Allah’ın adıyla.
Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.
Es-Selamu Aleyküm ve Rahmetullahi ve Berekatuhu,
Allah (cc) her birinize avf ve afiyet ihsan eylesin. Sizi her nerede olsalar mübarek kıldığı, derecesini yükselttiği, sevip razı olduğu kullarından kılsın.
Sizlerin de müşahede ettiği gibi dünyada çok köklü değişiklikler oluyor. Allah (cc) en doğrusunu bilir; birçok insan yeni ve büyük bir savaş bekliyor. Daha doğru bir ifadeyle hâlihazırda devam eden vekâlet savaşlarının, müvekkillerinin sahaya inerek asli bir savaşa dönüşmesini öngörüyor. El-hak, mevcut düzen krize girmiş durumda… Siyasi, iktisadi, askerî olarak küresel tuğyanın ve modern cahiliyenin kurumları işlemiyor. Küresel tuğyan bir önceki asırda bugüne benzeyen iki büyük kriz yaşadı ve bu krizleri aşmak için iki büyük paylaşım savaşı verdi; yüz milyonlarca insan öldü, ülkeler harap oldu ve her seferinde sistemi, kazananlar lehine yeniden inşa etti.
Şu anda benzer bir kriz yaşayan küresel tuğyan ve onun din edindiği kapitalizm, mevcut krizini aşmak için ne yapacak? Elinde çekiç olanın her şeyi çakılacak çivi olarak görmesi gibi, tek sermayesi “güç” olan da tüm krizleri vurarak, ezerek, kahrederek çözecektir; ataları Firavun gibi…
Sizlerin de dikkatini çekmiştir; Birinci ve İkinci Dünya/Paylaşım Savaşları öncesinde olduğu gibi, şu an tüm dünyada ırkçılık ve faşizm yükseliş hâlinde. Daha önce yaptığımız hasbihâllerde bir konuya temas etmiştik: Küresel tuğyana göbeğinden bağlı olan Türkiye, dünyanın geri kalanından bağımsız krizler yaşamıyor. Tabi olduğu düzen ne kriz üretiyorsa Türkiye de benzer krizler yaşıyor. Son birkaç yıldır sıkça duyduğumuz “yerli ve millî” kavramı da dünyada yükselişe geçmiş faşist dalganın Türkiye’ye yansımasından başka bir şey değil.
Geçen yüzyılda dünya sistemi yıkılıp yeniden kurulurken, yüce Allah, İslam ümmetine iki fırsat sunmuştu. Bunlardan biri Körfez’de bulunan petrol ve buna bağlı olarak yaşanan zenginleşme; ikincisi de İran’da yaşanan devrim ve buna bağlı olarak yaşanan devletleşmeydi. Ne var ki; her iki devlet de önce Rablerine, sonra ümmete hainlik edip bu fırsatları berheva etmişti. Biri (Suud), ümmetin zenginliğini Batı’ya peşkeş çekip köleliğe razı olmuş; öteki (İran), Rafızi Pers emperyalizmi hülyalarına dalmıştı. Hâlihazırda bu iki devlet, İslam ümmetinin bağrına saplanmış ihanet hançeri olma özelliğini sürdürüyor.
Bugün insanlar yaşanan bu yeni duruma dair çokça soru soruyor. Bireysel ve toplumsal sorumluluklarını merak ediyor. Bizler çevremizde yaşanan olayları anlamaya/anlamlandırmaya çabalayacağız. Yer yer yaşananlardan ders alıp yaşanacak olanlara dair öngörülerde bulunacağız. Ancak neyin ne şekilde ve ne zaman yaşanacağını yalnızca âlemlerin Rabbi bilir. Bize düşen, vahye sıkı sıkıya tutunmak, şer’i hudutları gözetmek ve yaşadığımız/yaşanacak vakaları vahye uygun olarak konumlandırmaya çalışmaktır. Sonra günahlarımızdan çokça tevbe etmek ve istiğfarda bulunup arınmaktır. Zira yüce Allah’ın bize ulaştıracağı hayırlara bizlerin günahları engel oluyor. Bundan sonra Allah’ın (cc) vaadini tamamlayacağına ve salihleri yeryüzüne vâris kılacağına yakinen inanmaktır. Daha sonra ise o yeryüzüne vâris kılınacak takva sahibi salihlerden olmak için çabalamaktır.[1]
Sonra Allah Resûlü’nün (sav) yaptığı gibi; küresel tuğyanın sorunlarına taraf olmadan, kendi gündemimiz ve kendi hazırlıklarımızla meşgul olmalıyız. Aksi hâlde bir asırdır olduğu gibi İslam adına küresel tuğyanın peşinden oraya buraya savruluruz. Allah muhafaza.
Şunu unutmayalım ki; her birimiz öncelikli olarak kendi nefsimizden mesulüz. Kendi nefsimizi hazırlamak ve Allah’ın yardımına müsait hâle getirmekle mükellefiz. İnsanların/toplulukların ne yaptığından ziyade bizim ne yaptığımız önemlidir. Zira Allah (cc) bize yalnızca bizi soracak, yaptıklarımızdan/yapmadıklarımızdan bizi hesaba çekecektir. Her birimiz bireysel hazırlığımıza odaklanıp, yüce Allah’a çokça sığınarak O’ndan çokça yardım isteyelim. Şüphesiz ki O, içtenlikle O’na yönelen ve içtenlikle O’na sığınanları yardımsız, kimsesiz bırakmayacaktır. O, kendinden çokça hidayet isteyenleri mutlaka doğruya hidayet edecek, karanlıklar içinde şaşkın bırakmayacaktır. Yoksa, dağları yerinden oynatan tuzaklar karşısında insanın aklıyla bir çıkış bulması olacak şey değildir…
Soru: Hocam! Maide Suresi’nin 35. ayetinde “… Allah’a (yakınlaştıracak) vesileler arayın…” buyruluyor. Ayetten yola çıkarak “Şu salih zat benim Allah’a vesilemdir.” demek yanlış mıdır? Açık ayet olmasına rağmen buna karşı çıkmak nasıl izah ediliyor?
“Ey iman edenler! Allah’tan korkup sakının ve (sizi) Allah’a (yakınlaştıracak) vesileler arayın. Allah yolunda cihad edin. Umulur ki kurtuluşa erersiniz.”[2]
Bu soruya cevap vermeden önce bir noktayı açıklığa kavuşturmak istiyorum: Oluşmuş bir örften/ıstılahtan yola çıkarak bir ayeti anlamakla, ayetten yola çıkarak bir örfü/ıstılahı anlamak arasında fark vardır. Birincisi, sonradan oluşan örfü/ıstılahı Kur’ân’a hâkim kılmak; ikincisi, Kur’ân’ı her türlü örfün/ıstılahın üstüne hâkim kılmaktır. Kanaatimce siz, bugün tasavvufi çevrelerde oluşmuş “tevessül/vesile” anlayışından yola çıkarak ayeti okumuş ve tasavvufi bir anlayışı Kur’ân’a hâkim kılmışsınız. Bu durum, Kur’ân’dan asırlar sonra dünyaya gelmiş olarak onu anlamaya çalışan herkesin başına gelebilir; ki, zaman zaman bizlerin de başına geliyor. Bu sebeple; Kur’ân’dan yola çıkarak bugün oluşmuş bu kavramı tahlil ederseniz daha isabetli olacaktır. Bu tavsiyeye binaen beraberce ayetten bugüne doğru bir okuma yapmayı öneriyorum. Ta ki; ayetin indiği dönemde muhataplarına ne dediğini ve ilk muhatapların “vesile” kavramından ne anladığını anlamış olalım. Bunun için elimizde matbu olarak yer alan tefsirleri, müelliflerin ölüm tarihlerini baz alarak okuyacak ve “Vesile aramak nedir?” sorusunu cevaplamaya çalışacağız:
Zeyd b. Ali, “Garibu’l Kur’ân” eserinde şöyle der:[3]
“Ona yakınlaşmayı talep edin. Vesile ihtiyaçtır.”
Mukatil b. Süleyman, “Tefsir Mukatil b. Süleyman” eserinde şöyle der:[4]
“Yani salih amellerle O’na itaat ederek O’na vesile arayın.”
Taberi, kendinden önce yaşamış tüm müfessirlerin görüşlerini bir araya topladığı “Camiu’l Beyan fi Te’vili’l Kur’ân” adlı eserinde şöyle der:[5]
“O’nu razı edecek amellerle O’na yakın olmayı talep edin… Vesile, ‘faile’ kalıbında olup şu kişinin sözünde olduğu gibidir: ‘Falana şununla tevessül ettim.’ Bu, ‘Ona yakınlaştım.’ anlamındadır.”
Daha sonra Taberi, vesilenin yakınlık anlamında olduğunu ve ayetteki kastın salih ameller yaparak Allah’a (cc) yakınlaşmak anlamına geldiğini şu tefsircilerden senediyle nakleder: Ebu Vail, Ata, Suddi, Katade, Mücahid, Hasan-ı Basri, Abdullah b. Kesir ve İbni Zeyd…
Ebu İshak Ez-Zeccac, “Meani’l Kur’ân ve İ’rabuhu” adlı eserinde şöyle der:[6]
“Ona yakınlık talep edin.”
Maturidi Mezhebi’nin kurucusu Ebu Mansur El-Maturidi “Tevilat-u Ehli’s Sunne” adlı eserinde şöyle der:[7]
“Allah korkusuyla günahlardan sakınarak O’na yakınlık ve vesile arayın…”
Taberani, “Tefsiru’l Kebir” adlı eserinde şöyle der:[8]
“Ey iman edenler! Allah’ın azabından korkun, günahlardan sakının ve salih amellerle O’na yakınlaşmayı talep edin.”
Ebu Leys Es-Semerkandî, “Bahru’l Ulum” adlı eserinde şöyle der:[9]
“Allah’a yakınlığı ve fazileti salih amellerle talep edin.”
İbni Ebi Zemeneyn, “Tefsiru’l Kur’âni’l Aziz” adlı eserinde şöyle der:[10]
“Katade der ki: ‘O’nu razı edecek amellerle O’na yakın olmayı talep edin.’ “
Şimdi, burada okumayı kesip bir soluklanalım. Allah Resûlü (sav) Dönemi’nde, Sahabe Dönemi’nde, Tabiin Dönemi’nde, Tebe-i Tabiin Dönemi’nde, dahası Allah Resûlü’nün vefatından sonraki dört asır içinde Maide Suresi’nin 35. ayeti tek bir anlayışla tefsir edilmiştir. Buna göre “vesile”, kişinin salih amellerle ve günahlardan kaçınarak Allah’a (cc) yakınlaşmasıdır. Yani kişiyi Allah’a yakınlaştıran “vesile”, takva ve salih ameldir.
Bu tarihten sonra Şii bir müellif devreye giriyor. Ali b. İbrahim El-Kummî, “Tefsiru’l Kur’ân” adlı eserinde ayeti, “Allah’a imamla yakınlaşın” şeklinde tefsir/tahrif ediyor.
Bu yazarın vefat tarihine dair Şii kaynaklarında kesin bir bilgi yok. Ancak H 307 yılında bazı Şii ilim adamlarıyla mektuplaşmasından yola çıkarak, bu tarihten sonra vefat etmiş olabileceğini söylüyorlar.[11]
Yine Şiiler, bu tefsiri Ali b. İbrahim El-Kummî’nin yazmadığını, bazı öğrencilerinin de onun görüşlerini bir araya topladığını belirtiyorlar. Bu nokta konumuz açısından önem arz etmediğinden meraklıları ilgili kaynaklara yönlendiriyor ve şunu söylüyoruz: Demek ki şahısları Allah’a (cc) vesile edinme düşüncesi, ilk defa Şii bir tefsirci eliyle tefsir kitaplarına girmiştir. Daha doğru bir ifadeyle, sahabeyi tekfir eden ve Kur’ân’ın muharref olduğunu iddia eden Kuleynî’nin hocalarından “aşırı bir Rafızi”[12] tarafından tefsir tarihine girmiştir.
Bundan daha ilginç olanıysa; mezkûr tarihlerde Sufiler eliyle yazılmış tefsirlerde “vesile” kavramı tahrif edilmemiş, ilk dört asra uygun olarak açıklanmıştır.
H 412 yılında vefat eden Sullemî, Sufi tefsirleri derlediği ve İşari Tefsir’in ilk örneklerinden kabul edilen “Hakaiku’t Tefsir” adlı eserinde birçok görüş nakleder. Görüşlerin ilk dönem tefsirleriyle benzerlik arzeder.[13]
“Hüseyin dedi ki: ‘Allah’a vesileler arayın. Öyle vesileler ki benim size verdiğim şeylerle bana yakınlaşın. Size ait olan vesilelerle değil. Vesile, Allah’tan sana sebepsiz ve sorgusuz verilendir.’
Bazıları dedi ki: ‘Muhalefetler konusunda Allah’tan korkun. Taatler konusunda ona vesileler arayın.’ “
Vefat tarihi H 437 olan Mekkî b. Ebi Talib, “El-Hidaye ila Bulugi’n Nihaye” adlı eserinde vesileyi “yakınlık, sevgi ve cennette (Allah Resûlü’ne vadedilen) bir derece” olarak tefsir eder.
Vefat tarihi H 465 olan Kuşeyrî “Letaifu’l İşarat” eserinde şöyle tefsir eder: Örnek olması açısından naklediyorum.
“Vesileler aramak, güç ve kuvvetten teberrî etmek, fazilet ve iyiliğin şahitliğinin gerçekleşmesi demektir.
Denir ki: ‘Vesileler aramak, Allah’ın önceden sana ihsan ettiği şeylerle ona yakınlaşmandır.’
Yine denir ki: ‘Vesile, önceden sana yapılmış olan yardımdır.’
Ve yine denir ki: ‘Vesile, Allah’ın sana güzel olanı seçmesidir.’
‘Vesile, şüphelerden uzaklaşmaktır.’
‘Ömrün sonuna kadar (Allah) dostluğunda sadakati devam ettirmektir.’
‘Amelleri riyadan soyutlamak, beğenilmekten her durumda soyutlanmak ve nefsi hazlardan arındırmaktır.’ “[14]
Bu tarihlerden sonra âlimlerin yazdığı reddiyeler gösterir ki; vesile kavramı, salihlerle Allah’a (cc) tevessül anlamında anlaşılmaya ve yaygınlık kazanmaya başlamış. Zira vefat tarihi H 728 olan İbni Teymiyye, tevessül konusunu ele aldığı müstakil bir risale kaleme alır ve tasavvufun, başta Peygamber (sav) olmak üzere şahısları vesile kabul ettiği anlayışı reddeder. Yine H 774 yılında vefat eden İbni Kesir, ayetin tefsirini yaptıktan sonra “Bu imamların söylediği, tefsirciler arasında ihtilafsız kabul edilen görüştür.” diyerek; tefsir ehli olmayanların ayeti tahrif ettiğini ima eden bir açıklama yapar.
Zaten tasavvufi çevrelerin bu anlayışı tefsir kitaplarında açıkça savunması H 1100’lü yıllara denk gelir. İsmail Hakkı Bursevî[15] “Ruhu’l Beyan” tefsirinde ve İbni Acibe[16] “Bahru’l Medid” tefsirinde bu görüşü açıktan savunur.
Bu açıklamalardan anlıyoruz ki; Allah Resûlü’nün (sav) vefatından sonra ilk 4 asır boyunca vesile, kişiyi Allah’a (cc) yakınlaştıran salih ameller ve Allah korkusuyla uzak durulan masiyetler (takva) olarak anlaşılmıştır. Ayette geçen vesile kelimesini, ilk defa “Allah’a ulaştıran aracı şahıslar” şeklinde anlayanlar, Şiilerdir. Onlar masum olduğuna inandıkları imamların kullar ile Allah arasında aracı olduğunu ve kulları Allah’a yakınlaştırdığına itikad eder. Bu anlayış Şii çevrelerden Sufi çevrelere geçmiş, ilk zamanlar gizlice, sonraki dönemlerde ise açıkça dillendirilen bir inanç esasına dönüşmüştür. İroniktir; bugün kendilerini Ehl-i Sünnet’in kalesi olarak gören ve her fırsatta Şia/İran tehlikesine dikkat çeken Sufiler, neredeyse inanç ve amelî pratiklerinin büyük çoğunluğunu Şii anlayıştan almışlardır.[17]
Bugün birçok Sufi, “vesile” kavramını bu Şii anlayış üzerine öğrendiği için, Maide Suresi’nin 35. ayetini duyar duymaz Kur’ân’ın, şeyhleri vesile/aracı edinmeyi emrettiğini zannediyor.
Evet, kişi Kur’ân’ın indiği dönemden yola çıkarak yaşadığı çağa gelmez ve Kur’ân’ı bir hakem olarak örf, anlayış ve kavramlara hâkim kılmazsa; yaşadığı günün kavram ve örfüyle Kur’ân’ı anlamaya başlar. Böylece Kur’ân’ı hayatı düzenleyen bir kitap değil; insan eliyle düzenlenmiş bir hayatın onaycısı kılar. Türkiye’deki sağcı partilerin şirk ve masiyetlerle mustazaflaştırılmış halka, “Allah sağcıları övüyor, solcuları yeriyor.” deyip Vâkıa Suresi’nde amel defterini sağdan ve soldan alanlarla ilgili ayetleri okuması gibi[18]…
Şunu unutmamalısınız ki; Kur’ân, Allah tarafından muhkem kılınmış ve yine O’nun (cc) tarafından tafsilatlı olarak açıklanmış bir kitaptır:
“Elif, Lâm, Râ. (Bu,) ayetleri sağlamlaştırılıp (muhkem kılınmış) sonra da (hüküm ve hikmet sahibi) Hakîm ve (her şeyden haberdar) Habîr (olan Allah) tarafından detaylı olarak açıklanmış bir Kitap’tır.”[19]
Ve yine unutmamalısınız ki; hiçbir kapalılığa yer kalmasın diye bu apaçık kitap, Allah Resûlü’nün (sav) söz ve yaşantısıyla, canlı bir örneklikle açıklığa kavuşturulmuş, apaçık hâle getirilmiştir:
“(Peygamberleri) apaçık deliller ve Kitaplarla (yolladık). Sana da bu zikri/Kur’ân’ı indirdik ki, insanlara indirileni onlara açıklayasın. Umulur ki düşünürler.”[20]
“Andolsun ki sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü uman ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah Resûlü’nde güzel bir örneklik vardır.”[21]
Kitap ve sünnet/siret vesile konusunda insanları iki kısma ayırmıştır:
a. İmanlarını, salih amellerini ve Nebi’nin (sav) ve müminlerin duasını, kendilerini Allah’a (cc) yakınlaştıran bir vesile edinenler…
Kişinin imanını vesile edinmesi, “Allah’ım! Ben sana iman ettim.” diyerek O’ndan (cc) ihtiyacını istemesidir:
“(Cenneti hak eden takva sahipleri) derler ki: ‘Rabbimiz! Şüphesiz ki bizler, iman ettik. Günahlarımızı bağışla ve bizi ateşin azabından koru.’ “[22]
“Rabbimiz! Şüphesiz ki biz: ‘Rabbinize iman edin!’ diye imana davet eden bir davetçiyi işittik ve iman ettik. Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve Ebrar olanlarla (çokça iyilik yapanlarla) beraber canımızı al.”[23]
Kişinin salih amelini vesile edinmesi, “Allah’ım! Ben şu ameli senin rızan için yaptım.” diyerek Allah’tan (cc) ihtiyacını istemesidir.
“Üç adam, yolda giderken şiddetli yağan yağmur nedeniyle bir mağaraya sığındı. Sonra bir kaya yuvarlanarak geldi ve mağaranın ağzını (çıkış kapısını) kapattı. Kendi aralarında dediler ki:
‘Daha önceden yaptığımız salih amellere bakalım. Onlar ile Allah’a dua edelim. Umulur ki Allah, bizim bu sıkıntımızı giderir.’
Biri elini kaldırdı, dedi ki:
‘Ya Rabbi! Sen biliyorsun ki benim yaşlı bir annem ve babam var. Ben her gün hayvanları otlattıktan sonra süt sağarım. Eve süt getiririm. Önce anne babama, ondan sonra hanımıma ve çocuklarıma süt veririm. Bir gün eve geldim, baktım ki annem ile babam uyumuş. Çocuklar da aç. Çocuklarım ayağıma dolanıp süt istedi benden. Onlara süt vermedim ve ‘Önce anne ve babama vereceğim, ondan sonra size vereceğim.’ dedim. Elimde iki bardakla sabaha kadar annemin ve babamın başında bekledim. Onlar uyandıktan sonra sütlerini onlara içirdim, sonra çocuklarıma verdim. Eğer ben bunu sadece senin rızan için yaptıysam şu kayayı aç, bizim sıkıntımızı gider.’
Kaya biraz açıldı. Gökyüzünü görmeye başladılar; ancak (mağaranın ağzının) tamamı açılmadı. İkinci adam ellerini kaldırdı, dedi ki:
‘Ya Rabbi! Benim bir amcamın kızı vardı. Bir erkeğin bir kadını sevebileceği en derin aşk ne ise ben onu öyle bir sevgi ile sevdim. Sonra onunla beraber olmayı talep ettim, kabul etmedi. Günün birinde paraya ihtiyaç duyduğu için bana geldi. Benden yüz dinar borç istedi. Ben de ona, ‘Yüz dinarı, ancak benimle beraber olursan veririm.’ dedim. O da kabul etti. Ben tam onunla beraber olacakken bana dedi ki: ‘Allah’tan kork ve hakkın olmayanı, hakkın olmayan bir hâlde kendine mâl etme!’ Ben hemen ondan uzaklaştım ve o parayı da karşılıksız bir şekilde ona verdim. Eğer ben bu ameli sadece senin rızan için yaptıysam bizim bu sıkıntımızı gider, bu kayayı aç.’
Kaya biraz daha açıldı. Onlar gökyüzünü gördüler; ancak yine de tamamı açılmadı. Üçüncü adam ellerini kaldırdı, dedi ki:
‘Ya Rabbi! Ben ücretli bir işçi tuttum. Akşam olduğunda ücret olarak onun pirincini ona verdim. O da pek rağbet etmedi, yüz çevirdi ve gitti. Ben onun pirincini ektim. Bu pirinç sayesinde elde ettiğim mahsulle hayvanlar aldım. O hayvanları da besledim. Günün birinde işçi geri gelip:
__ Bana zulmetme! Vermediğin hakkımı bana geri ver, dedi. Ben de ona:
__ Bak, orada duran hayvanlar senin hakkındır. Git onları al, dedim. O ise:
__ Ey Allah’ın kulu! Benimle dalga mı geçiyorsun? Benim sende olan hakkım olsa olsa bir avuç pirinçti. Nasıl bu hayvanlar benim oldu, diye şaşırarak sordu.
Ona durumu anlattım. ‘Bunlar senin hakkındır, gidip alabilirsin.’ dedim. Eğer ben bunu senin rızan için yaptıysam bu sıkıntımızı gider ve bu kayayı kaldır.’ dedi.
Kaya açıldı. Allah onların sıkıntılarını giderdi ve oradan çıkıp gittiler.”[24]
Kişinin, Nebi’nin (sav) veya kardeşlerinden birinin duasını vesile edinmesi, ondan kendisi için dua etmesini, bağışlanma dilemesini istemektir:
“Resûl yollamamızın tek gayesi, Allah’ın izniyle ona itaat edilsin diyedir. Şayet onlar (günah işleyip) kendilerine zulmettiklerinde sana gelseler ve Allah’tan bağışlanma dileselerdi, Resûl de onlar için (Allah’tan) bağışlanmalarını dileseydi, şüphesiz ki Allah’ı (tevbeye muvaffak kılan ve tevbeleri çokça kabul eden) Tevvâb, (kullarına karşı merhametli) Rahîm olarak bulacaklardı.”[25]
Günah işleyen bir müminin Allah Resûlü’nden (sav) kendisi için istiğfar talebinde bulunması, Nebi’nin duasıyla tevessül örneğidir.[26]
Allah Resûlü Dönemi’nde birbirlerinden dua ister, kardeşlerinin salih dualarını vesile edinmiş olurlardı.
“Bir Müslim’in, yanında bulunmayan din kardeşine yapacağı dua kabul olunur. Kardeşine dua ettikçe yanında bulunan görevli bir melek de ona, ‘Âmin. Allah sana da mislini versin.’ diye dua eder.”[27]
“Ömer (ra) Umre’ye gitmek için izin istemişti. Bunun üzerine Allah Resûlü, ‘Kardeşim! Dualarına bizi de ortak et. Bizi unutma.’ dedi.”[28] [29]
b. Allah’ın (cc) meşru kılmadığı şeyleri vesile edinerek Allah’a yakınlaşmaya çalışanlar…
Müminler iman, salih amel ve duayı vesile edinerek Allah’a (cc) yakınlaşırken; müşrikler hevalarına uyarak vesileler edinir ve bunlarla Allah’a tevessül ederler:
“Dikkat edin! Halis olan din Allah’ındır. O’nun dışında veliler edinenler (derler ki): ‘Bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye bunlara ibadet ediyoruz.’ Allah, ihtilaf ettikleri konularda aralarında hükmedecektir. Şüphesiz ki Allah, yalancı ve kâfir olan kimseyi hidayet etmez.”[30]
Bildiğimiz üzere onlar putları vesile edinir ve onların aracılığıyla, onların şefaatini umarak Allah’a yakınlaşmak isterlerdi. Aracı/vesile edindikleri putları, yüce Allah’ın “evliya/veliler” diye isimlendirmesi de dikkate şayandır. Şu da bir gerçek ki; onların vesile/aracı edindiği putlar, salihlerin ruhaniyetini temsil eden heykeller veya onları ölümsüzleştirmek için (!) inşa edilmiş kabirler/türbelerdir. O günün en prestijli putlarından olan Lat hakkında kaynaklarımız şu bilgileri vermektedir:
“Lat, Menat ve Uzza, müşriklerin Allah’a (cc) yakın olarak gördükleri ve Allah katında kendilerine şefaatçi olacağına inanarak tapındıkları putlardandır.
Lat, hacılar için özel bir yemek hazırlayan ve hacılara karşılıksız hizmet veren salih bir kimseydi. O ölünce kabrinin başında bekleşip zamanla tapınmaya başladılar. Türbesi, nakışlı beyaz bir kaya parçasıydı. Üzerine bir ev inşa edilmiş, etrafında Taifliler tarafından kutsanan bir bölge oluşturulmuş ve onu koruyan bekçiler atanmıştı.”[31]
Yine Kur’ân’a konu olan Ved, Yeğus, Suva, Yauk ve Nesr putları için de benzer şeyler söylenmiştir:
“Ve dediler ki: ‘Sakın ha ilahlarınızı bırakmayın. Ved, Suva, Yeğus, Yauk ve Nesr’i de bırakmayın.’ “[32]
İbni Abbas (ra) şöyle demiştir: “Nuh’un kavminin putları daha sonra Arapların putları olmuştur… Bunlar Nuh’un kavminden salih kişilerin adlarıydı. Onlar vefat edince şeytan, onların kavimlerine, oturdukları meclislerde putlar dikmelerini ve bu putlara bu isimleri vermelerini fısıldamıştı. Böyle yaptılar. Onlar, vefat edinceye kadar bunlara ibadet etmediler. Onlar helak olup ilim ortadan kalkınca, insanlar bunlara ibadet etmeye başladılar.”[33]
İbni Cerir (rh) der ki: “Muhammed b. Kays (rh) şöyle demiştir: ‘Bu kişiler, Âdem (as) ve Nuh (as) arasında yaşayan salih bir kavimdi. Bu kişilerin kendilerini takip eden tabileri vardı. Onlar vefat edince kendilerini takip eden arkadaşları dedi ki: ‘Biz onların resimlerini çizersek bu, hatırladığımız zaman bizi ibadet etmeye teşvik edici bir şey olur.’ Sonra onların resimlerini çizdiler. O nesil vefat edip başka bir nesil gelince şeytan, onların arasına sızıp dedi ki: ‘Sizden önceki atalarınız bunlara ibadet eder ve onlar sayesinde yağmura kavuşurlardı.’ İnsanlar, bundan sonra onlara ibadet etmeye başladılar.’ “[34]
İbni Abbas (ra) ve Muhammed b. Kays’ın (rh) söylediklerinden açıkça anlaşılmaktadır ki; putperestliğin temelinde salihlere yüklenen gayrimeşru misyon vardır. Allah (cc) onları vesile kılmamışken vesile edinmek, onların kabirlerini türbeleştirmek, hatırlatıcı olsun diye (veya günümüzde olduğu gibi rabıta yapmak için) resimlerini tazim etmek, şirk kapısını aralayan ve adım adım putperestliğe götüren bir yoldur.
Hiç şüphesiz; kendisine yakınlaşmamızı ve O’na vesile edinmemizi emreden Allah (cc), nasıl ve ne ile O’na yakınlaşıp neyi vesile edineceğimizi de açıklamıştır. Bize düşen O’na inanmak ve gösterdiğine teslim olmaktır. Dine sonradan eklenenlerin dinden olmadığı gibi Allah’a yakınlaşma vesilelerinde sonradan eklenenler de dinden değildir. Bilakis insanı Allah’tan uzaklaştıran ve umduğu her neyse ondan mahrum bırakan bir kulluk afetidir.
Soru: Hocam! Misafirlik adabı hakkında nasihatte bulunur musunuz?
Misafirlik, sosyal hayatın bir parçasıdır ve dinimiz her şeye bir edep belirlediği gibi misafirlik için de gözetilmesi gereken adaplar belirlemiştir. Vahiyden derlenmiş bu hikmetleri üç kısma ayırarak sizlerle paylaşacağım:
Ev Sahibi ve Misafirin Ortak Olduğu Adaplar
Ev Sahibinin Gözetmesi Gereken Adaplar
Misafirin Gözetmesi Gereken Adaplar
Çaba bizden, başarı Allah’tandır (cc).
Ev Sahibi ve Misafirin Ortak Olduğu Adaplar
Niyeti Islah Etmek
Ev sahibi ve misafir, niyetlerini ıslah etmeli; biri Allah’a (cc) ve ahiret gününe olan imanı dolayısıyla misafir ağırlamalı, öteki Allah için kardeşini ziyaret etmelidir. Ta ki misafirlik her iki taraf için de bir ibadete dönüşsün:
“Kim, Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsa komşusuna eziyet vermesin. Kim, Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsa misafirine ikram etsin. Kim, Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsa iyi şeyler söylesin ya da sussun.”[35]
“Vaktiyle adamın biri, bir başka köydeki din kardeşini ziyaret etmek için yola çıktı. Allah, onu gözetlemek ve kendisiyle konuşmak için bir meleği görevlendirdi. Melek, adamın geçeceği yol üzerinde onu beklemeye başladı. Yanına gelince:
— Nereye gidiyorsun kardeş, diye sordu.
— Şu ilerideki köyde bir din kardeşim var, onu ziyarete gidiyorum.
— O senin akraban mı?
— Hayır.
— Ondan elde etmek istediğin bir menfaatin mi var?
— Hayır. Ben onu sırf Allah rızası için seviyorum, ziyaretine de bu sebeple gidiyorum. O zaman melek şunları söyledi:
— Sen onu nasıl seviyorsan Allah da seni öyle seviyor. Ben, bu müjdeyi vermek için Allah’ın sana gönderdiği elçisiyim.”[36]
Tevhid inancının insana kazandırdığı en önemli şuur; hayatın ve ölümün bir bütün olarak kulluk olduğu ve söz, düşünce ve amellerin tamamının âlemlerin Rabbi olan Allah’a (cc) ait olduğu anlayışıdır. Bu sebeple biz müminler şahsi, ailevi, sosyal, siyasal, kamusal… diye hayatımızı parçalara bölmez; bir kısmında Allah’a diğer bir kısmında yasalara, tüzüklere, örfe, modaya… kulluk etmeyiz. En dünyevi işimizde dahi duayla ve niyetle onu kulluğumuzun bir parçası hâline getirir; Rabbimize yakınlaşmaya gayret ederiz.
Hayatın içinde çokça tekrar eden şeyler, ibadet olsa dahi, zamanla âdetleşme/sıradanlaşma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Kaldı ki, sosyal faaliyetlerin birçoğunda ibadet yönü gizli olduğu için çoğu insanın bu şuura ulaşması özel çabayla mümkündür. Hâliyle ev sahibi ve misafirin bu sosyal eylemi ibadetleştirmek için niyetlerini ıslah etmeleri gerekmektedir.
Misafirliği Taat Meclisine Çevirmek
Misafirlik iki tarafın sorumlu olduğu bir meclistir. Şayet o meclis elbirliğiyle taat meclisine dönüştürülmezse; şeytan ve nefis, meclisi masiyetlerle bulandıracak, iki tarafın hüsranına vesile kılacaktır.
Misafirliğin taate dönüşmesi için bazı kardeşlerimizin hayırda öncülük etmesi, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmadan, ortamda bulunanlara Allah’ı (cc) hatırlatması gerekmektedir. Zira her mecliste, cinni şeytanları dost edinmiş insi şeytanlar vardır ve insanları masiyete davet etmektedir. Rahman’ın kulları onlara fırsat vermemeli; insi ve cinni şeytanların şerrinden Allah’a sığınıp hayrı insanlara ulaştırmalıdır.
“Şüphesiz bazı insanlar hayırlı işler için anahtar ve şer işlere karşı kilit gibidir. Diğer bir kısım insanlar ise (bilakis) şer işler için anahtar ve hayırlı işlere karşı kilit gibidir. Ne mutlu o kimseye ki; Allah hayırlı işlerin anahtarlarını onun ellerine vermiştir. Ve yazıklar olsun o kişilere ki; Allah şer işlerin anahtarlarını onun ellerine vermiştir.”[37]
Bunun için hayrın öncüleri hazırlıklı olmalıdır. Sürekli zihinlerinde/çantalarında insanlara Allah’ı (cc) hatırlatabilecekleri, gündem oluşturacakları, ortamı hayırla imar edecekleri ilmî hazırlıkları olmalıdır. Tabiat boşluk kabul etmeyeceği için hayırdan yoksun her meclis, şer meclisine dönüşmeye mahkûmdur.
Bu noktada misafirlik meclisini paylaşan kardeşlerimiz, daha meclisin başında ortak bir karar almalı, mecliste bulunmayanlar hakkında konuşmamaya azmetmelidir. Zira meclislerin en tehlikeli afeti gıybet ve nemimedir. Her ikisi de ortamda bulunmayanların ortama dâhil edilmesiyle işlenen masiyetlerdir.
Gıybet ve nemime, müminin kulluğunu lekelediği gibi, aynı zamanda İslam toplumunu içten içe kemiren bir kurtçuk gibidir. Ortamlarımızı bu hastalıktan arındırmak her birimizin sorumluluğudur. Meclislerin kıyamet günü pişmanlık vesilesi olmaması için bu, bir zorunluluktur.
“Herhangi bir grup, toplantı yerinden kalkar da orada Allah’ı zikretmezlerse bir eşek leşinin başından kalkmış gibi olurlar. Aynı zamanda bu toplantı onlar için üzüntü ve pişmanlık kaynağı olur.”[38]
Meclis Kefareti Duasıyla Misafirliği Sonlandırmak
Allah Resûlü (sav) bir mecliste oturduğunda Allah’ı çokça anar, onlarca defa tevbe ve istiğfarda bulunurdu. Buna rağmen meclisten kalkacağı zaman orada bulunanlara dua eder ve mecliste işlenen günahlara kefaret olsun diye meclis kefareti duasını yapardı:
“Resûlullah bir toplantıdan kalkmadan evvel ashabına mutlaka şu duayı yapardı: ‘Allah’ım, sana karşı işlenecek günahlarla aramıza perde olacak korku, bizi cennete ulaştıracak itaat, dünya musibetlerine karşı tahammülümüzü kolaylaştıracak güçlü bir iman nasip et. Allah’ım bizi yaşattıkça kulaklarımız, gözlerimiz ve gücümüzden bizi faydalandır. Aynı şeyleri soyumuza da nasip et. Bize zulmedenlerden intikamımızı al. Düşmanlarımıza karşı bize yardım et. Bizi dinimizden yaralama. Dünyayı en büyük gayemiz eyleme. Dünyalık bilgilerle de sonumuzu getirme. Bize acımayanları üzerimize güçlü ve kuvvetli kılma.” [39]
Ev Sahibinin Gözetmesi Gereken Adaplar
Misafiri Güzel Bir Şekilde Karşılamak
Evine misafir gelen kişi, bunun Allah’ın (cc) bir nimeti olduğunu bilmeli, alacağı ecirleri düşünerek Rabbine şükretmelidir. Alacağı ecre vesile olduğu için kardeşine de müteşekkir olmalı; teşekkürünü başta güler yüz olmak üzere en güzel surette kardeşini karşılayarak göstermelidir. Evinin temizliğine ve kıyafetinin misafir karşılamaya uygun olmasına dikkat etmelidir. Zira bu, kardeşine verdiği değerin göstergesidir.
Allah Resûlü (sav) yüce Allah’ın güzel olduğunu ve güzel olanı sevdiğini, verdiği nimeti kulunun üstünde görmekten hoşlandığını haber vermiştir:
“Ebu’l Ahvas babasından rivayetle şöyle demiştir: ‘Ben çok basit bir elbise ile Resûlullah’ın huzuruna gelmiştim. Resûlullah:
__ Senin malın var mıdır, buyurdu.
__ Evet, dedim.
__ Hangi cins malların var, buyurdu. Ben de:
__ Allah bana at, deve, koyun ve köle verdi, cevabını verdim. Bunun üzerine Allah Resûlü:
__ Allah sana bir mal ve imkân verdiği zaman bu imkân ve nimetler üzerinde görülsün, buyurdu.”[40]
Allah Resûlü (sav) şöyle buyurur:
” ‘Kalbinde hardal tanesi kadar iman olan kişi cehenneme giremeyecek. Yine kalbinde hardal tanesi kadar kibir olan hiç kimse cennete giremeyecek.’
Bir adam ona sordu:
__ Ey Allah’ın Resûlü, elbisemi temiz tutmayı, saçlarımı yağlamayı, sandaletlerimin bağcıklarının iyi durumda olmasını seviyorum – ve kırbacının kayışı ile biten diğer şeyleri de belirtti-. Ey Allah’ın Resûlü, bu durum kibir alameti midir?
Peygamber (sav):
__ Hayır, bu güzelliği gösterir. Gerçekte Allah güzeldir. Güzeli sever. Aksine kibir, hakkı küçük ve değersiz görmek ve diğer insanları küçümsemektir.”[41]
Kardeşine İkramda Bulunmak
Ev sahibi, Allah’a (cc) ve ahiret gününe imanını açığa çıkarmak ve salih amelle güçlendirmek için kardeşine ikramda bulunmalıdır. Bu, misafirin ev sahibi üzerindeki şer’i hakkıdır. Ev sahibi, ne kadar ikramda bulunursa, El-Kerîm olan Allah katında fazlasıyla karşılığını alacağını bilmelidir. İkram konusunda tüm muvahhidlere örnek gösterilen İbrahim’i (as) örnek almalıdır:
“Andolsun ki elçilerimiz/meleklerimiz İbrahim’e müjdeyle gelip, ‘Selam olsun.’ demişlerdi. O da: ‘Selam.’ dedi. Hiç beklemeden pişmiş bir buzağıyı (ikram etmek için) getirdi. Ellerinin (ikram edilen yemeğe) uzanmadığını görünce garipsedi ve içine bir korku düştü. Demişlerdi ki: ‘Korkma! (Çünkü) biz Lut’un kavmine (görevli olarak) gönderildik.’ “[42]
Görüldüğü gibi misafirlerine aç olup olmadıklarını sormadan evindeki en güzel şeyi onlara takdim etmiştir. Ne yazık ki aç olup olmadığınız, içecek bir şey alıp almayacağınız, bir talebinizin olup olmadığı günümüzde soruluyor. Şayet biraz utangaçsanız veya dinî ve kültürel sebeplerle bir şey isteyemiyorsanız aç kalıyorsunuz.
İkramda Tekellüf ve Yapmacıklıktan Kaçınmak
Allah (cc) hiç kimseyi gücünden fazlasıyla mükellef kılmamıştır. İnsan, misafirine ikramda bulunurken maddi durumuna uygun davranmalıdır. Önemli olanın sıcaklık, samimiyet ve güzel ağırlama olduğunu unutmamalıdır. Ayrıca Allah Resûlü’nün (sav) misafir için yapmacık davranışlar içine girmeyi ve gücünden fazlasını yüklenmeyi yasakladığını unutmamalıdır. Selman-ı Farisi (ra) şöyle nakleder:
“Allah Resûlü misafir için tekellüfü/gücünden fazlasını yüklenmeyi yasakladı.”[43]
Burada bir noktanın altını çizmeliyiz: Bazı insanlar misafir ağırlamayı bir yarış ve gösterişe çeviriyor. Başkalarından daha iyi olmak için çeşit arttırıyor, gereksiz bir masrafa giriyor ve zahmetli bir süreç yaşıyorlar. Kalpleri ısındırsın diye meşru kılınan misafirlik, amacının dışına çıkıyor; ev sahibi için yorgunluk, misafir için mahcubiyete dönüşüyor.
Diğer yandan bu, misafir ağırlama ahlakını zayıflatıyor. Zira insanlar, gösterişli sofralar gördüğünde aynısını yapamama endişesiyle misafir ağırlamak istemiyor. Kimi maddi gerekçelerle kimi de aynısını becerememe kaygısıyla çözümü misafir davet etmemekte buluyor. Bazı insanlar gösteriş ve yapmacıklık karşısında ürküyor; evine misafir almadığı gibi davetlere de icabet etmiyor. Zira davetlere icabet ettiği takdirde evinde misafir ağırlamak zorunda kalacağını düşünüyor.
Biz Allah Resûlü’nün (sav) emrine uyalım. Gösteriş ve yapmacıklıkla göze değil; samimi ve ölçülü bir ağırlamayla gönüllere hitap edelim. Misafir ağırlamakta ölçüyü kaçıran kardeşlerimize hakkı tavsiye edelim.
Misafirin Gözetmesi Gereken Adaplar
İzin Almak veya Davet Edilince İcabet Etmek
İzinsiz, çat kapı insanların evine gitmek doğru değildir. Zira evlerin mahremiyeti, insanların farklı meşguliyetleri vardır. Davetsiz misafir -zaruri bir durum olmadıkça- çoğu zaman ev sahibi için eziyettir. Kapıdan insan çevirmek hoş karşılanmadığı için çoğu insan isteksizce misafir kabul etmek zorunda kalmaktadır. Bu durum daha ziyade işyeri ziyaretlerinde yaşanmaktadır. Habersiz gelen ziyaretçi, işyerinin işleyişini aksatmakta, patrona ve çalışanlara eza vermektedir. Bu sebeple Müslim, kardeşlerini rahatsız etmemeye özen göstermeli, haberli ve zamanlı ziyaretleri tercih etmelidir.
Ev Sahibine Yük Olacak/Eziyet Verici Davranışlardan Kaçınmak
“Müslim, Müslim’in kardeşidir. Ona zulmetmez. Onu (zalimlere) teslim etmez. Kim kardeşinin bir ihtiyacını giderirse Allah da onun ihtiyacını giderir. Kim bir Müslim’i üzüntü ve sıkıntıdan kurtarırsa Allah da onu kıyamet gününün üzüntü ve sıkıntılarının birinden kurtarır. Kim bir Müslim’in (hatasını) örterse Allah da kıyamet günü onun (hatasını) örter.”[44]
Misafirin bazı davranışları, misafirliği ev sahibi için zulme dönüştürebilir. Bu, İslam kardeşliğine aykırıdır. Müslim, kardeşine zulmetmez, ona eziyet etmez. Elinden geldiği kadarıyla kardeşinin işini kolaylaştırır, ona zarar verici şerli davranışlardan kaçınır. Ev sahibine eza vermek şartlara ve duruma göre değişebilir. Biz bazı örnekler zikretmekle yetineceğiz:
Ev Sahibini Zora Sokacak Şekilde ve Uzun Süreli Misafirlikte Bulunmak
“Allah Resûlü şöyle buyurdu: ‘Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir kimse bir gün ve bir gece olmak üzere caizesini vererek ikramda bulunsun. Ziyafet de üç gündür. Bundan sonrası sadakadır. Misafir olanın, ev sahibini sıkıntıya düşürünceye kadar kalması da ona helal olmaz.”[45]
Hadisin metinde yer alan “harec” ifadesi; insanı sıkıntıya sokmak, zorlamak, daraltmak gibi anlamlara gelmektedir. Bir rivayette[46] Allah Resûlü’ne ev sahibini sıkıntıya sokmak hakkında sorulmuş, o da (sav) şöyle cevap vermiştir:
“Kendisini ağırlayacak imkânı olmadığı hâlde yanında kalmasıdır.”
Bu da misafirin, ev sahibini maddi ve manevi olarak gözetmesi gerektiğinin delilidir. Maddi veya manevi yönden ev sahibini zora sokacak durumda misafirlik sonlandırılmalıdır. “Uzayan mecliste şeytanın payı vardır.” diyen selef imamlarına kulak verilerek, misafirlik kısa tutulmalıdır. Her şeyde olduğu gibi misafirlik süresinde de ölçülü olmak gerekmektedir.
Sorularla Ev Sahibini Bunaltmak
“Sizden biriniz Müslim kardeşinin yanına girdiğinde kendisine yemek sunulduğu zaman ondan yesin. Hakkında bir şey sormasın. İkram ettiği suyu içsin. Hakkında bir şey sormasın.”[47]
Ev eşyasına, ikram edilen yiyecek ve içeceğe, ev sahibinin özel hayatına… dair sorular sormak doğru değildir. Zira soru, insanı bunaltır. Akıllı kimse sohbetin akışına dikkat eder. İnsanlar, konuştuklarıyla muhataplarına bir sınır çizerler; o sınırı anlamaya çalışır. Sorduğu bir soruyla muhatabı rahatsız ettiğini fark ederse -ki sağlıklı bir iletişim için muhatabın farkında olmak şarttır- özür dileyip konuyu kapatır. Birinin ona evini açmış olması tüm hayatını açacağı anlamına gelmez; bunu bilerek hareket eder.
Ne yazık ki bu coğrafyanın insanları çabuk kaynaşırlar. Sağlıklı iki insanın aylar içinde oluşturacağı yakınlığı tek mecliste oluştururlar. Ne ki; sağlıklı insanların yıllar içinde tüketemeyeceği dostluğu da haftalar içinde tüketir ve birbirlerine düşman olurlar.
Ev Sahibinden İzin Almadan Yanına Misafir Almak
Kişinin misafirliğe gideceği yere izinli/davetli olması gerektiği gibi, yanında götüreceği insanlarla ilgili de izin almış olması gerekir. Aksi hâlde ev sahibinin mahremiyetine saygısızlık etmiş olacak, bu davranışla kardeşine eza verecektir.
“Ensar’dan Ebu Şuayb denilen bir kimse vardı. Kendisinin kasap bir kölesi vardı. Bu kişi Resûlullah’ı gördü ve yüzünden aç olduğunu anladı. Kölesine ‘Vah! Bize beş kişilik yemek hazırla. Beşinci olarak Allah Resûlü’nü davet etmek istiyorum.’ dedi. O da yemeği yaptı ve Allah Resûlü’ne gidip onu davet etti. Bu arada bir kimse de onların peşine takıldı. Kapıya geldiklerinde Allah Resûlü:
__ Bu kimse bizim peşimizden geldi. İstersen kendisine izin verebilirsin. İstersen geri döner, buyurdu. O da:
__ Hayır. İzin veriyorum, Ey Allah’ın Resûlü, dedi.”[48]
Ev sahibinin, davetsiz misafirleri kabul etmeme hakkı vardır. Bu, şer’i bir haktır; kullanan kişi ayıplanamaz.
İkram Edilenler Hakkında Ayıplayıcı Konuşmak
Normal şartlarda yiyeceği ve içeceği ayıplamak, ahlaki bir hastalıktır. Zira Müslim, yemek istediğini yer, yemek istemediğini yemez; ancak yiyeceği ayıplamaz. Zira yiyeceği ayıplamak, nimete karşı nankörlük ve onu hazırlayana eziyettir. Her durumda olduğu gibi bu hususta da Allah Resûlü’nü örnek almamız gerekir:
“Resûlullah yemekte asla kusur aramazdı. İstediği varsa yer, yoksa bırakırdı.”[49]
Bazı insanların iç dünyası o kadar kusurlu ve karanlıktır ki; her şeyi ayıplayıp, kusur bularak vicdanlarının sesini bastırmaya, başkalarının kusurlarıyla kendi kusurlarını örtmeye çalışırlar. Böyle insanlar, ağırlandıkları ev halkı için tam bir eziyettir. Bunları birer örnek kabul edip kişi, içinde bulunduğu kültüre, örfe ve misafir olduğu ev sahibinin karakterine bakmalı, eza verici şeylerden kaçınmalıdır.
Ev Sahibine Dua Etmek
Ağırlayan ev sahibine dua etmek, misafirin gözetmesi gereken sünnetlerdendir:
Abdullah bin Yusr El-Mazinî (ra) dedi ki:
“Babam beni Allah Resûlü’nü (sav) yemeğe çağırmam için gönderdi. Allah Resûlü benimle beraber evimize geldi. Eve yakınlaştığımız esnada hızlandım ve anne babama haber verdim. Evden çıkıp Allah Resûlü’nü memnuniyetle karşıladılar. Deriden yapılmış olan sergimizi serdiler. Allah Resûlü onun üzerine oturdu. Sonra babam, anneme ‘Yemeğini getir.’ dedi. Annem bir kâse içerisinde undan bir yemek getirdi.
Onu tuz ve suyla yağlı lapa hâline getirmişti.
Yemeği Allah Resûlü’nün önüne koydu. Allah Resûlü dedi ki: ‘Allah’ın adıyla etrafından yiyin. Ortasını bırakın. Çünkü bereket oradadır.’
Allah Resûlü yemekten yedi. Biz de yedik ve yemek arttı. Sonra Allah Resûlü şöyle dua etti:
‘Allah’ım, onlara mağfiret et ve bağışla. Onların üzerine bereket kıl. Rızıklarını genişlet.’ “[50]
Meal çalışmanızda “Allah’ın yüzü” sıfatını tevil etmiş, Ehl-i Sünnet Mezhebi’nin dışına çıkmışsınız. Allah için bu hatadan dönün, Mealleri toplatın. Sıfatları tevil etmek Bidat Ehli’nin mezhebidir.
Yüce Allah’ın isim ve sıfatları tevkifîdir. Yani; naslarda Allah (cc) için sabit olan sıfatları kabul eder, Rabbimiz için ispat ederiz. Bununla birlikte O’nun sıfatlarının, tüm kemal sıfatlara sahip ve tüm eksikliklerden münezzeh olduğunu söyler, zatını (cc) ve sıfatlarını hiçbir şeye benzetmeyiz.
Buna binaen; yüce Allah vech/yüz kelimesini zatı için ispat ettiği için biz de ispat eder; “O’nun (cc) kendi şanına yakışır yüzü vardır.” deriz. Örnek olarak şu ayetin mealine bakabiliriz:
“Doğu da batı da Allah’ındır. Ne tarafa yönelirseniz Allah’ın yüzü oradadır. Şüphesiz Allah (ihsanı ve lütfu bütün varlığı kuşatacak kadar geniş olan) Vâsi’ ve (her şeyi bilen) Alîm’dir.”[51]
Bununla beraber; bir sıfatı Allah’a (cc) ispat ettikten sonra O’nun farklı tecellilerini zikretmek tevil değildir. Zira tevil; gerektirici bir delil olmaksızın lafzın, zahirini asla uygun olmayacak şekilde açıklamaktır. Örneğin biri; “Yüz bir organdır, Allah organdan münezzehtir, bu sebeple ayetlerde geçen yüz, Allah’ın sıfatı değildir, kasıt şu veya budur.” dediğinde “fasid tevil”e düşmüş ve bir sıfatı inkâr etmiş olur. Ancak biri, “ ‘Yüz’ yüce Allah’ın sıfatlarından bir sıfattır.” der ve sonra onun tecellilerinden haber verirse bu, tevil değil, açıklamadır. Mühim olan, yapılan açıklamanın Kur’ân, Sünnet, Selef, dilde bir karşılığının olması ve yüce Allah’ın zatı için ispat ettiği bir sıfatı inkâra sebep olmamasıdır.
Rahmet sıfatı üzerinden konuyu açıklayayım: Biri dese ki; “Rahmet, acıma duygusudur. Acımak ise bir zaaftır. Yüce Allah zaafa/eksikliğe delalet eden sıfatlardan münezzehtir. Rahmetten kasıt O’nun kullarına ikramda bulunması; günahlarını affedip salih amellerini çoğaltmasıdır.” Bu; fasit bir tevil ve bir sıfatın inkârıdır.
Bir başkası dese ki; “Rahmet, yüce Allah’ın sıfatlarından bir sıfattır. Onun kullarına merhameti; günahlarını çokça bağışlaması, salih amellerine fazlasıyla karşılık vermesi, onları sevip korumasıdır.” Bu, yüce Allah’ın isim ve sıfatlarıyla O’na dua etmektir, kulluktur. O’nun isim ve sıfatlarının farklı tecellilerini açıklamaktır.
Zannediyorum, sıfatı tevil ederek inkâr etmek ile sıfatı kabul ederek açıklamak arasındaki fark anlaşılmıştır. Buradan vech/yüz sıfatına gelecek olursak şunu söyleyebilirim: Ehl-i Sünnet âlimleri, vech sıfatının Allah’a (cc) ait olduğunu kabul etmiş ve ona bir sıfat olarak iman etmişlerdir. Bununla birlikte vech kelimesine farklı siyaklarda farklı anlamlar vermişlerdir. Bu, onların bir yerde vechi sıfat kabul edip başka bir yerde tevil etmelerinden değildir. Bu; vechi bir sıfat olarak kabul ettikten sonra, farklı bağlamlarda onun farklı tecellilerini açıklamalarındandır. Bunu biri muhaddis, diğeri hem muhaddis hem de müfessir olan iki âlimden örnek vererek açıklayacağım:
İmam Buhari (rh) Sahih’ini, tevhid meselelerini ele aldığı “Kitabu’t Tevhid” bölümüyle sonlandırmıştır. 2. babtan itibaren yüce Allah’ın isimlerini ve sıfatlarını ele alır. Yüz/vech sıfatını da 16. babta ele almıştır. Der ki İmam Buhari: Allah’ın, “Allah’ın yüzü hariç her şey yok olacaktır.” sözü hakkındaki bab:
“De ki: ‘O, size üstünüzden ve ayaklarınızın altından bir azap göndermeye ya da sizleri (farklı ve zıt düşüncelere sahip) gruplara bölüp bir kısmınıza diğer bir kısmınızın baskı ve sıkıntısını tattırmaya kâdirdir.’”[52] ayeti indiğinde Allah Resûlü (sav), ‘Senin yüzünle sığınırım.’ dedi. ‘Ayaklarınızın altından (azap göndermeye kadirdir).’[53] deyince Nebi (sav), ‘Senin yüzünle sığınırım.’ dedi. ‘Sizi gruplara bölmeye (kadirdir).’[54] dediğinde Nebi (sav), ‘Bu (önceki ikisinden) daha kolaydır.’ buyurdu.”[55]
Görüldüğü gibi İmam Buhari burada vechi/yüzü bir sıfat olarak ispat etmiş; hem konu bütünlüğü, hem bab ismi, hem de zikrettiği hadiste inancını ortaya koymuştur.
Aynı İmam Buhari, Sahih’in tefsir bölümünde, Kasas Suresi’ne ayırdığı 28. babta şöyle demiştir:
“ ‘Allah’ın yüzü hariç her şey yok olacaktır.’ Yani mülkü hariç (her şey yok olacaktır). Denilir ki; Allah’ın yüzü umularak yapılanlar hariç (her şey yok olacaktır) .”
Şimdi soralım: Aynı İmam Buhari (rh), aynı kitap içinde, aynı ayeti[56] açıklıyor: Bir yerde onu Allah’ın yüzü olarak bir sıfat kabul ediyor; başka bir yerde onu “Allah’ın mülkü” veya “Allah’ın yüzü umularak yapılan bir amel” olarak açıklıyor. Acaba Buhari bir yerde sıfatı ispat edip başka bir yerde tevil mi ediyor? Ya da sıfatları tevil etmesine rağmen bu kitap asırlardır Ehl-i Sünnet tarafından dinin ikinci kaynağı olarak mı kabul ediliyor? Şayet sıfatlar konusunda ilk neslin tutumu hadis imamları ve sünnet kitapları tarafından bugüne ulaşmışsa, acaba Buhari (rh) bu nakilleri kimden yapmış olabilir? Rivayet tefsirleri incelendiğinde bu nakilleri ilk dönem selef müfessirlerinden yaptıkları görülecektir.
Hem muhaddis hem de müfessir olan İbni Kesir (rh), Rahman Suresi’nin 26 ve 27. ayetini şöyle açıklıyor:
“Allah, tüm yer ehlinin ve aynı şekilde göklerin ehlinin gideceğini ve topluca öleceğini haber veriyor. O’nun kerim vechi/yüzü dışında tek bir kişi dahi kalmayacak…”
Görüldüğü gibi İbni Kesir (rh) yüce Allah’ın vech/yüz sıfatını ispat ediyor. Aynı İbni Kesir (rh) Kasas Suresi’nin 88. ayetini açıklarken ise şöyle diyor:
“Rahman Suresi’nin 27. ayetinde Allah yüz lafzıyla zatını ifade etti. Buradaki, ‘Allah’ın yüzü hariç her şey yok olacaktır.’ ayeti de onun gibidir. Yani “O’nun zatı dışında (her şey yok olacaktır).” demektir.
Mücahid ve Sevri de şöyle der: “Allah’ın yüzü umularak yapılan ameller yok olmayacaktır.”
Yine İbni Kesir (rh), Bakara Suresi’nin 115. ayetinde, “Allah’ın yüzü” ifadesi için İbni Abbas’tan (ra) ”Allah’ın kıblesi”, Mücahid’den “Nerede olsanız yöneleceğiniz bir kıbleniz vardır.” şeklinde tefsirler aktarır.
Rûm Suresi’nin 38. ayetinde, Allah’ın (cc) yüzünü umarak amel yapmayı şöyle açıklar:
“Kıyamet gününde O’nun yüzüne bakmayı umarak…”
İnsân Suresi’nin 9. ayetinde, Allah’ın (cc) yüzü için ihtiyaç sahiplerini doyurmayı şöyle açıklar:
“Allah’ın rızasını ve sevabını umarak…”
Leyl Suresi’nin 20. ayetinde, yüce Rabbimizin yüzünü umarak iyilik yapmayı şöyle açıklar:
“O’nu görmeyi umarak…”
Peki, bu rivayetleri nasıl anlamalıyız? İbni Kesir (rh) ve kendilerinden aktarımda bulunduğu ilk dönem müfessirleri “Allah’ın yüzü” ifadesini bir yerde sıfat olarak kabul edip, başka bir ayette tevil mi etmişlerdir? Yoksa onlar tüm bu ayetlerde vechi/yüzü Allah’ın bir sıfatı kabul edip, her bir ayette bağlamı gözeterek sıfatın farklı bir tecellisini mi açıklamışlardır?
Bu açıklamalardan sonra; sorunun sahibine şunu demek isterim:
Yüce Allah, “Bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.”[57] buyuruyor. Âlimler, senedinde ihtilaf etse de Nebi’den (sav), “Cehalet hastalığının şifası soru sormaktır.”[58] hadisini naklediyor. Bilmeyen insan araştırmalı, okumalı, ilim ehline sormalıdır. Bilmeyen insan sormakla, öğrenmekle mükelleftir; öğretmekle, başkalarına nasihat etmekle değil… Evet, “Din nasihattir.”[59] bunda hiçbir şüphe yoktur. Ancak dini bilmeyen, nasıl başkalarına nasihat edecektir? Ehl-i Sünnet’in ne olduğunu bilmeyen, tercüme edilmiş birkaç kitapla Ehl-i Sünnet olduğunu zanneden bir insan; nasıl başkalarını teville, bidatçilikle suçlayacaktır? Allah’a (cc) hamdolsun, Türkiye’de birçok Sünnet Ehli ilim talebesi hoca kardeşimiz var. Türkçe kitaplarla din ortaya koyup bir de vela ve bera akidesi belirlemeden önce o hocalara gidip sorsanız daha iyi olmaz mı? Hem dininizi öğrenip nefsinize hem de nasihat adı altında başkalarına zulmetmemiş olursunuz… Dahası, düşmanlarımızı tevhid davetine güldürmemiş olursunuz… İslam ahlakının en alt sınırı olan
“…başka müminlere zarar vermeme” ilkesine riayet etmiş olursunuz; İslam düşmanlarının sizin kılıç kalkanınızdan emin olduğu gibi, Müslimleri de elinizden ve dilinizden emin kılmış olursunuz…
Son olarak;
Sorunun tamamını yayınlamadım ki; eziyet ettiğin her bir Tevhid ve Sünnet Cemaati mensubu kıyamet günü hasmın olmasın; davacı olarak yakana yapışmasın. Güzide hakaretlerini -sen nasihat demeyi tercih etmişsin- dergiyi kirletmemek için hazfettim. Onları da sahibiyle beraber Allah’a (cc) havale ettim. Sonra demeyesin, ayetleri tevil/tahrif ettiği gibi sorumu da tahrif etmiş!
Bu ay bu kadarla iktifa ediyor, sizleri âlemlerin Rabbi olan Allah’a emanet ediyorum.
[1]. “Musa kavmine: ‘Allah’tan yardım isteyin ve sabredin!’ demişti. ‘Şüphesiz ki yeryüzü, Allah’ındır ve ona kullarından dilediğini mirasçı/sahip kılar. Akıbet/mutlu son muttakilerindir.’ ” (7/A’râf, 128)
“Andolsun ki zikirden sonra Zebur’da da şöyle yazdık: ‘Şüphesiz ki yeryüzüne, salih kullarım vâris olacaktır.’ ” (21/Enbiya, 105)
[2]. 5/Mâide, 35
[3]. öl. H 120
[4]. öl. H 150
[5]. öl. H 310
[6]. öl. H 311
[7]. öl. H 333
[8]. öl. H 360
[9]. öl. H 373
[10]. öl. H 399
[11]. bk. Et-Tefsir ve’l Mufessirun, 1/422; El-Mufessirun Hayatuhum; Menhecuhum, 1/570-71
[12]. İfade için bk. Mizanu’l İtidal, 3/111
[13]. Hakaiku’t Tefsir, 1/177
[14]. Letaifu’l İşarat, 1/421
[15]. öl. H 1127
[16]. öl. H 1224
[17]. bk. Tasavvuf Tanımı/Menşei/İslamla İlişkisi, Halis Bayancuk, Tevhid Basım Yayın, s.48, “Tasavvuf Şiilikten Etkilenmiştir” bölümü
[18]. bk. 56/Vâkıa, 8-9
[19]. 11/Hûd, 1
[20]. 16/Nahl, 44
[21]. 33/Ahzâb, 21
[22]. 3/Âl-i İmran, 16
[23]. 3/Âl-i İmran, 193
[24]. Buhari, 5974; Müslim, 2743
[25]. 4/Nîsa, 64
[26]. Sahabenin Allah Resûlü’yle (sav) tevessülü, onun duasını, kendileri için Allah’tan bağışlanma istemesini (istiğfar) talep etmeleridir. Onlar, Allah Resûlü’nün zatıyla Allah’a tevessül etmez; ne onun ne de bir başkasının “yüzü suyu hürmetine” şeklinde Allah’tan isterlerdi. Bunun en hayırlı şahidi Allah Resûlü’nün vefatından sonra onunla tevessülü bırakmış olmaları ve onun yakınlarının dualarıyla Allah’a (cc) tevessül etmeleridir:
“Ömer (ra) kıtlık döneminde insanlar sıkıntıya düştüğü zaman Abbas bin Abdulmuttalib ile tevessül ederek Allah’a yalvarır ve yağmur duasına çıkardı. O, dua ederken şöyle derdi: ‘Allah’ım, biz önceden Peygamber’imiz ile sana tevessül ederek/onu aracı kılarak senden yağmur isterdik. Şimdi de Peygamber’imizin amcası ile sana tevessül ediyoruz. Bize yağmur lütfet.’ Bu dua üzerine yağmur yağardı.” (Buhari, 1010)
Şayet şahısların zatıyla/yüzü suyu hürmetine tevessül caiz olsaydı Allah Resûlü’nü bırakıp amcası Abbas’ın (ra) duasıyla tevessül etmezlerdi. Bu dahi onların ölü veya diri şahıslarla tevessülü caiz görmediklerini ve tevessül/vesile lafzından anladıklarının birinden dua istemek olduğunun delilidir. Zira Abbas’la (ra) tevessül etmeleri, onun kalkıp cemaat için yağmur duasında bulunması şeklinde gerçekleşmiştir.
[27]. Müslim, 2733
[28]. Hadisin sıhhatinde ihtilaf edilmiştir.
[29]. Ebu Davud, 1498; Tirmizi, 3562
[30]. 39/Zümer, 3
[31]. Tefsiru’l Kur’âni’l Azim ve Zadu’l Mesir’den naklen
[32]. 71/Nûh, 23
[33]. Buhari, 4920
[34]. Taberi Tefsiri
[35]. Buhari, 6018; Müslim, 47
[36]. Müslim, 2567
[37]. İbni Mace, 237
[38]. Ebu Davud, 4855
[39]. Tirmizi, 3502
[40]. Ebu Davud, 4063
[41]. Ahmed, 3789
[42]. 11/Hûd, 69-70
[43]. Hakim, Müstedrek, 7147
[44]. Buhari, 2442; Müslim, 2580
[45]. Buhari, 6135
[46]. Müslim, 48/14
[47]. Ahmed, 9184
[48]. Buhari, 2081; Müslim, 2036
[49]. Buhari, 5409; Müslim, 2064
[50]. Ahmed, 17678
[51]. 2/Bakara, 115
[52]. 6/En’âm, 65
[53]. 6/En’âm, 65
[54]. 6/En’âm, 65
[55]. Buhari, 7406
[56]. Kasas Suresi’nin 88. ayeti
[57]. 21/Enbiya, 7
[58]. Ebu Davud, 336-337
[59]. Müslim, 95; Ebu Davud, 4944
İlk Yorumu Sen Yap