Hanedanlık veya Demokratik

Saltanat Rejimlerinde Darbeci ve Darbe Üretim Geleneği

Selçuklu Sultanı Alâeddin tarafından batı Anadolu’nun Bizans sınırında Uç Beyi olarak görevlendirilen Ertuğrul Gazi 1281 yılında vefat ettiğinde, Bey olarak onun yerine ailenin en küçük oğlu olduğu halde zeki, yetenekli ve liderlik vasıflarıyla temâyüz etmiş olduğu için Osman Bey seçildi. Osman Bey’in Bey olarak seçilmesinden sonra yaşanan bir takım hâdiseler, Osmanlı’nın kuruluş devrinden itibaren Anadolu coğrafyasında iktidar mücadelelerindeki darbeciliğin ve darbe girişimlerinin başlangıç noktası olarak ele alınabilir.

Ertuğrul Gazi’nin vefatından sonra Osman Bey’in obada Bey olarak seçimi sırasında yaşı ve tecrübesine güvenerek aday olan birisi daha vardı: Osman Bey’in amcası Dündar Bey. Osman Bey bu göreve seçildikten sonra Dündar Bey ortaya çıkan sonucu kabul etmişti. Daha doğrusu kabul etmiş gibi görünüyordu. Çünkü Dündar Bey, yeğeni Osman Bey aleyhine günümüzdeki hukukî tabirle ‘Yasa dışı örgütsel’ faaliyetlerde bulunmaya başlamış ve Uç Beyi olmakla beraber obanın başına geçme hayaliyle gözlerini iktidar hırsı bürümüştü.

Osmanlı henüz bir devlet olmamış ve Bursa-Bilecik-Kütahya havalisinde Bizans sınırlarında bir Beylik iken, obada ilk darbe teşebbüsünün hazırlıkları Dündar Bey tarafından sevk ve idare olunuyordu. Dündar Bey’in darbe girişimi ihaneti, doğal olarak affedilmeyecek ve karşılıksız kalmayacaktı. ‘Seçilmiş’ meşru Osman Bey iktidarına karşı darbe girişiminde bulunduğu için obanın yaşlı, tecrübeli ve hırslı Aksakallı’sı Dündar Bey, bu teşebbüsünün bedelini canıyla ödemiştir. Bu ve Osmanlı’nın son dönemlerine dek birçok kez yaşanmış olan darbe ve darbe girişimlerinin müsebbiblerinin hemen hemen birçoğunun bu teşebbüslerinin bedelini hayatlarıyla ödedikleri hakikati göz önüne alındığında, günümüzdeki ‘Pensilvanya’lı Dündar’ın avânesinin darbe girişiminde bulunmuş olmalarına rağmen şimdilik sadece hapsedilmeleriyle yetinilmiş olması darbeciler için büyük bir ihsân olarak görülebilir. Hapishanelerde yılların arasına daldıkça Dündar Bey’in akıbeti ile hapishanede de olsa daha uzun yaşamak arasında muhayyer bırakılmaları hâlinde ilk şıkkı işaretleyeceklerin sayısının çok fazla olacağı muhakkaktır.

Osman Bey’in torunun oğlu olan Yıldırım Beyazıd, Ankara savaşında 1402 yılının yine bir Temmuz ayında Aksak Timur’un ordusuna yenilip esir düştü. Ankara savaşından mağlup ve esir olarak çıkan Yıldırım Beyazıd, 1403’te Timur’un esiri olarak daha önce fethettiği birçok bölgenin yanı sıra o dönem Osmanlı’nın başkenti olan Bursa’nın yakılıp yıkılması ve talan edilmesine şahit olmanın ıstırabını yaşıyordu. Timur, batı Anadolu’daki işgâl ve kıyımlarını bitirip Semerkand’a dönmek üzere hareket edip Akşehir’e vardığında yanında esir olarak tuttuğu Yıldırım Beyazıd vefat etti. Yıldırım Beyazıd’ın Timur’a yenilip esir düşmesinden sonra Osmanlı’da bir fetret ve parçalanma dönemi başladı ki, bu da on bir yıl sürmüştür. Yıldırım Beyazıd’ın şehzadelerinin her biri, kimi zaman Bizans tekfurlarıyla, kimi zaman rakip Beyliklerle ittifak kurup taht kavgasına giriştiler. Yıldırım Beyazıd’ın sağlığında zar zor sağlanabilmiş olan Osmanlı millet birliği onun mağlubiyeti, esareti ve vefatı üzerine çocukları arasında süre giden iktidar kavgaları yüzünden tamamen dağılma tehlikesiyle yüz yüze kaldı. On bir yıllık taht kavgası, kardeş katli ve binlerce Müslümanın ‘Sıradaki Sultan’ için öldürülmesinden sonra, nihayet diğer kardeşlerine karşı üstünlük sağlayan Çelebi Mehmed (I. Mehmed), Osmanlı’nın beşinci sultanı olmaya muvaffak oluyordu. 

Nizâm-ı Âlem için Kanun Hükmünde Vasiyetname

Sadece Osmanlı değil, İslâm tarihinde de mümtaz bir yeri olan Fatih Sultan Mehmed (II. Mehmed) kendisi gibi dahî bir devlet adamına yakıştırılamayan farklı ve tehlikeli bir uygulamaya öncülük etmiştir. Fatih Sultan Mehmed’in annesi, esasen bir cariye idi. Kendisinden yaşca küçük olan kardeşi Şehzade Ahmed’in annesi ise İsfendiyar Beyi’nin kızıydı. II. Mehmed, kendisini cariye bir anneden, küçük kardeşi Ahmed’in ise bir bey kızından doğmuş olmasının ileride kendi saltanatına yönelik ciddi bir tehdit oluşturabileceğini düşünüyordu. Şehzade Ahmed o sırada ne bir darbe girişiminde bulunmuş ne de tahtı ele geçirmenin hesaplarını yapabilecek yaştaydı. Sultan II. Mehmed sırf bir ihtimal ve kuşku neticesinde kardeşi Şehzade Ahmed’i harem dairesinin hamamında (tetikçi) Evrenosoğlu Ali’ye boğdurtmuştur. Padişahın verdiği emri yerine getirerek, çocuk da olsa bir şehzadeyi boğarak infaz eden Evrenosoğlu Ali de bu elim hâdisenin akabinde idâm edildi. Kirli işlerde tetikçi olarak kullanılan tüm marabaların kaçınılmaz akıbetiyle karşılaştı o da.

Nizâm-ı Âlem için kardeş katli geleneği Fatih Sultan Mehmed’in bizzat hazırlayıp cevazını da saray ûlemasına tasdik ettirdiği kanunnameyle adetâ bir teâmül hâline geldi. ‘Ve her kimseye evlâdımdan saltanat müyessir ola, karındaşlarını Nizâm-ı Âlem için katl eylemek münasiptir. Ekser ûlema dahi tecviz etmiştir. Anınla âmil olalar.’

Fatih Sultan Mehmed, ardında göz kamaştıran büyük bir devlet bırakıp 1481 yılında vefat edince, oğulları Şehzade Beyazıd (II. Beyazıd) ile Şehzade Cem (Cem Sultan) tahtı ele geçirmek için binlerce Müslümanın canına mal olan savaşlara tutuştular.

Allah’ın subhanehu ve teâlâ ve İslam düşmanlarını korkutmak ve yeni fetihler yapmak için hazırlanmış olan ordu, bu kez iki şehzadeden birinin sultan olmasını sağlayabilmek amacıyla bölünüp karşı karşıya geliyordu. Binlerce Müslümanın kanının döküleceği bir savaşa başlamak için iki kardeş şehzadeyi motive eden iki esas neden vardı: İlki, Osmanlı saltanatını ele geçirip tahta oturmak; ikincisi ise, hayatta kalmanın yegâne yolunun mutlak galibiyet olduğunu bilmeleriydi. Zira her iki şehzade de biliyordu ki, İstanbul’a ilk olarak ulaşan hangisi olursa Sultan da o olacaktı. Babasının kanun hükmündeki vasiyetine göre Sultan’ın diğer kardeşini öldürme emrini yerine getirmesi kuvvetle muhtemel idi. Böylesine güçlü ama iç karartıcı bir motivasyonla harekete geçen şehzadelerden İstanbul’a ilk olarak Şehzade Beyazıd ulaştı ve Sultan II. Beyazıd olarak Osmanlı tahtına oturdu. Şehzade Cem de Bursa’ya varıp orada kendi adına hutbe okutarak para bastırdı ve padişahlığını ilan etti. Şehzade Cem, Osmanlı mülkünü kendi aralarında paylaşmak için ağabeyi II. Beyazıd’a teklifte bulundu. II. Beyazıd bu teklifi kabul etmeyince savaş hazırlıklarına başlandı. Aralarında yapılan ilk savaşta boş ve anlamsız saltanat kavgasının kurbanları yine binlerce Müslüman asker oldu. Cem Sultan yenildikten sonra ilk olarak Mısır’daki Memluk Sultanına sığındı. Osmanlı tahtını ele geçirme ihtirası onun, dış güçlerle ittifaklar kurup darbe girişimleri planlamaya sürükleyecek kadar basiretini köreltmişti. ‘Pensilvanya’lı Dündar’ nasıl ki yıllardır Hristiyan-Siyonist ABD yönetiminin bahtına sığınmışsa, Cem Sultan da II. Beyazıd’ın ordusuyla yaptığı ikinci savaştan da saltanatı devşirecek bir netice alamayıp kesin olarak mağlup olunca, babasının henüz iki yıl önce fethetmek için kuşattığı fakat konumu itibariyle çok korunaklı olduğu için başarılı olunamayan Rodos adasındaki Hristiyan şövalyelere sığındı. Cem Sultan’ın Avrupa maceraları da böylece başlamış oldu ki, her nereye gittiyse ağabeyi II. Beyazıd, onun can güvenliğinin sağlanması için yüklü paralar ve hediyeler gönderiyordu etrafındakilere. Rodos, Sicilya ve Fransa’nın güneyindeki Nice şehrinde gurbet diyarında adetâ bir esaret hayatı yaşadı Cem Sultan. Buna rağmen ağabeyi II. Beyazıd’a karşı darbe girişimi planlamak ve bunun için ittifak arayışlarına girmekten de çekinmiyordu. Fransa’ya ilk gittiğinde Fransa Kralı XI. Louis ile irtibat kurup II. Beyazıd aleyhine bir ittifak kurmaya çalıştı fakat ikna edemedi Fransız Kralını. Sultan II. Beyazıd, şövalyeler tarafından Papa’ya ‘satılan’ Cem Sultan’ın güvenliği için yüklü paralar ve hediyeleri Papa’ya gönderiyordu artık.

Cem Sultan, maceralarıyla Sultan II. Beyazıd’ı ve Osmanlı Devletini böyle meşgul ederken o sıralarda Endülüs’te soykırıma uğratılan Müslümanların hâli, kelimenin tam anlamıyla yürek yakıcıydı. Birçok kötülüğün sebebi olan saltanat sistemi, Endülüs Müslümanları arasında da yerleşik bir rejimdi. Hem kendi aralarında cereyan eden taht kavgaları, darbeler, köy köy, kent kent bölünmeler, hem de haçlı İspanyol ve Fransız ordularının birleşerek üzerlerine gelmeleri neticesinde topyekûn bir yok oluş tehlikesiyle yüz yüzeydiler. Endülüs Müslümanları hem Osmanlı’dan, hem de Mısır Memlukilerinden yardım istediler. Ancak her iki devlet Endülüs’e yardım etmedi veya o dönem güçlü donanmaya sahip olmadıkları için yardım ulaştıramadılar. Taht kavgaları, darbeler ve iç bölünmeler sonucunda zayıflayan ve gerileyen Endülüs İslam Devleti, haçlıların vahşi saldırılarıyla yıkıldı ve üç milyona yakın Müslüman tam bir soykırıma tâbi tutuldu.

Sultan II. Beyazıd, Antalya havalisinde ortaya çıkan Şah Kulu isyanlarıyla uğraşırken, şehzadeleri veliahtlık kavgasına başlamışlardı bile. Öyle ki, sonraları Yavuz Sultan Selim olarak nam salan Şehzade Selim, Şah Kulu isimli alevinin önderliğindeki isyandan dolayı vehamet arz eden Devlet’in o günkü dağınık görünümünden istifade ederek veya bu durumu gerekçe göstererek, tıpkı 15 Temmuz 2016 gecesi TRT mikrofonlarından okunan Yurtta Sulh Konseyi’nin darbe bildirisinde olduğu gibi ‘Kaybolan Devlet otoritesinin yeniden tesisi için…’ babası II. Beyazıd’ı tahttan indirip Sultan olmak maksadıyla, yani günümüzdeki tabiriyle bir darbe girişiminde bulunmak üzere Sultan II. Beyazıd’ın bulunduğu Edirne üzerine ordusuyla beraber yürüdü. Aralarında geçen bir takım diplomatik teatilerden sonra savaşmaktan vazgeçer gibi oldular. II. Beyazıd’ın maiyetiyle beraber İstanbul’a doğru yola çıkmasını, kardeşi Ahmed’in veliaht olarak tayin edileceği şeklinde anlayan Şehzade Selim, ordusuyla beraber Çorlu yakınlarında II. Beyazıd’ın, yani babasının ordusuyla savaştı. Baba-Oğul arasındaki bu savaşta da olay yine aslında küffar üzerine cihada çıkmak üzere orduda bulunan askerlere oldu ve tarihî kayıtlara göre o savaşta sadece Şehzade Selim’in ordusundan iki bin süvari öldürülmüştür.

O sıralarda yurdun değişik bölgelerinde başını Alevilerin çektiği isyanların biri bitiyor, diğeri başlıyordu. Dönemin alevî-kızılbaş isyanlarında fitnenin asıl kaynağı, şu sıralarda Irak-Şam ve Yemen havalisindeki fitnelerin tutuşturucusu ve dahi harlandırıcısı olan Safevî-Rafizî İran’dan başkası değildi. Türkmenlerden oluşan alevîlerin isyanı bu kez Şehzade Ahmed’in vali olduğu Karaman dolaylarında patlak vermişti. İsyancıların elebaşı, Nur Ali adındaki bir aleviydi ve kendisini destekleyen alevi Türkmenlerle birlikte kısa sürede birçok yeri istilâ ederek Tokat havalisine kadarki bölgeyi kendi kontrolü altına almaya muvaffak olmuştu. Şah Kulu isyanını bastırıp asayişi yeniden tesis etmekte yetersiz kalan Şehzade Ahmed , babasının da gözünden düşmüştü. Sultan II. Beyazıd, ileriki zamanlarda Şehzade Selim’i İstanbul’a çağırttı ama bu çağrı Şehzade Selim’i veliahtlığını ilan etmek için değildi. Sultan II. Beyazıd, Osmanlı tahtından feragat ederek saltanatı oğlu Şehzade Selim’e devredip, devlet işlerinden elini eteğini çekti. Saltanatı oğluna devrettikten bir ay sonra da vefat etmiştir.

Saray komplolarının, darbe girişimlerinin ve darbe paranoyasının birçok kurbanı olmuştur Osmanlı hanedanında. Bunlardan birisi de Kanunî Sultan Süleyman’ın büyük oğlu Şehzade Mustafa’dır. Şehzade Mustafa’nın, babasına karşı bir darbe planladığı ve bunun için ciddi hazırlıklara başladığı yönünde saray içindeki fitnecilerin bir şuyûu oldu. İran üzerine sefer yapmak üzere yola çıkan Kanunî, Aksaray’a yakın Aktepe mevkiîne gelince otağını orada kurdu. Kendisi aleyhine sarayda komplolar tasarlandığından habersiz olan Şehzade Mustafa, aynı mevkiye varıp otağını Padişah’ın ortağının yanına kurarak, Padişah babasının elini öpmek için çadırına girdi. Fakat çadıra girince, karşısında babasını değil, kendisini öldürmek için bekleyen yedi dilsiz cellâdı buldu. İleride baş ağrısı olmasın, hem diğer şehzadelerle de taht kavgasına girişmesin yahut darbe teşebbüsünde bulunamasın diye en kestirme çözüm(!) tatbik ediliyordu yine. Büyük oğlu Şehzade Mustafa yedi dilsiz cellâdın ellerinde can çekişirken Kanunî Sultan Süleyman aynı çadırda, atlas bir perdenin ardından olanları izliyordu. Sağ kalabilen Şehzadelerden Beyazıd ise, babasının Şehzade Mustafa hakkındaki kuşkularını bizzat kendi üzerinde yakîne çevirir ve Osmanlı’nın gelmiş geçmiş en dirayetli padişahlarından olan Kanunî Sultan Süleyman’a karşı darbe teşebbüsünde bulunmak maksadıyla etrafında asker toplamaya başlar. Kanunî bunu duyunca devrin Şeyhu’l İslam’ı Ebu’s Suud Efendi’den fetva alarak Konya’ya, oğlu Beyazıd’ın üzerine yürür. Diğer oğlu Şehzade Selim (II. Selim yahut Sarı Selim olarak da bilinir) de babasıyla birlikte, kardeşi Şehzade Beyazıd’a karşı savaşır. Sonuçta Şehzade Beyazıd mağlup olur ve savaş meydanından firar ederek büyük bir hata yapıp İran Şahı’na sığınır. Kanunî, İran Şahı’na oldukça yüklü miktarda altın ve başka değerli hediyeler gönderip Kars’ı da kendisine vereceğini vaad ederek, Şehzade Beyazıd’ı kendisine teslim etmesini ister. Şah, biraz direnir gibi olsa da, geleneksel rafizî refleksiyle, kendisine verilen ve ayrıca vaad edilen menfaatlar karşılığında darbeci Şehzade’yi Kanunî’nin gönderdiği heyete teslim eder. Heyette cellatlar da vardır. Şehzade Beyazıd’ı teslim aldıktan sonra henüz İran topraklarındayken Kazvin şehri yakınlarında onu infaz ederler. Şehzade Beyazıd katledilirken beraberinde bulunan küçük çocukları da aynı akıbete uğrar. Saltanatın da, darbeciliğin de, karşı darbeciliğin de acımasız ve çirkin yüzü böylece bir kez daha ortaya çıkar.

Sultan II. Selim’in (Sarı Selim) vefatından sonra tahta geçecek olan Şehzade Murad henüz cülus merasimi yapılmadan beş Şehzadeyi, yani beş kardeşini aynı gerekçelerle boğdurur ve babası ile boğdurduğu beş şehzadenin cenaze namazını kıldıktan sonra Sultan III. Murad olarak tahta oturur.

III. Murad’ın vefatından sonra, yerine Şehzade Mehmed padişah oldu ve kendisine biat edildi. Sultan III. Mehmed’in, babasının defin işinden hemen sonra yaptığı ilk icraat; büyük büyük dedesi Fatih’in kanun hükmündeki vasiyetine istinaden ileride saltanat kavgasına tutuşma ve bir darbe teşebbüsü ihtimalini ortadan kaldırmak için o güne kadar ve hatta son Osmanlı Padişahı’na kadar hiçbir padişahın yapmadığı bir şey yapması, sarayda adetâ bir katliama imza atması ve tam on dokuz (19) şehzadeyi getirip idam ettirmesi oldu.

Osmanlı’nın on yedinci padişahı olan IV. Murad, on bir veya on iki yaşındayken tahta oturtulur. Çocukluk dönemini bitirinceye kadar devletin idaresi annesi Kösem Sultan’ın ve onun çevresinde kümelenmiş birkaç menfaatçı dalkavuğun elindeydi. IV. Murad yaşça olgunlaşıp yönetimi eline aldığında ülkenin dört bir yanında isyan hareketleri baş göstermişti. Belki de böylesi olağanüstü bir durumdan dolayıdır, bilinmez ama IV. Murad, seleflerine göre şedid bir yönetim tarzı uygulamayı tercih etmiştir. İranlılarla yapılan savaşta beklenen başarıyı sağlayamayan Sadrazam Hüsrev Paşa’yı, isyanların bastırılmasında acziyet gösterdiğine kanaat ettiği sarayın Silahtar Ağası Ahmed Ağa’yı, rüşvet olayına karıştığı suçlamasıyla Abaza Mehmed Paşa’yı, hicivlerinde mübalağa ettiği gerekçesiyle Şair Nefi’yi, tütün (sigara) içenleri, Konya’da kendini Mehdi ilan eden bir meczubu ve Bağdad’ı İranlılardan aldıktan sonra iki buçuk ay kaldığı Diyarbakır’da halkın kendisine çok teveccüh gösterdiğine şahit olduğu ve o havalide hürmet edilen bir zat olan Şeyh Aziz Mahmud Urmevî’yi ve daha nicelerini idam ettirmiştir. Bu şiddet sarmalı yine Nizâm-ı Âlem için hanedanın en genç üyelerini de içine alır. Her biri henüz yirmili yaşlarında olan Şehzade Süleyman ve Şehzade Beyazıd’ı da boğdurmuştur. Yukarıda bahsi geçen Bağdat seferine hazırlık yaptığı sıralarda da (1638 yılında) Şehzade Kasım’ı boğdurarak seleflerinin yolunu ‘kararlılıkla’ sürdürmüştür.

Yirmi dokuzuncu Osmanlı Padişahı olan ve toplamda bir yıl kadar saltanat sürebilen IV. Mustafa, kendisinden önce on sekiz yıl boyunca Osmanlı padişahı olan Sultan III. Selim’i bir darbeyle devirdikten sonra öldürülmesi emrini vermiştir. Bu emir gereği, bir darbeyle devirip onun yerine tahta geçtiği III. Selim, sarayda göz hapsinde tutulduğu halde öldürülmüş, Şehzade Mahmud ise zar zor kurtulabilmiştir. Dördüncü Mustafa’nın darbesi aynı zamanda bir karşı darbeyi de tetikler ve Âlemdar Mustafa Paşa, emrindeki orduyla beraber İstanbul üzerine yürür. IV. Mustafa’nın tahta oturtulmasını sağlayan darbenin başındaki isim olan Kabakçı Mustafa bulunup öldürtülür. Âlemdar Mustafa Paşa, emrindeki ordunun gücüyle İstanbul’da sükûneti sağlar. İstanbul’a kadar gelmişken, kifayetsiz ve dirayetsiz IV. Mustafa’yı da tahttan indirip yerine II. Mahmud’u getirir. Böylece darbeler ve karşı darbelerle bir yıl gibi kısa bir zamanda koca Osmanlı’da üç padişah değişikliği gerçekleşmiş olur. IV. Mustafa tahttan indirilmiş olmayı bir türlü hazmedemez ve yeniden padişah olmayı arzular. Bilahare darbe planlamaları yaptığı şüphesiyle Sultan II. Mahmud tarafından büyük atası Dündar Bey’in akıbetine uğratılır.

Darbecilik Geleneği Osmanlı Hanedanlık Saltanatını Tarih Sahnesinden Siliyor

Osmanlı Devleti’nin zayıflayıp gerile(til)diği son döneminde ilginçtir ama yükseliş devrinde olduğu gibi Nizâm-ı Âlem kanununun tatbik edilmediği müşahade edilir. Osmanlı hanedanının kendi evlatlarını ve kardeşlerini bizzat boğdurup idâm ettirmeye artık mecali kalmamıştır son devirde. Zira sadece Osmanlı hanedanının değil, tüm İslâm ümmetinin kökünü kazımak için içeriden İttihat ve Terakkici Jön Türkler marifetiyle ve dışarıdan da o devrin emperyalist haçlıları olanca kuvvetleriyle altı yüz yıllık koca çınarı devirmeye çalışıyorlardı.

Ordu başta olmak üzere devletin temel kurumlarına sızıp yerleşmiş olan FETÖ mensuplarının askerî kanadında yer alan general ve subaylar ile Osmanlı’nın can çekiştiği yıllarda orduda örgütlenen İttihat ve Terakkici paşalar ve zabitler arasındaki benzer özelliklere bakınca, tarihî bir hakikat kendisini yeniden hatırlatır: ‘Tarih tekerrürden ibarettir.’

Sultan Abdulhamid, İttihat ve Terakki mensubu çetecilerin dalga dalga kuşatması altına alınıyorken, Osmanlı-İslam yurdunu müdafaa için vazifelendirilen ordudaki ittihatçı paşalarla subaylar, korumakla mükellef oldukları mıntıkalara adetâ akbabalar gibi çökmeyi ‘Hürriyet Devrimi’ olarak ilan ediyorlardı. Bugün Makedonya sınırları içerisinde yer alan Manastır şehrinde fiilî olarak başlatılan ve Sultan Abdulhamid’in hal’ edilmesiyle (tahttan indirilmesiyle) neticelenen İttihatçı darbe sürecinde hedeflenen hususlardan bazıları, Alman muhibi Jön Türkler (İttihatçılar) ile kendilerini destekleyen Avrupa Hıristiyanların 10 Ocak 1897 yılında Brüksel’de dağıttıkları ortak bildiride şöyle sıralanmış idi:

1. Sultan Abdulhamid hal’ edilmelidir.

2. Abdulhamid’in yerine Reşad Efendi geçmelidir ve kurulacak olan konsey, Müslümanlarla birlikte Hıristiyanlar, Türkler ve Avrupalılardan teşekkül etmelidir.

3. Osmanlı Şeyhu’l İslamı din hürriyeti ile ilgili bir fetva hazırlayıp ilan etmelidir. (Yani Müslüman, Hristiyan, Yahudi, ateist vs. herkesin her yönüyle eşit olduğuna dair bir fetva, bir mânâda Laikliğin ilânını Şeyhu’l İslam’a yüklemek istiyorlar.)

İttihatçıların darbesinden sonraki süreçte söz konusu bildiride tasarlanan hususlar aynen tatbik edilmiştir. Bildirinin ilânından on iki yıl kadar sonra Sultan Abdulhamid düzmece bir fetvayla hal’ edilmiş, yerine de kardeşi Sultan Reşad (V. Mehmed Reşad) geçirilmiştir. Bilahare kurulan Meclis-i Mebûsân, çoğunlukla Jön Türkler (İttihatçılar), Yahudiler, Ermeniler, Yunanlar ve Bulgarlardan teşekkül ettirilmiştir.

Sultan Abdulhamid’e karşı yapılan darbenin son hamlesi, yani Abdulhamid’in hal’ edilmesini bir fetva ile şer’î kılıfa sokmak için merhum Akif’in kendisinden ‘Kaltaban’ diye söz ettiği Talat Paşa görevlendirilir. İttihatçı-Darbeci çetenin elebaşlarından olan Talat Paşa, hasta olduğunu söylediği halde Şeyhu’l İslam Ziyauddin Efendi’yi zor ve tehditle Meclis-i Mebûsân’a götürür. Şeyhu’l İslam Ziyauddin Efendi aslında hasta değildir. Meclis’e gitmek istememesinin asıl sebebi böylesine ağır bir cürme ortak olmaktan kaçınmasıdır. Osmanlı Devleti’nde Şeyhu’l İslamlıkta fetva işleriyle uğraşan dairenin başında bulunan Fetva Emini Nuri Efendi de aynı yöntemle Meclis’e götürülür. Nuri Efendi, Sultan Abdulhamid’in hal’ edildiğine dair fetvayı yazmamakta direnir. Bunun üzerine mebûslardan Elmalılı Hamdi Efendi (Hamdi Yazır) Sultan Abdulhamid’in hal’ fetvasını bizzat yazar. Cumhuriyet devrinin ilk ve en meşhur müfessiri olan Elmalılı Hamdi (Yazır) Efendi’nin bizzat yazdığı hal’ fetvası yine cebir ve tehditle Şeyhu’l İslam Ziyaudddin Efendi’ye imzalatılır. Hal’ edilip tahttan indirildiğini bildiren fetvayı Sultan Abdulhamid’e tebliğ etmek için oluşturulan heyet, İttihatçı-darbeci çetenin menfur ve menhus bir sureti hüviyetindedir. Fetvayı tebliğ heyetinde Yahudi Emanuel Karasu, (Arnavut) Esat Paşa, Ermeni katoliki Aram ve Sultan’ın eski yaverlerinden Arif Hikmet Paşa bulunuyordu.

Abdulhamid, İttihatçı-Batıcı bir darbeyle tahttan indirildikten sonra Selânik’te ikamete mecbur edildi. Daha sonra İstanbul’daki Beylerbeyi Sarayı’na getirilip göz hapsinde tutuldu ve nihayet 1918 yılında vefat etti. Onun yerine geçirilen kardeşi Sultan V. Mehmed Reşad, İttihatçıların şerâretinden çekindiği için iktidarı fiilen gasp etmiş olan bu güruhun yönetimdeki tasarruflarına hemen hemen hiçbir müdahalede bulunamamıştır.

Altı yüz yirmi üç sene ömür sürmüş olan Osmanlı Devleti’nin sonu da bir meclis darbesiyle resmiyet kazandı. Esasen kendisi de bir Osmanlı subayı olan Selânikli M. Kemal’in Anadolu’da yaptığı bir takım görüşmeler ve kongrelerden sonra Ankara’da topladığı TBMM’nin 1 Kasım 1922’de Saltanat sistemini lağvetmesi ve son padişah Sultan Vahiduddin’in adına hutbe okunmasına son verilmesiyle Osmanlı Devleti de resmen ve fiilen tarih sahnesinden çekilmiş oldu. Geride ise, denizde bir damla yahut çölde bir kum tanesi misali darbelerin, iktidar kavgalarının, darbecilerin ve karşı darbelerin ibretlik hikayeleri kaldı.

Hanedanlık Saltanatı Sıtma ise, Demokratik Saltanat Ölümdür!

Osmanlı’nın kuruluşundan tarih sahnesinden çekilmesine kadar vuku bulmuş bir takım darbeler, darbe girişimleri ve karşı darbeler ile şer’î şerifin ölçülerine asla sığmayan, insanî olarak da tasvip edilemez olan birçok saray içi ve saray çevresi infazlara kısaca değinmiş olduk. Yaşanan bunca trajedinin en mühim sebebi, geçmiş dönemlerdeki Hanedanlık Saltanatı ile günümüzde yaygınlaştırılmaya çalışılan Demokratik Saltanat sistemidir. Hanedanlığa dayalı saltanat rejimlerinde iktidar; yasama, yürütme ve yargısıyla beraber çoğunlukla tek bir kişinin elinde toplanır. Geçmişte İslâm toplumunda uygulanan bu sistemde, şûrâ gibi İslamî yönetimin ve siyasetin en önemli müessesine yer verilmemektedir. Bu sistemle ismen mevcudiyeti var sayılsa da, Hilafet, fiilî olarak yoktur. İslâm tarihi Hilafet veya Halife adıyla yönetimde bulunup istibdat rejimi uygulayan birçok zâlim sultanın hikâyeleriyle doludur.

Hanedanlıkta saltanatın başında bulunan Melik, Kral veya Sultan o devletin her şeyidir. Mesele tevhid akidesi itibariyle değerlendirildiğinde Demokratik Saltanat rejiminin her bir insanın bilhassa uhrevî hayatına müteallik sonuçları açısından Hanedanlığa dayalı saltanat rejiminden daha kötü ve tehlikeli olduğu görülecektir.

Şöyle ki; demokratik saltanat rejiminde kanun yapma yetkisi hanedanlıkta olduğu gibi Sultan ile sınırlı değildir. Demokratik saltanat sisteminde kanun yapma (teşride bulunma) yetkisi, seçmen niteliği taşıyan her bir vatandaşa teşmil edilmektedir. Böylelikle yüce Allah’a ait olan hakimiyet yetkisi, tepeden halk tabanına doğru yaygınlaştırılarak ismen Müslüman olan toplumun büyük bir kesimine itikadî bidatin en kesif hâli olan şirk necaseti bulaştırılmış olmaktadır. Allah’ın subhanehu ve teâlâ hakimiyet yetkisinin gasp edilmesi demek olan demokrasinin yaygınlaştırılması hususunda Hristiyan-Siyonist Batılıların İslam coğrafyasındaki maraba yöneticiler üzerinde Bekçi Murtaza’lık yapması da, bu ülke halklarının itikadî olarak yeniden dirilmesi, şuurlanması ve örgütlenerek Nebevî Menhec üzere aslî kimliğine dönüşünü engelleme çabalarıdır. Demokratik kurallara uygun bir şekilde kurulan ve faaliyetlerinin tamamını bu çerçevede idame ettiren (siyasî yelpazenin özellikle de muhafazakar kanadından) bazı siyasî partiler, her bir vatandaşı bu mecraya yöneltmekle, aslında zahiren karşı çıktıkları Batı ve Batıcılığın amacına hizmet eden birer araç işlevi görmektedirler. Üzücü ama gerçek olan budur.

İslam tarihinde Emevîler ile başlayan saltanat sistemi, Osmanlı’nın son devrine kadar devamlı olarak iktidar mücadeleleri, karşı darbeler ve darbe girişimleriyle adetâ fasit bir daire içinde her daim kötülük üretmeye devam edegelmiştir. Demokrasicilik olarak yutturulan şirk sistemine özgü saltanat sisteminde ise, yasama (teşrî) ve yaşama (şeriat) alanlarında bütün olarak güçlü veya sayıca fazla olanların heva ve heveslerinden kaynaklı bir iradenin hakim ve belirleyiciliği görülür. Hanedanlığa dayalı saltanat sisteminde Müslüman halkın başındaki Müslüman bir Sultan’ın icraatlarındaki yanlış uygulamalar, nihaî olarak toplumun dünyevî hayatıyla ilgili bir takım sıkıntılarının ortaya çıkmasına sebep olacak iken; demokratik saltanatın olduğu bir memlekette ise halka refah düzeyi ve yaşam memnuniyeti oranının yükseltilmesi vaad edilir fakat itikadî bidatler ve en önemlisi de tevhid akidesinin hakimiyet esasının iptal edilmesinden dolayı birçok insan ahiretini harap ederek asıl büyük darbeyi bizzat kendi öz nefsine karşı gerçekleştirmeye teşebbüs eder. Bu anlamda diyebiliriz ki, darbecilerde ve darbeseverlerde her zaman aktifleşmek için imkân ve fırsat kollayan bir tür darbe virüsü bulunur. 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi benzeri kanlı iktidar kavgalarında bu virüsler bünyenin az ya da çok bir kısmında aktifleşerek ciddi zararlar vermeye başlar. İşin tuhaf olan yönü de her ülkedeki darbeciler demokrasiyi korumak ve kollamak için darbe yaptıklarını, darbe karşıtları veya karşı darbeciler de demokrasiyi savunmak ve daha da ileri düzeyde bir demokratik sisteme ulaşmak için mücadele ettiklerini iddia ederler.

Cumhuriyet’in kuruluşundan çok partili demokrasicilik sistemine geçildiği süreye dek geçen çeyrek asırlık bir dönemde Batıcı ve Batılılarca tecviz olunan farklı bir saltanat rejimi hüküm sürmekteydi. Çok partili demokrasi hayatına geçildikten on yıl sonra 27 Mayıs 1960 tarihinde demokratik saltanatın ilk darbesi gerçekleşmiş oldu. Kuruluş aşamasında Cumhuriyet’in temel kurumları (Ordu, meclis, yargı…) öyle kurgulanmış ki, ülkemizde darbe geleneği artık demokratik saltanat siteminin on yılda bir nükseden kronik bir hastalığı hâline gelmiştir. Askeri darbe, Yargı darbesi, Post Modern darbe, Sivil darbe, İnternetten ilân edilen E-Muhtıra, derken son olarak bir de örgüt darbesine tanık olduk. Cumhuriyet devrindeki kimisi kanlı, kimisi kansız yapılan tüm darbeler de, esasen demokratik saltanat sisteminin kötülük üreten mekanizmasının ürünleridir.

15 Temmuz 2016’da yaşanan örgüt darbesini ısrarla Cemaat darbesi diye isimlendirip işlemek, cehalettir. Zira Cemaat dediğimiz olgu esas itibariyle tevhid ümmetinin bizzat kendisidir. Cemaat, tevhid ümmetinin ana gövdesidir. İslam’da fırkacılık yoktur, çünkü tevhid ümmetinde gruplaşma hastalığı zemmedilmiştir. Burada istisna edilebilecek bir husus da şudur. Batıcı ve şirk hükümleriyle yönetilen bazı ülkelerde tebliğ ve davet çalışmalarında bulunan bazı Müslüman toplulukların bulunması bu hakikat ile çelişmez. Zira Müslüman topluluklar farklı ülkelerde olsalar da beslendikleri kaynaklar ve ulaşmak istedikleri amaçlar itibariyle tevhid ümmeti/Cemaat’in birer cüzüdürler.

FETÖ örneğinde apaçık bir şekilde ortaya çıkan örgütçülük ise İslâm ümmetine yabancı ve İslamî esaslara aykırı bir vakıadır. Sultan Abdulhamid’i darbeyle deviren İttihatçılar ile ‘Pensilvanya’lı Dündar’ın darbeci FETÖ’sü arasındaki ortak özelliklerden birisi olan örgütçülük yapısında şunu açıkça müşahade ettik. Örgüt yapılanması Firavun piramidi gibi tepeden başlayıp aşağıya doğru genişleyerek yayılır. Nitekim darbecibaşı ‘Pensilvanya’lı Dündar’da ilk olarak masonik üst yapı kadrosunu oluşturduktan sonra tıpkı soluduğumuz hava gibi her tarafa girmiş, sızmış, sinmiş. Piramit tipi örgütlenmeyle toplum ve devlet yapısında hakim olmayı hedeflerken şer’î şerifin dışında yol ve yöntemlere başvurduğu ve tevhid diye, Nebevî menhec diye bir derdinin, bir hesabının olmadığı apaçık ortaya çıktı. Örgütçülükte tevhidî hakikatler ile mücadele metodu arasında bağ olmaz. Aslında masonik ya da stalinist örgütçülükle sözde İslamî ‘hizmet’ yaptığını iddia eden kadrolarda ne tevhidin aslı vardır, ne de Nebevî metodun izleri…

Cemaat; esasen tevhid hakikatiyle çelişmeyen çalışma ve pratiğiyle tabandan/aşağıdan yukarıya doğru izhar edilen amaçların bir ifadesini temsil eden ve bunu her halükârda şer’i şerif çerçevesinde ve şeriat namına yapan Nebevî menhec üzere azimle sebat eden ve ‘tevhid ümmeti ana omurgası’nın cüzü olan bir teşekküldür.

Hristiyan Siyonistlerin İslam ümmetinin içine soktukları ‘truva atı’ olan demokrasiciliğe dayalı saltanat sisteminin, sağlıklı olmayan yapısı gereği hem dünyevî, hem de uhrevî neticeleri itibariyle sebep olduğu şenâetlerin en büyüğü olan yüce Allah’a ait olan hakimiyet yetkisinin gasp edilmesi hakikati, mümin yüreklere onca genişliğine rağmen yeryüzünü dar kılmalıyken ve bunun izalesi için bir söz söylemesi, bir cümle yazması, bir adım yahut bir taş atması gerekirken, mevcud durum özellikle de demokrasiciliğe hoşgörü ile bakanlar açısından pek de ümit verici değildir. Oysa aynı insanlarımız, hakimiyetin Allah’a ait olduğuna itikad etmek; yönetici konumundakilerin Allah’ın indirdikleriyle hükmetmesinin zorunluluğu; yönetilenlerin de bu hakkı (Hakimiyet hakkını) ancak ve yalnız Allah’a has kılması; dinî veya dünyevî tüm ihtilaflarda çözüm mercii olarak Kur’an ve Sünnet dışında başkaca (beşer kaynaklı) bir merci kabul edilmemesi hususlarında şuur ve irade olarak şer’i şerif nazarında makul, müsbet yahut mazur bir pozisyonda olmadıklarını anlamalılar.

Tarihsel süreç içerisinde şöyle bir hakikat belirgin bir şekilde kendini göstermektedir. Tarihte her durulma, her süzülme, her budanma ve her nihaî şekil alış, mutlaka kısa veya uzun süre devam eden bir karışıklık, bir alt üst oluş, bir kaynama ve çalkalanma devrinin mahsulüdür. Darbeler, karşı darbeler ve darbe girişimleri de bu alt üst oluşların bir çeşididir. ( İstifade edilen kaynaklar:

1. İ.H Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi

2. Hammer, Osmanlı Devleti Tarihi

3. İ.S Sırma, Müslümanların Tarihi

4. (İttihatçı) Halil Kut Paşa’nın Hatıratı)

Allah’tan subhanehu ve teâlâ dünyada da, ahirette de afiyet dileriz. Allah’a hamd, Rasûlullah’a salât ve selâm olsun.

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver