Diriliş Sancısı

Allah’ın adıyla.

Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selam, Nebimiz Muhammed Mustafa’ya, onun temiz ailesine, ashabına ve kıyamete kadar tâbilerinin üzerine olsun.

Bizleri yeni bir sayıyla buluşturan, ‘Din nasihattir’ vazifesini yerine getirmemize olanak sağlayan ve bizleri dininde kardeş kılan Rabbimize hamd olsun. Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi siz kardeşlerimizin üzerine olsun.

Toplumlar ve milletler, birey misali bir karaktere sahiptirler. Bireylerin yaşadıkları çevre ve sosyal şartlardan etkilenip karakter ve ahlak oluşturdukları gibi; toplumlar da dış etkenlerden etkilenir ve bu etkenlere göre şekillenirler. Yaşanan olaylar ve geçirilen süreçler neticesinde toplumsal bir ahlak oluşur ve toplumun büyük çoğunluğu bu ahlaka göre hareket eder.

Allah’ın (cc) değişmez yasaları toplumları kuşattığında, her toplum bu yasalara karşı bir muamele fıkhı geliştirir. Kimi toplumlar vahye ve fıtrata dayalı bir amel fıkhı geliştirirken, kimisi hevaya ve arzulara göre bir yol haritası çizer. Yaşanan süreçler ve geliştirilen fıkıh, toplumların Rahmani ya da şeytani karakterlerinin oluşmasına neden olur. Asırlar geçse de genetik hâle gelen bu ahlak kolay kolay değişmez. Nesillerin olaylar ve durumlar karşısındaki tavır, ahlak ve karakterine direkt etki eder.

Müminler için hidayet ve nur olan Kur’an, geçmiş kavimlerin kıssalarını anlatarak müminlere yol gösterir. Geçmişe dair Kur’an’da yer alan kıssaların en uzun ve tafsilatlı olanıysa İsrailoğullarının kıssasıdır. İsrailoğullarının başta Musa (as) olmak üzere Peygamberler ve salih yöneticilere verdikleri cevaplar dikkatle incelendiğinde, Firavun döneminde oluşan olumsuz karakterin onları her yönden kuşattığı, çoğunluğun bu karaktere göre hareket ettiği görülecektir.

Sömürge toplumların tamamında aynı ahlak ve karakter hakimdir. Zillet kimlik hâline gelmiş, kalplerine zilletin ve batılın sevgisi içirilmiş, tüm söz ve eylemlerinin belirleyicisi zillet olmuştur.

•••

İslam ümmetinin asırlardır içinde bulunduğu içler acısı durum, izahtan varestedir. Allah’ın pak şeriatı ve İslami bir yönetimden mahrum bırakılmış, sömürge güçlerin maraba valileri tarafından şeytani şeriatlarla yönetilmeye mahkum edilmişlerdir. Eğitim adı altında akide ve ahlakları talan edilmiş, İslam’ın inanç ve ahlak yapısından habersiz hâle getirilmişlerdir. Ulusçuluk adı altında parçalanmış, güç kaynağı olan etnik kimlikleri düşmanlık vesilesi kabul edilmiş, yapay kimlikler ve sınırlarla aynı coğrafyada birbirine düşman halklara dönüşmüş, ümmet bilincini yitirmişlerdir. Allah’ın (cc) kerem ve fazlı olarak onlara bahşettiği yer altı ve yer üstü zenginlikleri, küresel tuğyan tarafından talan edilmiş, kendi ürettikleri ürünleri sömürge güçlerden satın almak zorunda olan aç ve muhtaç dilencilere çevrilmişlerdir. Sömürge güçlerin gönüllü marabaları olan hain yöneticiler, sanat ve eğlence adı altında tüm bu kötülüklerin sebebi olan düşmanı onlara sevdirmiş ve yetişen nesilleri düşmana minnettar ve özenti içinde yetiştirmiştir. Bozulmamış fıtratlarda oluşması zorunlu düşmanlık ve kin bir yana, toplum, celladına aşık hasta ruhlara dönüştürülmüştür.

Bugün -Allah’a hamd olsun ki- İslam ümmeti uyanıyor. Ümmete biçilmiş zillet kaftanını üzerinden atan, mahkum edildikleri şirk ve bidat karanlığını vahiyle aydınlatan, ümmeti asırlardır Tih’e mahkum eden ataların çekingen ve pasif mirasını reddeden nesiller yetişiyor.

Allah’ın bizlere ihsan ettiği diriliş ruhu ve mücadele azmi, insi ve cinni şeytanların yanlış yönlendirmeleri, vahyin ruhuna uymayan mücadele yöntemleri ve nefislerimizde yer etmiş marazlar nedeniyle heder edilmemelidir. Allah’ın bir lütfu olarak oluşan mücadele azmini, elleriyle kazandıkları sebebiyle heba eden hiçbir fert ve cemaat bunun hesabını Allah’a veremez. Kıyamet gününde koca bir ümmetin davalısı olarak Allah’ın (cc) huzuruna gelir. Bu ruhu korumak, başarıya ulaşmasa dahi sonraki nesillere bir şeyler aktarabilmek için, mücadelede yer alan tevhid ehlinin dikkat etmesi gereken çok önemli noktalar bulunmaktadır.

Bu ayki yazımızda bunlardan birine dikkat çekmek istiyoruz:

Hayatını kabile örf ve âdetlerine göre düzenleyen, Kitap ve Nebi tanımayan, semavi bir dine intisap etmeyen müşrikler ile, kendilerini mümin kabul eden, lafız ya da mana olarak tahrif ettikleri semavi bir kitabı okuyan ve ahiret inancına sahip olan müşrikleri birbirinden ayırmalıyız.

Allah Rasûlü (sav) ilk şıkta zikrettiğimiz bir topluma geldi, onlara davetini sundu ve hidayete gönül verenlerle ilgilenip onları yetiştirdi. Onun davetinin üzerinden on dört asır geçtikten sonra gelen bizler, ikinci şıkta zikrettiğimiz bir toplum yapısı içerisinde yetiştik. Hidayete erenlerimiz, ahirete inanan, Kur’an okuyan, kendini mümin olarak kabul eden hatta İslami bir mücadele içinde yer alanlardan oluşuyor.

Mücadelemizde rehber kabul ettiğimiz Kur’an’ı bu gözle okumalı, toplum yapısı ve yaşadığı süreçler bizlerle örtüşen toplumlar üzerine yoğunlaşmalıyız. Şüphe yok ki, üzerinden on dört asır geçtikten sonra Muhammed’in (sav) ümmeti, Mekkeli müşriklerden ziyade İsrailoğullarına benzemekte.

• Böylesi toplumların ortak özelliği, yaşadıkları olumsuz sürecin ahlak ve karakter hâlini alması, ıslah olmaya karar verdikten sonra dahi en basit olaylarda asırlar içinde oluşan ahlakın tekrardan nüksetmesidir.

İsrailoğullarını Firavun’un zulmünden kurtarmak için çabalayan Musa’ya (as) gönül veren ve ona tâbi olanlar, eziyet gördükleri anda onu suçlamaya başlamışlardır.

“Dediler ki: ‘Sen bize gelmeden önce de, geldikten sonra da eziyete uğratıldık.’ (Musa:) ‘Umulur ki, Rabbiniz düşmanınızı helak edecek ve sizleri yeryüzünde halifeler (egemenler) kılacak, böylece nasıl davranacağınızı gözleyecek.’ dedi.” (7/Araf, 129)

Allah’ın vadiyle Mısır’dan çıkan, onlarca mucizeye şahitlik eden İsrailoğulları, aradan bir gün geçmeden Firavun’la karşılaşmış ve asırlardır biriktirdikleri korku gün yüzüne çıkmıştır.

“İki topluluk birbirini gördükleri zaman Musa’nın adamları: ‘Gerçekten yakalandık’ dediler. (Musa:) ‘Hayır’ dedi. ‘Şüphesiz Rabbim, benimle beraberdir; bana yol gösterecektir.’ ” (26/Şuara, 61-62)

Böylesi bir mucizeyi yaşayan, Firavun’un zulmünden kurtulan ve onun mülküne vâris olan İsrailoğulları, daha ayakkabıları kurumadan putperestliğe dönmek istemiştir.

“İsrailoğullarını denizden geçirdik. Putları önünde bel büküp eğilmekte olan bir topluluğa rastladılar. Musa’ya dediler ki: ‘Ey Musa, onların ilahları (var; onların ki) gibi, sen de bize bir ilah yap.’ O: ‘Siz gerçekten cahillik etmekte olan bir kavimsiniz.’ dedi.” (7/Araf, 138)

Bu uyarıya kulak verip tevbe ettikten hemen sonra, daha büyük bir cürümle davalarına ihanet etmişlerdir. Musa’nın (as) onları kırk gün terk etmesine dayanamayıp Samiri’ye uymuş ve altından bir buzağı yaparak ona tapmaya başlamışlardır.

“(Tura gitmesinin) Ardından Musa’nın kavmi süs eşyalarından böğürmesi olan bir buzağı heykelini (tapılacak ilah) edindiler. Onun kendileriyle konuşmadığını ve onları bir yola da yöneltip-iletmediğini (hidayete erdirmediğini) görmediler mi? Onu (ilah) edindiler de, zulmedenler oldular.” (7/Araf, 148)

Uyarıdan sonra Allah’a yönelmiş ve pişman olmuş, ancak kısa bir sure sonra Rabblerinin ermine karşı gelmişlerdir.

“Ey kavmim, Allah’ın sizin için yazdığı (girmenizi emrettiği) kutsal yere girin ve gerisin geri arkanıza dönmeyin; yoksa kayba uğrayanlar olarak çevrilirsiniz. Dediler ki: ‘Ey Musa, orada zorba bir kavim vardır, onlar çıkmadıkları sürece biz oraya kesinlikle girmeyiz. Şayet oradan çıkarlarsa, biz de muhakkak gireriz.’ ” (5/Maide, 21)

Evet, Firavun zulmü altında yaşarken şirk ve korkaklık tabiatları hâline gelen, sorumluluk almadığı için başkalarını suçlayarak tatmin olan insanlar, Musa’ya (as) tâbi olduktan sonra da her fırsatta aynı karaktere bürünmüşlerdir. Zulüm görünce Peygamberlerini suçlamış, onlarca mucize görmelerine rağmen Firavun’u andıran kavimler karşısında Firavun’u hatırlayıp ürkmüş, kalplerine içirilen inek sevgisi nedeniyle her fırsatta şirke düşmüşlerdir.

Böylesi kavimler davaya gönül verip, öncülerin yanında mücadeleye katılsa da, dikkatli davranmalı, acele etmemeliyiz. Asırlar içerisinde oluşan ahlakın bir çırpıda sükun etmeyeceğini bilmeli, farklı imtihanlar ve süreçlerin yaşanmasından rahatsız olmamalı, vahyin terbiyesiyle bu süreçleri yönetmeliyiz. Ruhların derinliğine nüfuz etmiş şirk sevgisi, güce tapınma, korkaklık, sorumluluk almaktan kaçınma ve başkalarını suçlama gibi hastalıkları vahiy tiryakıyla adım adım tedavi etmeliyiz.

Böylesi toplumlar davaya gönül verdiğinde onları sahabe-i kirama kıyaslamak, telafisi mümkün olmayan neticeler doğurur. Allah Rasûlü (sav) basit bir inançla hayatını yaşayan, izzeti ve onuru için ölüp öldüren, kabilesi için yüzyıllarca süren savaşlara girmekten çekinmeyen bir topluma geldi. Onların korkaklık gibi bir sorunu yoktu. Allah’a şirk koşsalar da bunu semavi bir emir olarak yapmıyor, atalarının yoluna uyuyorlardı. Putlardan bir şey isteyip elde edemediklerinde putlara kızıyor, onları yenisiyle değiştiriyor, fal oklarını putların yüzüne çalıyorlardı. Muhammed’in (sav) onları on üç yıl gibi kısa sürede eğitip, onlarla düşman karşısına dikilmesi ve kısa zamanda dünyanın süper güçlerine meydan okuyacak bir devlet kurması, onların bu özelliklerinden kaynaklanmaktadır.

Musa (as) ise, Allah’a koştuğu şirki dahi kitaba dayandıran, âlimlerinin vakıaya uygun fetvalar vermek için helali haram, haramı helal yaptığı, korku ve zillet içinde yaşayan, sisteme gönüllü kölelik yapan, var olan sorunları çözmek yerine birbirini suçlayan bir topluma geldi. Onların eğitimi ve arındırılması, mücadeleye katılımlarının sağlanması daha uzun ve zorlu bir süreçle mümkün oldu.

Nihayet Allah (cc) onları kırk yıl başıboş ve yitik bir şekilde çöllerde dolaştırdı. Yeni bir neslin oluşmasını sağladı. Peygamber eğitimi nedeniyle şirk sevgisinin yerini tevhid sevgisinin, rahat ve konfor sevgisini çölün zorlu şartlarıyla mücadele azminin, zillet ve korkaklığın yerini cesaret ve izzetin aldığı tertemiz bir nesil yetişti.

Buna binaen;

Yol arkadaşlarımızın ve nefislerimizin nasıl bir toplumda yetiştiğini ve asırların oluşturduğu karakteri iyi tespit ve tahlil etmeliyiz. Bize benzemeyen toplumlara kendimizi kıyaslayıp yolu iyice uzatmamalı, içinden çıkılmaz bir hâl almasına engel olmalıyız.

Yolumuzun uzun, işimizin zor, sıkıntılarımızın çetin, sorunlarımızın karmaşık olduğunu bilerek hareket etmeliyiz. Vârisi olduğumuz ümmetin zorlu şartlarıyla ümitsizliğe düşmemeli, Allah’ın vaadi ve Nebevi metodun sonuç verici başarısıyla teselli olup ümitvar olmalıyız.

Eğitim programlarımız, mücadele için yol azığı olan hazırlıklarımız, davet ve tebliğimiz bu nokta göz önünde bulundurularak hazırlanmalıdır.

Davaya gönül vermiş, Allah’ın bu asır için seçtiği ve yeryüzünde şahitleri kıldığı insanlarla, çoğunluğu oluşturan, İslam ümmetine açılmış savaşın direkt mağdurları olan toplumu birbirinden ayırmalıyız. Davaya gönül veren ve samimi olduğuna inandığımız kardeşlerimizin, arındığından, toplumun yaygın hastalıklarından temizlendiğinden, olaylar ve imtihanlar karşısında gösterdiği reflekslerin şirk, zillet, korkaklık, suçlayıcılık gibi olumsuzluklardan sıyrıldığına ve yerini tevhid, izzet, cesaret ve sorumluluk duygusuna terk ettiğinden emin olmalıyız. Bütün bunlardan sonra bu insanlar üzerine plan ve program yapmalı, yola koyulmak için ‘vira bismillah’ demeliyiz.

Davaya gönül veren yiğitlere Allah’ın ayetlerini okumalı, nefsi hastalıklarından arındırıcı/tezkiye ameli programlara yönlendirmeli, kulluğu ve mücadeleyi öğreten Kitab’ı ve Hikmeti ders yapmalıyız.

Topluma gelince, tevhidi tüm detaylarıyla anlatmalı, içinde bulundukları şirk ve zilleti onlara göstermeli, farklı münasebetlerle yaşadıkları zulüm ve sömürge konusunda onları bilinçlendirmeliyiz. Sabır ve hikmetle, Kur’an kıssalarının rehberliğinde sağlam adımlarla yola devam etmeliyiz. Aceleciliğin ve anlık hamasetlerin yanıltıcı coşkusuna aldanmamalı, insanları sözleriyle değil, imtihanlar karşısında gösterdikleri sıdk ve sebatla değerlendirilmesi gerektiğini özümsemeliyiz.

Sabır, takva, Allah’ın vaadine yakinen iman ve azimle çalışmak bizim; muvaffak kılmak, bereketlendirmek, yeryüzüne vâris kılıp dünya ve ahiretin izzetine eriştirmek Rabbimizin işidir.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver