. Sonra Cüneydi Bağdadi’ye mürid oldu.’ (Ebu Bekir Şibli ve Tasavvuf tarihindeki yeri, Rıfat Okudan, s.10.)

Tasavvuf kültüründe var olan bu dilenmenin İslam kaynaklı olmadığı yukarıda zikrettiğimiz hadislerden anlaşılmıştır. Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem yasakladığı bu durum, Buda’nın öğretileri arasında vardır. Ve Budistlerin ellerine kap alıp kapı kapı dolaşması, günlük ihtiyaçlarını bu şekilde temin etmeleri günümüze kadar devam etmektedir. Bu da Tasavvuf-Budizm etkileşiminin göstergelerindendir.

Bu görüşler dışında da bazı görüşler bulunmaktadır. Tasavvufun Şii kaynaklı olduğu, ‘Yeni Eflatunculuk’ etkisinde kaldığı, tüm batıl dinler de olduğu gibi şeytanın vahyi olduğu vb. Bir de tasavvufçuların yaklaşımları vardır. Onlar tasavvufu tamamen İslami kaynaklı kabul etmekte ve bu görüşlerine bazı dayanaklar zikretmektedirler. Tüm bu başlıkları bir sonraki yazımızda ele alacak ve değerlendirmeye tabi tutacağız. Çaba bizden başarı Allah’tandır.

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver