Umut, Hakikat ve Akıbet

 

Rabbinin izniyle güzel memleketin bitkisi(güzel) çıkar; kötü olandan ise faydasız bitkiden başka bir şey çıkmaz. İşte biz şükreden bir topluluk için ayetleri böyle açıklıyoruz.” (7/Araf, 58)

Her bir muvahhid mümin tıpkı ayette belirtildiği üzere güzel, verimli ve bereketli bir belde/bir toprak gibidir.

Çiftçilerin de hoşuna giden ve sahip olmak için can attıkları güzel, verimli, gevşek ve ekip biçmeye elverişli bir toprak. Bu güzel toprağa ekilen tohum da iyi cins ise tek danesi bile yedi yüz kata varan yüksek verimlilikte bereketli ürünler verir. Oysa kötü ve kıraç bir topraktan tüm çabalamalar, emek ve cefalar sonucunda elde ancak cılız bir ürün kalır.

Bilindiği üzere fertler, cemaatler ve milletler Allah’ın subhanehu ve teâlâ kitabı ve Allah’ın bizler için belirlemiş olduğu mizan/ölçüye göre değerlendirilirler. Öyle de değerlendirilmelidirler.

“Andolsun biz Peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve mizanı indirdik.” (57/Hadid, 25)

Değerlendirmeler ve konumlanmalar kendisine göre yapılması gereken ölçüden uzaklaşmaya başladı mı, yeryüzü fesada boğulur.

Bugün olduğu gibi.

Ölçü (mizan), Allah’ın kitabıyla içiçedir. Biri diğerinden ayrılmaz bir bütünlük arzetmektedir. Ölçü (mizan) bozulduğunda insanlara, cemaatlere ve milletlere istikamet gösteren, yeni ufuklar açan ve merhaleler katettiren düşünceler ve ameller de doğal olarak bozulacaktır.

Ameller, fikirler ve menheclerin tarifi de bu bozulmanın kaçınılmaz bir neticesidir.

Ülkemizde çok açık bir şekilde şahit olduğumuz üzere davet ve menhec alanlarındaki yozlaşmalar hemen hemen bütünüyle ölçünün/mizanın bozulmasından kaynaklanmaktadır.

Ülkemizde egemen olan yönetim biçimiyle, yöneticilere, cemaatlere ve toplum içerisinde tanınıp bilinen kanaat önderlerine bakış açıları, her insan için, esas aldıkları ölçüye göre tespit edilir. Doğal olarak kişilere göre de değişebilmektedir.

Bununla beraber birçok insanda sabit bir fikre dönüşen ve hiç de sağlıklı olmayan ölçüler revaç bulur. Bunu bir örnekle açıklamaya çalışalım.

Diyebiliriz ki istisnasız olarak hepimiz birçok kez farklı ürün markalarının tanıtım ve reklam faaliyetlerine şahit olmuşuzdur. Sürekli olarak ve yoğun bir biçimde sürdürülen reklam ve tanıtım kampanyaları sonucu bir ürün cinsinin onlarca farklı markasıyla tanışırız.

Reklam ve tanıtımını çok daha fazla yapan ürün markası, diğerlerine göre daha çok bilinir ve tanınır. Bu markanın tanınma ve hatırlama oranı o kadar yüksektir ki mesela halk arasında ‘süt’ denince süt veren koyun, keçi veya inek gibi hayvanlar değil de o meşhur marka(lar) gelir akla. Ya da ‘un’ dendiğinde dahi çok ünlü birkaç markanın bisküvileri ve kekleri hatırlanıverir hemen.

Ülkemizin münbit topraklarında ve adeta ‘Eşref Saati’nde bulunan halkın içerisinde samimi olarak yapılan yoğun davet çalışmaları güzel ve bereketli bir hasadı müjdelemeye başlamıştı bir zamanlar.

Hayat kaynağı olan suyun verimli toprağa inmesi gibi kalpler de bu davete yönelmiş, suyu süzüp emmiş, zenginleştirip iyilikler üretmiş ve bu istikamette istikrar üzere devam edeceği ümidi gönülleri şad eylemişti.

Ne zaman ki dar boğazlar daha da daralmaya başlayıp adeta tüm genişliğine rağmen yeryüzü de küçülüp daraldı; tevhid önderleri Peygamberlerin yaptığı gibi davete Rabbani menhec üzere devam etmek yerine, o ana dek genel kabul gören ölçüye yöneldi, gözden geçirme gayesiyle.

Zira artık Rabbanî menhec nefislerin arzuladığı ‘büyük başarılara’, kitleselleşmeye kifayet etmiyordu.

Madem öyleydi, ölçü üzerinden ‘minik tadilatlar’ yapılmasının kime ne zararı olabilirdi ki!?

Zamanın ruhunu iyi okumak gerekiyordu çünkü. Bundan sonraki süreçte öz ve asıl itibari ile hiç de umulmayan kapılar açılmaya başladı. Mazi ve marka, menteşeleri pas tutmuş bu dev kapıların, içerisinde ölüm iniltileri barındırdığı halde, sevinç çığlığı gibi yükselen sesler eşliğinde açılmasına mani olamadı.

Gerileme ve bozgun kapıları…

Daha önce de buna benzer misaller okunmuş, işitilmiş ve görülmüştü. Ancak şirk sisteminin içerisinde yer alma isteği ve hamlesi kabul edilse de edilmese de tevhid davasının terki ve hezimetin ilanı anlamına gelmekteydi.

Maziyi Kutsarken Elden Kaçan İstikbal       

Bizler çok iyi biliyoruz ki İslam’ın bir ‘esası’ ve bu esası ortaya koyup pratiğe yansıtma ‘metodu’ vardır. İslam’ın metodu yani menheci; gerekliliği, önemi ve kendisine yönelik tehditler açısından İslam’ın esasından daha aşağı değildir.

Davet misyonunu yüklenmiş kişi ve cemaatlerin en önemli görevlerinin başında İslam’ın temel esasını öğrenmek olduğu gibi, bu esası ortaya koyma yöntemine, yani Nebevî menhece bağlı kalmak da olmalıdır. Nebevî menhecin esaslarına muhalefet etmekle beraber Nebevî Davet’in davetçisi olunmaz, olunamaz.

Hayatının büyük bir kısmını şirk içerinde geçirmiş bir mücrimin hesap gününde kendisini şöyle savunması makul ve mümkün olabilir mi?

‘Ey merhametlilerin en merhametlisi olan Rabbim! Ben geçmişte masumdum, günahsızdım. Pırıl pırıl, çıtı pıtı, tatlı bir çocuktum. Anne-babamın gözlerinin nuru, ellerindeki gülüydüm. Kalplerinin neşesi, ruhlarının süruruydum. İşte bunlardan dolayı beni affetmeni niyaz ediyorum!’

Şüphesiz ki bu mazeretlerle yapılacak niyaz makbul ve müstecap olmayacaktır.

Size de pek anlaşılır ve kabul edilebilir bir mazeret olarak gelmedi, değil mi? ‘Evet’ diyenlerin hepsinin haklılığını teslim ettikten sonra günümüzde şahit olduğumuz esef verici, ibretamız misallere dönebiliriz.

Er-Rafi olan Allah’ın lütfuyla geçmişte ortaya konmuş davet çalışmalarının ve meşru müdafaa zemininde yapılmış aktif mücadelenin, yedi göbek zürriyetlerinin dahi ebedî saadet ve esenlik yurdu cennete girişine vesile olacağı yönündeki sağlıksız yaklaşımların İndallah’ta hiçbir meşruiyeti yoktur.

Nasıl olabilir ki?

Mazide, zahiren ve lisanen tevhid akidesini yaşama iradesi ve müdafaa mücadelesi ile bugün gelinen acziyet hali ve uzlaşmacılık hastalığının, aynı şeyler olmadığı çok iyi bilinmelidir.

Eğer sırf geçmişteki hayırlı amellerle birileri kurtulacak olsa, akıllara ilk olarak İblis gelir. Zira o, mukarrebin meleklerle beraber idi ve seçkin bir konumda bulunmaktaydı. Dolayısıyla İblis’in (böylesi bir lütfa mazhar olmak açısından) benzer vakıalar içerisinde ilk sırada olması gerekirdi. Ancak hepimiz çok iyi biliyoruz ki böyle bir şey asla gerçekleşmeyecektir. Bu kuruntularla oyalananlar yalnızca kendi nefislerini avutabilirler. Mazilerini bayraklaştırıp marka değeri haline getirmeye çalışanlara da, üzerinde ciddiyetle durup düşünmeleri zaruri olan bir aldanış içerisinde olduklarını hatırlatmak gerekir.

Allah’a hamdolsun, yeryüzünün birçok yerinde -ki bazı yer isimlerini harita yardımıyla tam olarak bilmek mümkün olmaktadır- tevhid daveti tüm asaleti ve nezafetiyle yayılmaktadır. Bunun paralelinde dualarımızın yoldaşlığında, pazuları öpülesi muvahhid mücahidlerin mücadelelerini sürdürdüğünü görmekten kalplerimizin tüm hücrelerini sarsacak derecede coşkun bir mutluluk duymaktayız.

Ülkemizdeki gelişmeleri, aslında gelişmeden ziyade değişim olarak isimlendirmek daha doğru olacaktır. Çünkü gelişme, esas olarak olumlu bir anlamı canlandırır zihinde. Ülkemizde değişimler ve bu değişime kendini kaptırmış cemaat ve hareketlerin geldiği nokta, mazilerini de mukaddesattan sayma raddesine ulaşmıştır.

Nostaljik romantizmi, bir hareketin temel güç kaynağı yapmak, o harekete/cemaate ve tabilerine, dünyada da ahirette de hiçbir şey kazandırmayacaktır.

Dönemin şartları ile zamanın ruhunun gerektirdiğidir diyerek Allah’ın subhanehu ve teâlâ dinine düşman olanlarla aynı hiza ve istikamette bulunmak, yüce Allah’ın ” ismi celilinin tecellisinden başka bir şey değildir.

Konjoktürel şartlar ile Allah’ın tevhid dininin esasları arasında bir tercih yapmak niyeti ve girişimi dahi mağlubiyetin ve zilletin tescilinin son mührüdür.

Bugün egemen olan laik-demokratik sistem, hepimizin malumudur ki esasen fasit/bozguncu bir sistemdir. Fesatlarının derecesi ve büyüklüğü sadece daha fazla görünür olan ahlaki yozlaşmayla sınırlı değildir. Hatta sadece muvahhid Müslümanların neredeyse adam adama markaj yöntemiyle takip edilerek baskı altında tutulup hapsedilmeleri de değildir.

Aksine bu fesatlarının en açık ve en belirgin tarafı küfür ve şirkleridir. Bu küfür ve şirk insanların bulunduğu her yerde ve her mekanda onları zehirli sarmaşık gibi sarıp esir almıştır.

Geçmişte okunanlar, söylenenler, işitilenler, şahit olunanlar ve dinlenenler hatırına!

Sahih tevhid akidesi ve şaşmaz Nebevî menhec ile elde edileceği vaadolunan zafer ve izzet nerede; kokuşmuş ve her zerresi mümini iğrendiren necis bir leş gibi olan laik-demokratik sistemin patlak deliklerine ‘yama’ olmaya çalışmanın mağdurane ve mahcubane zilleti ve mağlubiyeti nerede?

Münbit İklimi Bozkıra Çevirenlerle Mizanı Bozanların Akıbeti

Bu küfür sistemi, öyle zarif beyefendilerle naif hocaefendilerin (sistemin) içerisine girerek onu onarma ya da düzeltme çabaları ile ıslah olacak bir durumda değildir. Bu şirk düzeninin fesadı ancak yıkılıp kökünden sökülerek değiştirilebilir.

Ayrıntılara odaklanıp asıl olanı kaybedenler, bu hesaplarıyla dünya hayatında tamiri ve telafisi çok zor olan büyük bir vebalin altına girmişlerdir. Bu hal üzere, ahirette de hiçbir dost ve yardımcı bulamayacaklardır.

Bu verimli ve güzel toprakları kendileri için çorak bozkırlara çevirenler ve onlara koyu bir taassupla bağlı olanlar Allah’a hakkıyla kulluk edebilecekleri başka bir alan ve araç arayışına girdiler de mi bulamadılar acaba?

Tevhid akidesi ile şirk ideolojilerini sözde fikir özgürlüğü adına eşit gören ve bu küfür sistemine intibak etmeye çalışmanın Allah subhanehu ve teâlâ katında zerre kadar bir önem ve değerinin olmaması bir yana, bu zevatın hiç beklemedikleri yürek yakıcı bir sürprizle karşılaşmaları kesindir.

“De ki: ‘Size (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayanları bildirelim mi? (Bunlar;) iyi işler yaptıklarını zannettikleri halde, dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir.’ ” (18/Kehf, 103-104)

Şeytanın telbisatı ve konjoktürel rüzgarların şişirdiği yelkenlerle okyanuslara açılma cüreti gösteren, ancak mizandan yoksun ve menheci ‘Siyasi Partiler Kanunu’ olacak bir geminin yolcularının varacakları limanda karşılaşmaları mukadder olan böyle bir tablo, ne kadar da dehşet vericidir!

Kendilerine yönelik hitaplardaki tonlamalar da bu akıbete münasip olup, hiç de merhamet ihtiva etmeyecektir.

‘Sizler, dünyadayken iyi işler yaptığınızı zannediyordunuz öyle mi?’

‘İsimleri, tenleri ve dilleri sizler gibi olan tağutlara destek ve güç veriyordunuz ha! Bununla da yetinmeyip Allah’a, Rasûlullah’a sallallahu aleyhi ve sellem ve muvahhidlere karşı yerine ve zamanına göre farklı taktiklerle savaşan şirk düzeninin bir parçası oldunuz. Bunu da özgür iradenizle yaptınız! İsteyerek, hesaplayarak, planlayarak, sindire sindire, merhale merhale yaptınız tüm bunları…’

Kalplerinizi ve beyinlerinizi şirk zehirine karşı aşılattığınızı zannederek, bünyenizin bağışıklık kazandığını vehmettiniz. Şirk düzenine karşı mücadeleyi değil de şerbetlenmeyi(!) tercih ettiniz demek!

Artık birer demokratik figür olan bu zarif beyefendiler ve naif hocaefendiler acaba geçmişteki ‘mücadele kürkünü’ bugün hangi dava(lar) uğruna ve hangi dava(lara) karşı üzerlerine almayı düşünmektedirler?

Demokrasi dinine müntesip olup, parti geleneğinden gelen ve kendilerini İslam’a nispet eden yönetimdeki tağutların ve avanesinin boş bıraktığı hangi hizmet alanları doldurulmak istenmektedir acaba?

Allah’ın subhanehu ve teâlâ sevdiği ve razı olduğu söz ve amellerde başarılı olmak için İslam’a gönül verip davaya can katacak bir neslin şirk ve fesat meydanlarında hezimete ve helake mahkum olmalarına rehberlik etmek hangi ‘stratejik akıl’ın eseridir?

Sahip oldukları güç ve dinamizmle, muvahhid ve muttaki bir otoritenin önderliğinde yüce Allah’ın kelimesinin yükselmesi uğruna İslam’a hizmet etmeyi yürekten isteyen bir gençliği, tevhid davetine kanalize etmekten kaçınıp şirk sistemine yamamaya çalışmanın, Rabbanî menhecte hiçbir pratik karşılığı ve meşruiyeti yoktur.

Tevhid savunucusu muvahhid alimlere Sadabad Sarayından bakıyormuş gibi tepeden bakıp, şirk dini demokrasinin siyasi yelpazesinin solunda veya sağındaki paydaş partiler nezdinde kompleksli tavırlar sergilemek de esasen geçmişteki kimlikten eser kalmadığının güçlü bir kanıtıdır.

Kalplerini ve kapılarını demokrasi dinine açmadan evvel yüce dağlar misali çevrelerini gölgeleyen ve isimlerinin başına her türlü övgü sıfatı konulan kanaat önderleri, hocaefendiler, mollalar!

Tüm bunların bir rüzgarlık mı ömrü vardı? Mağrib’den doğuya doğru esmeye başlayan vicdanî bir rüzgarın yüce dağların zirvelerindeki karları eriteceği tahmin edilebilirdi.

Bu, beklenen de bir şey idi.

Fakat, dağ gibi görünen ağabeyleri ve hocaefendileri de yerlerinden zıplatacak kadar heyecana garkedip aynı topluluklarla ‘dans’ etmeye kalkışacaklarını kimler öngörebilirdi ki?

Ölçü (mizan) bozulduğunda bilmelisiniz ki isimler ve sıfatlarda değişir. Çünkü demokratik kültürde mürtedler, müşrikler, kafirler, hristiyanlar, yahudiler, zerdüştler, şamanistler, yezidîler, ateistler ve diğer tüm sapkın ideoloji sahipleri birdir, dosttur ve kardeştirler.

Demokraside ötekileştirme yoktur(!)

Ötekileştirmeye hak ve yetkisi olan varsa da bu hak ve yetki, ancak ve yalnızca büyük efendilerindir. Büyük efendileri, zarif beyefendiler ve naif hocaefendiler gıyaben de olsa çok iyi tanırlar.

Ölçü değiştirildiğinde ya da bozulduğunda, kimileri dinin sadece bir kısmını alıp önemser ve bütün güç ve hassasiyetlerini bu kısım üzerine yoğunlaştırırlar.

Günümüz tağutî rejiminin başındakiler bundan farklı davranmamaktadırlar. Bu tağutî rejimin başındaki adam bunu bizzat hem de milyonlarca insanın gözleri önünde itiraf etmiştir. Akıl ve basiret sahibi muvahhid Müslümanlardan başkası bunu fehmedebildi mi acaba?

Ne demişti tağut?

‘Açık söylüyorum, biz toplum içerisindeki birçok aşırılıkları törpüledik. Onların adeta gazını aldık.’

En umulmadık kesimlerden demokrasiye katılım ve desteğin nedenleri hakkında net bir cevap gibidir bu sözler. Tağutun bu söyledikleri aynı zamanda partileşme sürecindeki kesimlerin, akıllara durgunluk veren hızlı dönüşümlerinin sebep-sonuç ilişkisine dair, güçlü ipuçları vermektedir.

Ölçü değiştirildiğinde ya da bozulduğunda bugün sıkça yaşadığımız gibi, hak olarak gösterilmeye çalışılan batılın batıl olduğunu yüksek sesle dillendiren muvahhid davetçiler zindanlara atılarak sesleri kısılmaya ve nefesleri tüketilmeye gayret edilmektedir. Çünkü bu muvahhidlerin tüm çabalamalara, tehdit, baskı ve zindanlara rağmen ‘gazları’ alınamamış, aşırılıkları da bir türlü törpülenememiştir.

Ölçü değiştirildiğinde ya da bozulduğunda artık kullanılan ölçekler de çift olur.

Tağutlar ve onların avanesi için farklı bir ölçek vardır artık. Özel kriterler imbiğinden damıtılarak elde edilen sınırsız kredi ve hoşgörüyü tartıp ölçebilecek ölçek bile bulunamaz mazinin meftunlarında. Çünkü onlar da aynı yolun yeni, utangaç ve heyecanlı yolcularıdır. Bu ölçek yarın onlar için de gerekecektir. Yalnızlık hissetmemek için, onlarla duygudaşlık ve onları kendilerinden bilmek ya da kendilerini de onlara katmak, sevmeye, korumaya, övmeye ve desteklemeye yarayacak bir ölçek olmalıdır ellerinde.

Diğer ölçek de tevhid ehli, tevhidin yardımcıları, dostları ve davetçileri için kullanageldikleri ölçektir. Onları sürekli olarak suçladıkları bağnazlık, katılık, apolitiklik, geçmiş asırlarda kalmışlık, haricilik ve tekfircilik töhmetleri altında ezmeye çalışırlar. Mizanları bozulduğundan böyle izansız suçlamaların da ardı arkası kesilmez. Ölçüleri hem bozuk hem de çift!

“İnsanlardan, kendileri bir şeyi ölçerek aldıkları zaman tam alan; ama onlara bir şeyi ölçüp tartarak verdiklerinde eksik tutan kimselerin vay haline! Bunlar büyük bir günde tekrar diriltileceklerini sanmıyorlar mı?” (83/Mutaffifin, 1-5)

İnsanlara, kesimlere, kavimlere ve ülkelere ulaşabilmek; işbirliği ve güç birliği yapabilmek için altında toplanılan şemsiye, Allah’ın subhanehu ve teâlâ gazabını celbetmektir.

İnsanlara, milletlere ve beldelere ulaşmaya çalışmayı Allah subhanehu ve teâlâ ile olan ahdi bozmayı gerektirecek derecede önemli görenler artık istidracın (İstidrac: Allah’ın bazı kimselere sapkınlıklarını arttırmak ve sonunda şiddetle cezalandırmak için derece derece nimetleri ve parlak talihleri arttırmasıdır.) kapsamındadırlar.

“…daha iyiyi daha kötü olan ile değiştirmek mi istiyorsunuz? O halde girin şehre. Zira istedikleriniz sizin için orada var…” )2/Bakara, 61)

Girin ve görün!

Şüphesiz bu gördükleriniz ve görecekleriniz hiç bir zaman görmek istemeyeceklerinizdir.

Görülen Işık Tünelin Ucu mu Yoksa Trenin Farı mıdır?

Müminlerin mizanı asla değişmez. Müminlerin mizanı kendi nefsi arzularına göre şekillenmez. Onların, çıkarlarına göre değişmeyen tek ölçüleri vardır, o da Allah’ın subhanehu ve teâlâ kitapla beraber indirdiği mizandır.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu ölçünün kriterlerini kıyamete kadar sabit kılmıştır. Öyle bir mizan ki, kendisini ölçü edinenler asla hataya düşmeyeceklerdir.

Bu şaşmaz ve şaşırtmaz ölçü, tevhiddir. Gerçek anlamda dost ve kardeşler işte bu tevhidin şartlarını ve gereklerini hakkıyla yerine getirenlerdir.

Düşünüşleri, yaşayışları, planlamaları, hesaplamaları, ticaretleri, diplomasileri, mücadeleleri, kavgaları, barışları, arkadaşlıkları, komşulukları, dostlukları ve hatta hayalleri dahi bu şaşmaz ölçüye muvafık olanlar; kalabalık, kötü ve isyanları itaatlerinden fazla olan bir topluluk içerisinde yaşıyor olsalar da, Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem müjdesine nail olacaklardır, biiznillah.

Bir tünelin içerisinde zifiri karanlıkta yol alırken, uzunca bir mesafede karşıdan beliren bir ışığın gittikçe büyüdüğünü görürsünüz. Siz ileriye doğru yol aldıkça karşıda görülen ışık da büyür.

Bu ışık/aydınlık muvahhidler için tünelden çıkışın müjdesidir. Küçük, basit ve önemsiz ayrıntılarla kuşatılıp etkisizleştirilmeye çalışılan Müslümanı özgürleştiren tevhidin ta kendisidir o aydınlık.

Gözleri ve kalpleri iddia ettikleri gibi ‘geçici’ de olsa ‘ödünç’ de olsa demokrasiye yönelmiş kimseler, aydınlık zannederek güle oynaya ilerledikleri ‘ışık’ın, son nefeslerini vermek üzere altında kalacakları bir trenin farı olduğunu fehmederler mi acaba?

“Neyiniz var? Ne biçim hükmediyorsunuz? Yoksa okuduğunuz ve her istediğiniz şeyi içinde bulduğunuz bir kitabınız mı var? Yoksa size ‘dilediğiniz gibi hükmedin’ diye, kıyamete kadar sürecek bir ahit mi verdik?” (68/Kalem, 36-39)

Davamızın sonu alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd etmektir.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver