Rejim Maske Değiştiriyor

Allah’ın adıyla.

Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selam, Nebi’miz Muhammed Mustafa’ya, onun temiz ailesine, ashabına ve kıyamete kadar tâbilerinin üzerine olsun.

Medya objektiflerini dine çevirip, dinî söylem ve eylemleri magazinleştirerek kamuoyu oluşturuyorsa, İslami kesim açısından tehlike çanları çalıyor demektir.

Çünkü; Türk medyasının karanlık tarihi ve utanç sayfaları ‘belli dönemlerde’ İslami söylem ve eylemleri magazinleştirerek var olan yanlışları gizlemek ya da askeri bir müdahalenin sinyalini verme örnekleriyle doludur. İki ayrı dönemden örnek verecek olursak:

1960’lı ve 70’li yıllarda Laik, Sosyalist ve ilerici(!) cenah, çıkardıkları yayınlarda gericileri(!) ifşa eden özel sayfalar hazırlıyor ve ilerici(!) aydınları ‘bilim çağında bunu da söylediler’ tarzında yayınlarla bilgilendiriyorlardı. 28 Şubat post-modern darbe döneminde de benzer yayınlar merkez medyanın manşetlerini ve ana haber bültenlerini işgal ediyordu.

Bu yayınlara göre, ülkenin geri kalmasının yegâne sebebi, bu yobaz ve gerici tayfaydı. Uzaya çıkamayışımızın, dışa bağımlı ekonomimizin, bilimsel mecralarda varlık gösteremeyişimizin, cinayetlerin, uyuşturucu-alkol yaygınlaşmasının, kamuda varolan yolsuzlukların, sokakları mafyanın kontrol etmesinin, paraya göre adalet dağıtan yargının… Hepsinin sorumlusu karanlık çağı temsil eden dincilerdi. Zira uzaya fırlattıkları roketler çarşafımıza takılmış, bilimsel deneylerine sakalımızdan kıl düşmüş, İskandinav ülkelerini geçen ekonomimiz Müslüm Gündüz ve Fadime Şahin evliliğiyle krize girmişti. Tüm gelişmelerin ve Cumhuriyet ülküsü olan muasır medeniyetler seviyesine terakkiye engel olan bizlerdik. Yoksa, siyasilerin rüşvetle iş yapması, yargının Genel Kurmay’a bağlı bir tümen gibi hareket etmesi, siyasi yakınlarının bankaları hortumlaması, milletvekili-mafya-emniyet müdürünün ahbap-çavuş ilişkisi, medyanın ahlaksız basın anlayışı ve Allah’tan (cc) kaçışın ülkede yaşananlarla hiçbir ilgisi yoktu.

Tüm bu nedenlerle birileri gidişata dur demeli ve bu birileri de mutlaka apoletli, postallı, üniformalı olmalıydı. Böylece ülkeyi yaşanmaz hale getiren gericiler durdurulmalı, onlara yol veren siyasiler diskalifiye edilmeli, ülkenin yegâne sahibi olan Laik Kemalist kesimin ilerici kaygıları teskin edilip imtiyazları garanti altına alınmalıydı.

Darbe dönemlerinden aşina olduğumuz mezkur oyun yine sahnede. Değişen şey ise dünün mağdurlarının bugünün aktörleri arasında yer alması. Manşetlerle aşağılanan, medya marifetiyle siyasi yasaklı hale gelen ve dahi hapsedilmiş olanlar, aynı manşetlerin tetiklemesiyle başkalarını mağdur ediyorlar. Kendi mahallelerinin itibar sahibi hocalarını, en tepe isimlerin açıklamalarıyla ‘cahil ve aciz’ sıfatlarıyla itibarsızlaştırıyorlar.

Nasıl Anlamalıyız?

İslam’ın siyaset anlayışı ile cahilî siyaset arasında temel farklar vardır. Bunların başında İslami siyasetin hakikat, cahilî siyasetin ise menfaat üzere kurulu olmasıdır. Açacak olursak:

İslam adına siyaset yapanlar, hakkın hatırını hiçbir şeye feda etmez; yer, gök ve içindekilerin hakla yaratıldığını ve ancak hakla ayakta duracağını bilirler. Siyasetleri meşruiyetini haktan alır, hedefi hakkın yeryüzünde ikame edilmesidir. Tâbi oldukları hak; zaman, mekan ve şartlara göre değişmez. Bilakis zaman, mekan ve şartlar hakka göre şekillenir, hakka bağlı olarak anlam kazanırlar.

Cahilî siyaset ise menfaate dayalıdır. Onun hiçbir ilkesi yoktur. Menfaati neredeyse ilkesi de odur. Çünkü meşruiyetini haktan almayan her şey gibi köksüzdür ve hiçbir sabitesi yoktur. Dün, doğru dediğine bugün yanlış diyebilir, kendisini siyaset sahnesine çıkaran mağduriyeti, başkalarının mağduriyeti haline getirebilir.

Bir muvahhid bilir ki; bataklık içinde gül yetişmeyeceği gibi, cahilî sistem içinde İslami siyaset de yapılamaz. Ve demokrasinin kısa tarihi İslam siyaseti iddiasıyla ortaya çıkmış, zamanla cahilî sistemin yılmaz savunucusu haline gelen kurbanlarla doludur. Zaten cahilî Demokrat sistemlerin kendilerinden olmayan kesime siyaset yapma hakkı tanıması, onları dönüştüreceğine dair kesin inancı nedeniyledir.

Hortlayan Korkular

Bir çoğumuz, yanmaz kefen satan, kendinin ve etbaının cennete gideceğine dair garantiler vererek cennetten arsa pazarlayan bezirganlar dururken, açıklamalarında denge ve vakarın esas olduğu bir hoca neden gündeme geldi diye soruyor olabiliriz.

Laik kesimin hortlayan korkuları ve başlattıkları linç kampanyası kendiliğinden gelişen rastlantısal bir sürecin neticesi değildir. Bilinçli yürütülen ve belli hedefleri olan bir projedir.

Bilindiği gibi AK Parti FETÖ’ye karşı Ulusalcı laik çevrelerle ittifak kurmuştur. Kendilerini ülkenin asıl sahipleri olarak gören bu grup, AK Partiden ve lideri Erdoğan’dan hazzetmez. Ancak zaman içerisinde %1 dahi oy alamayan partilerinin halkta bir karşılığının olmadığını ve hiçbir zaman da olamayacağını anlamış ve perde gerisinden siyaseti yönlendirmeyi daha makul ve gerçekçi görmüşlerdir. FETÖ ile mücadele sürecinde Erdoğan’a koşulsuz destek vermiş, FETÖ’den boşalan kadroları kendi adamlarıyla doldurmuşlardır. Bu cenahın sözcülerinden birinin ‘yargı altın çağını yaşıyor’ sözü, istediklerini aldıklarının ve durumdan memnun olduklarının göstergelerinden biridir.

Halkta karşılığı olan Erdoğan siyaset yapacak, bunlar ise asker-polis-yargı kadrolarıyla siyaseti yönlendireceklerdir.

Kadroları olmadığı için FETÖ’ye mahkum olan Erdoğan yine kadroları olmadığı için FETÖ tarafından tasfiye edilen Ulusalcı-Milliyetçi kadrolara mecbur olmuştur.

Erdoğan’ın menfaat merkezli siyaseti sayesinde eski şaşalı günlerine kavuşan cenah, İslam’ın kamusal alanda görünmesinden rahatsızlık duymakta, İslam’ın geleneksel tezahürlerine dahi tahammül edememektedir. ‘Altın çağını yaşayan‘ yargı ve çukur çağını yaşayan medya istiklal mahkemelerinden tevarüs ettikleri yargısız infaz mantığıyla İslami kesime saldırmaktadır.

Erdoğan’ın söylemlerini takip etmekte ve söylemlere uygun adımlarla operasyon yapmaktadırlar. Örneğin, Erdoğan’ın Atatürk’ü övdüğü ay, Atatürk’e hakaret davaları açmakta, olabilecek en kısa sürede davaları karara bağlamaktadırlar. Böylece Erdoğan’ı susmaya ve destekçilerini yalnız bırakmaya mecbur etmektedirler. Bir hafta önce Atatürk’ü göklere çıkaran, milletvekillerinin Atatürk’ün ruhuna hitaben mektuplar yazıp medet umduğu -Allah’a sığınırız- bir siyasi hareketin, bir hafta sonra bu yaklaşıma uygun olarak açılan davalara karşı çıkması yakışık olmayacağından, siyaset ve medya derin bir sessizliğe gömülmektedir.

İslami kesim içerisinden Erdoğan’ı ve siyasetini yer yer eleştirenleri hedefe koymakta, siyasi kadroların rahatsızlık duyduğu kişilerden işe başlamaktadırlar. Meşruiyetini İslam’dan almayan bir siyasette kirlenmiş, kıblesi rant ve ihale olmuş, geleneksel değerlerini dahi yitirmiş kesimler kendi mahallelerinin yıkılışını izlemekte, hatta yer yer histerik bir ruh haliyle ulusalcılara tempo tutmaktadırlar. Zira cadı kazanına atılanlar, demokrasi dininin affedilmez günahı olan Erdoğan’ı eleştirme suçunu işlemişlerdir ve cezalarını çekmeleri gerekmektedir.

Yukarıda belirttiğimiz gibi, meşruiyetini İslam’dan almayan cahilî siyaset menfaat esası üzere kuruludur. Cahiliye siyasetçisi de inansın ya da inanmasın her fırsatı değerlendirmek, günün anlam ve önemine uygun açıklamalarla -tevhid ehli müstesna- her kesimi memnun etmek ve oylarını çoğaltmayı düşünür. Bu cenah, siyasetçilerin Allah ve ahiret kaygısından uzak, çıkarcı açıklamalarını takip etmekte, günün sonunda bu ortama uygun olmayan yazı ve açıklamaları medyaya servis ederek, belli şahısları hedef haline getirmektedir. Siyasetçiler neye uğradıklarını şaşırmakta, oy kaybetme korkusuyla düne kadar ‘hocam’ dedikleri insanları harcamaktadırlar.

Cahilî düzenin incelikle işlenmiş oyunları karşısında vahyin basiretinden yoksun, hurafe ve zan dininden beslenen İslamcı kesim, tüm bu olanları derin bir sessizlikle karşılamakta, ‘elbet vardır devletluların bir bildiği’ diyerek teslimiyet göstermektedirler. Başka ne yapabilirler ki? Kendilerine devletlularca bahşedilmiş imkânlar ellerinden alınsa ne olur? İmansız, ekmeksiz, ilkesiz yaşanır da, devletluların iltifatı olmadan nasıl yaşanır? Elbette bu ilkesizliklerinin bedelini ödeyecek ve bir gün ‘sarı öküzün yendiği gün yenildim’ diyeceklerdir.[1]

Onlar Tuzak Kurdu
Allah da Tuzak Kurdu

Cahiliye, teknolojinin imkanlarından yararlanarak azgınlık ve fahşa ahlakını toplum arasında yaygınlaştırıyor. İnanç ve ahlaktan yoksun toplumların maddeye kul olmuş birer tüketici haline geleceğinin ve sömürüye açık, manipüle edilmesi kolay yığınlara dönüşeceğini biliyor. İletişimi hızlandıran ve toplumun tamamını çarka dahil eden sosyal medya ağlarını, ifsat ve sömürü için kullanıyor.

Ancak, inançsız ve ahlaksız bir toplum inşa etmek için yaygınlaştırdıkları sanal ağlar, cahiliyenin fıtrata aykırı yapısından bunalmış insanları İslam’a yönlendiriyor. Aynı zamanda İslam’a davet minberi olarak kullanılan sosyal medya aynı anda milyonlarca insana ulaşmaya vesile oluyor.

Yani; onlar tuzak kuruyor, Allah da tuzak kuruyor ve Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır.

Daha önce, toplumu sömürmek ve istedikleri doğrultuda hareket ettirmek için kullandıkları medya (televizyon-radyo-gazete) iş görüyordu. Çünkü bu kuruluşlar sermaye sahiplerinin elindeydi ve sistemin istediği şekilde çalışıyordu. Sosyal medya ise her grubun sesini duyurabildiği, gerçekleri izah edebileceği, görüntülü-sesli-yazılı paylaşımda bulunabildiği bir alandır. Medya hakimiyetini bitiren sosyal medya, rejim sahiplerini endişelendiriyor. Sihirbazları elinden alınan Firavun gibi öfke nöbetleri geçirmelerini sağlıyor.

Devletluların çıkışları, sosyal medya aracılığıyla davetçilere imkan sunan alanı kapatmak ve denetimleri arttırarak 2019 seçimleri öncesinde istenmeyen sesleri kısmak içindir.

Önümüzdeki süreçte şartlar ağırlaşacak, yaptırımlar fazlalaşacak, davet için kullanılan imkanlar kısıtlanacak. Ancak bu son tuzağın da ellerinde patlamasını ve Allah’ın (cc) bunu hayırlara vesile kılmasını ümit ediyoruz. Onların şerre dair planları varsa, iyilik sahibi (El-Berr) Rabbimizin de hayra ve iyiliğe dair bir planı vardır elbet.

Din, Diyanete Kalıyor!

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda, rejim ve diyanet arasında sağlam bir bağ kuruluyor. Aynı gün içinde Hilafetin ilgası, Şeyhu’l İslamlık’ın kaldırılıp yerine Diyanet’in kurulması ve Tevhid-i Tedrisat kanunuyla eğitim faaliyetinin medreselerden alınıp Milli Eğitim’e devredildiğine dair kanunlar çıkarılıyor. Diyanet’in başına da CHP il başkanlığı da yapacak olan Rifat Börekçi atanıyor.

Diyanete Verilen Vazife Nedir?

Atatürk’e danışmanlık yapan Ahmet Hamdi Başar der ki:

“Bizde dini, cemiyetin dışına atmak değil bilakis inkılabın emrine vererek yaşatmak lazımdır. Camileri yıkıp, terkedip onların yerine halk evleri yapmak suretiyle hedefimize varamayız. Her zaman camide toplanan halka sesimizi duyurmak; oraları modern halk evleri haline koymak; din sınıfını ortadan kaldırmak (âlimler), herkesi din ve dünya namına konuşturmak mümkündür. İslamlık bu bakımdan en modern, en ileri dindir.”

Anayasa mahkemesinin 1970’lerde verdiği bir karar:

“Diyanet İşleri Başkanlığı, dini bir teşkilat değil, Anayasanın 154. maddesinde saptandığı üzere genel idare içinde yer almış idari bir teşkilat durumundadır… Dinin devletce denetiminin yürütülmesi, din işlerinde çalışacak kimselerin yetenekli olarak yetiştirilmesi yoluyla dini tassubun önlenmesi ve dinin toplum için manevi bir disiplin olmasının sağlanması ve böylece Türk milletinin çağdaş uygarlık seviyesine erişmesi, yücelmesi ana ereğinin gerçekleştirilmesi gibi nedenlere dayanmaktadır…”

Diyanet; devletin dini kontrol etmek, Atatürk ilke ve inkılaplarına uyumlu hale getirmek ve dini toplum için bir ahlak öğretisi olarak kullanmak için rejim tarafından kurulmuştur. Camiler ise birer devlet dairesidir. Halk evlerine rağbet etmeyen halk, camilerde propagandaya tâbi tutulacak ve rejimin sesini işitecektir.

Şu anda rejim kuruluş kodlarına dönüyor. Kurulduğu yıllarda olduğu gibi; dini, yalnızca devletin temsil etmesini ve devlet memurlarının din anlatmasını istiyor.

Bazı kardeşlerimiz, rejim burada, diyanette burada, Tevhid-i Tedrisat kanunu nerede diyebilir?

Muhtemelen tesadüftür(!) ama 9 Eylül Üniversitesi geniş çaplı bir araştırma yapmış ve özetle şu sonuçlara ulaşmış:

• Türkiye’de otuz tarikat, bunlara bağlı dörtyüz ayrı kol ve bu çatı altında sekizyüz medrese aktif çalışıyormuş.

• Bunların dışında apartman dairesi olarak kullanılan şehir medreseleri varmış ve bunların sayısı bilinmemekteymiş.

• Anaokulu ve kreş fiyatları pahalı olduğundan, aileler cemaat-tarikat medreselerine mahkum olmakta ve okul öncesi eğitimi bu kurslarda almakta, beyinleri yıkanmaktaymış.

• Doğu ve G. Doğu’da bazı cemaatler dernek adı altında bu faaliyetleri yürütmekteymiş.

• Mahkeme kayıtları IŞİD’e katılanların çoğunun Doğu ve G. Doğu’da faaliyet gösteren medreselerde eğitim aldığını göstermekteymiş.

Özetlediğimiz rapor, rejimin atacağı bir sonraki adımın sinyallerini veriyor. Cemaatlere bağlı okul, medrese, kurs vb. kurumları kapatmak.

Yani cahilî rejimlerin kuruluş kodlarında yer aldığı gibi ‘Ben sizin en yüce Rabbinizim! Benden başkasını ilah edinirseniz zindanlara atılanlardan olursunuz! Ben Musa’nın yeryüzünde bozgunculuk yapmasından ve dininizi değiştirmesinden korkuyorum. Bu sebeple de dini Diyanete bırakıyorum.’ mantığı işliyor.

Dinimiz rejimin elinde ve onun teminatı altında olduğu için artık rahat bir nefes alabilir ve merdiven altı hocalardan kurtulduğumuz için Allah’a hamd edebiliriz!

Akılperest ve Kabirperestleri Buluşturan Ahlaksızlık

Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçen yıl türedi tiplerin sünneti inkâr ettiğini topraklarında bu tarz eğilimlere müsaade etmeyeceğini ve izin vermediği(!) hadis inkârı akımına bedel ödeteceğini kamuoyuna duyurdu.

Kabirperest, yanmayan kefen satıcısı, sümük-ü şerif tayfası, mal bulmuş mağribi sevinciyle mezkur tehditi sahiplendi. Devletin ehli sünnetin değerini anladığı, Mutezile kafasına izin verilmeyeceğini, vatandaşı ifsat eden hadis inkârcısı kuruluşların kapısına kilit vurulacağı gibi gaybı taşlayan kehanetlerde bulundular.

Bir yıl geçmeden Erdoğan merdiven altı dine ve resmi ünvanı olmayan hocalara savaş açtığını ve onlara da bedel ödeteceğini kamuoyuyla paylaştı. Sevinme sırası akılperest Muteziledeydi. Başkanına bağlı Cumhur olarak, tarafsız akedemisyenlerimiz(!) açıklama üstüne açıklama yapmaya, ‘reis emrindeyiz’ bildirileri yayınlamaya başladılar. Devlet, FETÖ gerçeğine uyanmışmış, FETÖ’nün bir zihniyet sorunu olduğunu anlamışmış, tasavvuf ve gelenek bataklığı kurutulacakmış…

Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah’la karşılacağı günün sevabını ummayan, kabri ve aklı ilah edinen şirk madalyonunun iki ayrı yüzü bu ahlaksızları, otorite karşısında Allah’ın ayetlerini az bir paha karşılığında satma ve ‘Galip gelirsek bize ücret var değil mi?’ ahlaksızlığı birleştirmiştir.

Bunların Geçmişi De Kirli

Sürekli akıldan, özgürlükten, fikir hürriyetinden bahseden akılperest Mutezile, Abbasi Devleti’nin desteğini arkasına alarak, engizisyon mahkemeleri kurmuş, hadis ehli âlimlere işkence yaparak, hapsederek necis ve münafıkça akidelerini dayatmışlardır. Allah’ın (cc) İmam Ahmed gibi tevhid ve sünnet imamlarını aziz, Mutezileyi zelil kıldığı mihne süreci sonlanmış, Mutezile despotları tarihin çöplüğünde unutulmaya ve yalnızca lanetle anılmaya terkedilmiştir.

Selçuklu döneminde devlet rüzgarını arkasına alan akılperest Mutezili vezirler, Eşari ve Şafi avına çıkmış, Eşari âlimleri öldürme, hapsetme ve sürgünle baskı altına almışlardır.

Sürekli irfan, hoşgörü, gönülleri fethetme iddiasını dillendiren batıni-hurufi tayfa da despotlukta Mutezileden geri değildir.

Kabirperestlerin Osmanlı gücünü arkalarına alarak, Osmanlı için bir nimet sayılan Kadızadeli âlimlere yaptıkları ve bu hareketi bitirmek için giriştikleri entrikalar birer utanç vesikası olarak tarihe not düşülmüştür.

Yani; şer madalyonunun iki farklı yüzü olan ahlaksız kabirperest ve akılperestler, güçlerini haktan almadıkları için, kendi imkanlarıyla varlık gösterememekte, iktidar gölgesine sığınarak fikir ve düşünce terörü estirmektedirler. Bu ahlaksızlar bilmezler ki;

Laik devletin dini de mezhebi de yoktur, olamaz. Devletin menfaatleri ve menfaatlerine uygun siyaset politikası vardır.

İktidarlar, halkı denetlemek ve devletin asli menfaatlerini korumakla memur rejim bekçileridir. Rejim iktidarı, iktidar da halkı denetleyerek cahiliye çarkı döner ve sonunda kazanan rejim olur.

Devlet asli menfaatleri gereği Kemalist olur, sağcı olur, solcu olur, muhafazakâr demokrat olur, liberalleşir veya otoriterleşir. Bunlar birer maskedir ve içinde bulunulan şartlara uygun olarak değiştirilir.

Gücünü haktan almayan, vahiyden yüz çevirmiş, gücünü ve meşruiyetini güçten alanlar, devletin taktığı maskeye aldanır ve susturulmak için eline şeker ya da tablet tutuşturulmuş çocuk gibi neşelenir.

Sonuç Olarak

Rejim kuruluş kodlarına dönüyor ve Laik-seküler-ulusalcı-otoriter maskesini takınıyor. Çünkü seksen darbesi, 28 Şubat, koalisyon hükümetlerinin beceriksizliği karşısında bunalan halk, AKP iktidarıyla rahatlatılmış, görece özgürlük ve ekonomik iyileşmelerle sakinleştirilmişti. Rejim ‘bu kadar özgürlük yeter’ dedi ve gevşettiği ipleri tekrar sıkmaya karar verdi. İyi polis bitti, şimdi kötü polis oynuyor.

Biz muvahhidler olarak hakkın yanında ve hakkın safındayız.

Her dönemin mağdurları ve istenmeyenleriyiz. Allah’ın kitabı ve rasûllerin hikmet yolundan biliriz ki hakla batıl arasında ortak hiçbir nokta ve uzlaşma alanı yoktur. Haktan ötesi batıldır. Hakkın bir adım dışına çıkıldığında batılın sınırları içine girilmiş olur.

Rejimin taktığı maskelere aldanmayız. Hangi maskeyi takarsa taksın, otoriteyi Allah’a bırakıp ilahlık iddiasından vazgeçmedikçe cahilî bir sistem olduğuna inanırız.

Bizler, değişen maskelerle söylemlerimizi değiştirmeyiz.

Tevhide ve sünnete daveti, çalışmalarımızın merkezinde tutar; şirkten, bidatlerden ve ahlaksızlıktan sakındırmayı tevhide şahitliğimizin gereği kabul ederiz.

Rabbimizden bizleri bu zalimlere fitne kılmamasını ve rahmetiyle bizleri kafir topluluktan kurtarmasını dileriz.

[1] .Hikayeye göre öküzler sürü halinde gezdiklerinden aslan onlara yanaşamaz. Bir gün tilkinin de verdiği akılla siyah, beyaz ve sarı öküzü bekler. Önce siyaha yakınlaşır ve der ki ‘Sarı öküz çok dikkat çekiyor. Rengi o denli parlak ki; her yerden görünüyor ve iştah kabartıyor. Onu bana verirseniz sizi rahat bırakırım.’ Aralarında anlaşır ve sarı öküzü aslana bırakırlar. Belli bir zaman sonra siyah öküze gelir. ‘Sen değil de, beyaz öküz çok dikkat çekiyor. Gece veya gündüz nerede olursanız yerinizi belli ediyor ve iştah kabartıyor. Onu bana bırak, ben de seni rahat bırakayım.’ Böylece beyaz olanı da yer. Tekrar acıkınca siyah öküzün karşısına çıkar. Başına gelecekleri bilen hayvan ‘Arkadaşlarımızı sana teslim etmeyecektik. Ben sarı öküzün yendiği gün yenildim’ der.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver