Allah’ın adıyla.
Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.
Es-Selamu Aleyküm ve Rahmetullahi ve Berekatuhu,
Rabbim sizleri maddi ve manevi afetlerden korusun, rahmetiyle kuşatsın. Her birinizin iyi olmasını ümit ediyor, sizler için Rabbimden avf ve afiyet diliyorum. Sizler için duacıyım ve sizlerden de dua bekliyorum…
Soru: Hocam! Bir mezhebe uymak zorunda mıyım? Bir mezhebe uymadığım takdirde günahkâr olur muyum? Allah sizden razı olsun.
Mezhebe tabi olma meselesi veya daha doğru bir ifadeyle bir mezhebi taklit meselesi, asırlardır İslam ümmeti arasında tartışılmaktadır. Yani konu, bugüne ait bir tartışma değildir. Köklerini geçmişten alan, dalları bugüne uzanan ve muhtemelen yarınlara miras bırakacağımız bir tartışmadır.
Bir mezhebi taklit meselesini anlamak için, fıkıh ilminin tarih içindeki seyrini bilmemiz gerekir. Müsaadeniz olursa kısaca özetleyelim:
Allah Resûlü (sav) hayattayken şer’i ilimlerin -fıkıhta dahil- tek kaynağıydı. İnsanlar ona soru soruyor, aldıkları cevaba göre hayatlarını düzenliyordu. O varsa hiçbir konuda tartışma yaşanmıyor, onun hükmü son söz kabul ediliyordu. Ancak onun bulunmadığı ortamlarda “emir ve yasaklarından” maksadın ne olduğuna dair tartışmalar yaşanabiliyordu. Örnek olması açısından Asr-ı Saadet’ten bir tablo aktaralım:
İbni Ömer (ra) anlatıyor:
“Resûlullah Hendek Savaşı bitince bize şu talimatı verdi: ‘Hiç kimse Ben-i Kureyza’ya varmadan ikindi namazını kılmasın!’ Ordu yolda iken ikindi namazının vakti girdi. Bunun üzerine bazıları: ‘Biz Ben-i Kurayza’ya varmadan namazı kılmayacağız.’ diyerek namazı kılmadı. Kimisi de: ‘Olur mu öyle şey, biz namazı kılacağız. Bizden namazı kılmamamız istenmedi ki!’ dediler. Bu durum Allah Resûlü’ne anlatılınca hiç birine kızıp serzenişte bulunmadı.” [1]
Allah Resûlü’nün (sav) “İkindiyi Kurayza yurduna ulaşmadan kılmayı” nehyetmesi, fakih sahabiler arasında tartışmaya neden olmuştur. Bir grup genel naslara bakıp: “Namaz vakitli bir ibadettir. Allah Resûlü namaz vaktini geçirmeyi emretmez. Onun kastı aceleyle hareket etmemizdir…”şeklinde yorum yapmışlardır. Bir diğer grup: “Allah Resûlü’ne itaat farzdır. O şu noktaya ulaşmadan namaz kılmayın diyorsa, kılmayacağız…”şeklinde yorumlamışlardır. Burada dikkatimizi çeken Allah Resûlü’nün iki anlayışa da ses çıkarmamasıdır. Zira iki yorum da şer’i ölçüler içinde yapılmıştır. Bir grup nassı mutlak olarak kabul etmiş ve hususi/özel nasla amel etmiştir. Bir diğer grup tüm nasları bir araya toplamış ve hususi/özel nassı tüm naslarla bereber anlamaya çalışmıştır. Ki, bu anlayış farkı daha sonra ortaya çıkacak rey ve hadis ehli arasında veya kıyası kabul eden fukahayla reddeden zahirîler arasındaki farkın da temelini oluşturur.[2]
Allah Resûlü zamanında bir diğer dikkat çekici nokta şudur: O (sav) bir yeri fethettiğinde oraya ashabından birini görevli olarak gönderir, oranın dinî, siyasi, askerî ve mali işlerinden o sahabi sorumlu olurdu. İnsanlar dinî sorularını sorumlu sahabiye sorar ve onun (ra) verdiği cevaba göre amel ederdi. Bir nevi o bölgenin sorumlusu olan sahabinin/âlimin görüşüyle amel eder, onu taklit ederlerdi.
Bu uygulama Allah Resûlü’nden sonra da devam etti. Raşid halifeler döneminde ilimle uğraşanlar öğrendikleri naslardan hüküm çıkarır, çıkardığı hükümle amel ederdi. İlimle uğraşmayanlar, ilimle uğraşan sahabilere sorar, onların verdiği fetvayla amel ederdi. Yani tabiin, ilim sahibi ashabı taklit ederdi.
Ashap arasında ilimle uğraşanlara baktığımızda iki anlayışın, iki ayrı medresenin olduğunu görürüz:
Ebu Hureyre, Abdullah b. Ömer ve Ebu Zerr (r.anhum) gibi; her konuda hususi/özel nas arayan ve onunla amel eden sahabiler.
Aişe annemiz, Abdullah b. Abbas (ra) ve Abdullah b. Mesud (r.anhum) gibi; bir nassı genel naslarla birlikte ele alan ve genel naslar ışığında anlamaya çalışan sahabiler…
Bu anlayış farkını anlamak için bir kaç örnek verelim. İlki Aişe annemiz ve Abdullah b. Ömer (ra) arasında yaşanıyor:
“Mekke’de Osman’ın kızlarından biri vefat etti. Biz de onun cenazesine katıldık. Cenazeye İbni Ömer ve İbni Abbas da katıldı. Ben ikisinin arasında oturuyordum. Abdullah b. Ömer, Osman’ın oğlu Amr’a şöyle dedi: ‘Sen ağlamayı yasaklamıyor musun?’ Resûlullah şöyle buyurdu: ‘Ölen kişi, ailesinin kendisi için ağlaması sebebi ile azap görür.’
İbni Abbas devam etti: Ömer de (ölenin ailesinin) bir kısım ağlaması nedeni ile azap göreceğini söylerdi. Ömer ile birlikte Mekke’den yola çıktık. Beyda denilen yere varınca Semure ağacının altında bir kervan gördük. Ömer bana: ‘Git de şu kervanın durumuna bir bak.’ dedi. Ben de gittim, bir de baktım ki Suheyb orada. Ömer’e Suheyb’in orada olduğunu söyledim. Ömer: ‘Onu bana çağır.’ dedi. Suheyb’in yanına gittim ve ona: ‘Devene bin de müminlerin emirinin yanına gel.’ dedim. (O da Ömer’in yanına geldi ve birlikte Mekke’ye döndük.)
Ömer (ölümüne sebep olacak) yarayı alınca Suheyb onun yanında:
— Vah kardeşim, vah arkadaşım, diyerek ağladı. Bunun üzerine Ömer ona:
— Ey Suheyb! Resûlullah: ‘Ölü, ailesinin kendisine bir tür ağlaması nedeni ile azap görür.’ buyurduğu hâlde benim için ağlıyor musun? dedi.
Ömer vefat edince bunu Aişe’ye anlattım. O şöyle dedi: ‘Allah Ömer’e rahmet etsin. Allah’a yemin ederim ki Resûlullah ailesinin ağlaması nedeni ile Allah’ın mümin kişiye azap edeceğini söylemedi. O şöyle söyledi: ‘Allah, ailesinin ağlaması nedeni ile kâfir kişinin azabını artırır.’ Size Kur’ân’ın ‘Hiç kimse bir başkasının günahını yüklenmez.’ ayeti yeter.
İbni Abbas şu ayeti okudu: ‘Ağlatan da, güldüren de odur.’
İbni Ebi Müleyke dedi ki: ‘Vallahi İbni Ömer bir şey söylemedi.’ “ [3]
Abdullah b. Ömer (ra), duyduğu rivayeti hususi/özel bir nas kabul etmiş ve diğer naslara bakmaksızın onunla amel etmiştir. Aişe annemiz ise duyduğu nassı diğer naslarla birlikte almış, Kur’ân ve sünnet bütünlüğünde nassı anlamaya çalışmıştır. Nassa yaklaşım farkları nedeniyle ortaya farklı iki sonuç çıkmıştır.
Bir diğer örnek Ebu Hureyre ve İbni Abbas (r.anhuma) arasında yaşanıyor.
Ebu Hureyre Resûlullah’tan rivayet etti:
” ‘Ateşin dokunduğu şeylerden dolayı abdest almak gerekir. Hatta bu bir peynir parçası olsa bile.’ Bunun üzerine İbni Abbas, Ebu Hureyre’ye:
— Ey Ebu Hureyre, yağ yesek, sıcak su içsek de mi abdest alacağız, deyince Ebu Hureyre:
— Ey kardeşimin oğlu, Resûlullah’tan bir hadis işittiğinde ona karşı değişik misaller vermeye kalkışma, dedi.” [4]
Muttalib b. Abdullah b. Hantab’den (ra) rivayet edildiğine göre:
“İbni Abbas dedi ki:
— Allah’ın Kitabı’nda helal olduğunu görüp bildiğim bir şey ateşte pişti diye abdest mi alacağım?
Bunun üzerine Ebu Hureyre yerden çakıl taşları topladı ve:
— Bu çakıl taşları sayısınca yemin ederim ki, Resûlullah: ‘Ateşte pişen bir şey yedikten sonra abdest alınız.’ buyurdu, dedi.” [5]
Gördüğümüz gibi Ebu Hureyre ve İbni Abbas (r.anhuma) arasında bir usul/metot farkı vardır. Biri Allah Resûlü’nden (sav) duyduğuyla amel etmekte; diğeri Allah Resûlü’nden nakledileni bütün içinde anlamaya çalışmaktadır.
Bu iki farklı metoda sahip iki ayrı medresenin öğrencileri, tabiin âlimlerini oluşturmaktadır. Hocalarından aldıkları usul/metot farklılıklarının tabiin döneminde devam ettiği görülmektedir. Yazıyı uzatmamak için örnekleri çoğaltmıyorum. Ancak raşid halifeler döneminde yaşanan bu duruma dair dikkat çekici bazı çıkarımlara işaret etmek istiyorum:
Halifeler döneminde neredeyse bu sahabilerin tümü görevlendirilmiş, farklı İslam beldelerine emir olarak tayin edilmişlerdir. Görev almayanlar da Mekke ve Medine’de ilim talebelerine ders vermiş, İslam topraklarından Hicaz’a gelen Müslimlerin sorularına cevap vermişlerdir. Yani raşid halifeler döneminde ilimle uğraşan sahabiler usul/anlayış farklılıklarına rağmen özgürce fetva vermiş/öğrenci yetiştirmiş; onlara soru soran insanlar da usul/anlayış farklılıkları bilinmesine rağmen aldıkları fetvalarla amel etmiş, yani taklit etmişlerdir.
Raşid halifeler, istedikleri takdirde insanları belli mezhepler etrafında toplayabilir; dahası, tek bir mezheple insanları ilzam edebilirlerdi. Bunu yapacak dinî karizma, siyasi bütünlük ve askerî güce sahiptiler. Ancak böyle bir şeye yeltenmemiş, insanları dilediklerine soru sorup onunla amel etme özgürlüğüyle başbaşa bırakmışlardır.
Sahabi ve tabiin döneminden sonra da benzer bir ortam İslam toplumuna hakim olmuştur. Birçok insana ilginç gelecek belki; dört mezhep imamı da bugünkü anlamda bir mezhep taklidi anlayışına karşı çıkmış; daha ziyade soru sorup deliliyle beraber bir hükmü öğrenmeyi ve onunla ameli uygun görmüşlerdir.
Örneğin, zamanın yöneticisi Harun Reşid, insanları tek bir mezhep etrafında toplamayı düşünmüş ve bu iş için de İmam Malik’in (rh)Muvatta kitabını gözüne kestirmiştir. Düşüncesini İmam Malik’e açınca, şu cevabı almıştır:[6]
“Allah Resûlü’nün ashabı fer’i meselelerde ihtilaf etmiş ve uzak diyarlara yayılmışlardır. Her biri kendi yanında (hakka) isabet etmiştir…” [7]
Bir başka rivayette şöyle der:
“… Bunu yapma! Çünkü insanlara bir çok görüş ulaşmıştır. Hadisler işitmiş, hadisler rivayet etmişlerdir. Her toplum, kendine ulaşan görüşleri almış, onu bilmiş ve onu din edinmiş (amel etmiş)lerdir. Şüphe yok ki; inandıkları şeyden onları alıkoymak zordur. Onları bulundukları hâl üzere terket…” [8]
Görüldüğü gibi İmam Malik (rh) iki gerekçeyle yöneticinin talebini reddetmiştir:
Ashap kendi arasında ihtilaf etmiş ve bu ihtilafı farklı beldelere taşımışlardır. Ne Resûl ne de sonrasında raşid halifeler bu duruma müdahale etmiştir.
İslam toplumu bu uygulamaya alışmış ve yaklaşık iki asır boyunca bu uygulamaya göre amel etmiştir. Bu durumu değiştirmeye kalkmak dini zorlaştırmak olacaktır. (Ki Allah Resûlü (sav) zorlaştırmayı yasaklamış, kolaylaştırmayı emretmiştir.)
Şayet İmam Malik (rh), bugün var olan ve uygulaması mahza taklide dayanan Maliki Mezhebi gibi bir mezhep kurmak istese, yukarıda mezkur teklifi düşünmeden kabul ederdi. Ancak tam tersi yönde bir tavır takındığını görüyoruz. Demek ki bugün var olan Maliki Mezhebi uygulaması İmam Malik’ten bağımsız olarak veya imam Malik’e rağmen oluşmuştur.
Ondan (rh) meşhur olan bir diğer söz şudur:
“Allah Resûlü’nden sonra her insanın sözü alınır ve terkedilir.” [9]
Bir başka mezhebin imamı olan Ebu Hanife (rh) şöyle der:
“Bizim bir sözümüzü nereden aldığımızı bilmeden almak, kimseye helal değildir.”
“Benim sözümün delilini bilmeden onunla fetva vermek haramdır.” [10]
Allah’ın rahmet ettiği müstesna, Hanefi Mezhebi’ne ittiba eden çoğu kimse, delil anlayışından uzaktır. Mahza taklit üzere mezhebe tabi olmaktadır.
İmam Şafi (rh) şöyle der:
“Hadis sahih olursa benim mezhebimdir. (Hadise muhalif) sözümü duvara çalın.” [11]
İmam Ahmed (rh) şöyle der:
“Ne beni ne Malik’i ne Şafi’yi ne Evzai’yi ne de Sevri’yi taklit et! Onların aldığı yerden (naslardan dinini) al!” [12]
Başka bir yerde şöyle der:
“(Gerçekten) bazı topluluklara şaşıyorum. (Bir hadisin) isnadını ve sahih olduğunu biliyorlar; (buna rağmen) Sufyan’ın görüşünü alıyor (onunla amel ediyorlar).” [13]
Dört mezhep imamı olarak bilinen müçtehit âlimlerin vefatından sonra, görüşleri tedvin edilmiş ve mezhep fıkhı kitapları ortaya çıkmıştır. Bu görüşlere ittiba eden topluluklar meydana gelmiş ve Hicri 3-4. asır itibariyle Malikî, Hanefi, Şafi ve Hanbelî olarak anılmaya başlamışlardır. Artık delile dayalı fıkıh anlayışı, yerini âlimin görüşüne dayalı fıkıh anlayışına, yani ittiba yerini taklide bırakmıştır. Bu dönemde delile dayalı fıkıh anlayışını sürdüren âlimler olsa da, büyük çoğunluk görüşe dayalı fıkıh (mezhepçilik) anlayışını korumuştur. Mezhepçiliğin başladığı dönemi öncesinden ayıran bariz özellikler vardır. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
Bir mezhebe intisap eden başka bir müçtehidin görüşüyle amel edememekte, tüm hayatını bir âlimin görüşlerine göre düzenlemektedir. Oysa önceki dönemde her insan yaşadığı bölgenin âlimine soru sormakta ve onun verdiği fetvayla amel etmektedir. Örneğin, Medineli bir tüccar, Medine’de bulunduğu sırada sorularını İmam Malik’e (rh) sormaktadır. Ticaret yolculuğuna çıkıp Kufe’ye uğradığında ticaretle ilgili bir soruyu İmam Ebu Hanife’ye sormakta; yolculuğa devam ettiği takdirde Mısır’da sorusunu Leys b. Sa’d’a veya Şafi’ye sormaktadır. Şüphe yok ki bu imamların usulü birbirinden farklı, vardıkları fer’i sonuçlar da buna bağlı olarak farklıdır. Bu durum ne müçtehit imamlar ne siyasi yönetim ne de İslam toplumu tarafından sorun edilmemektedir.
Mezhep müntesipleri arasındaki içtihadi farklılıklar (ihtilaf) içtihadi karşıtlığa (tefrika) dönüşmüştür. Sözlü sataşmalar yer yer fiilî çatışmaya dönüşmüş ve mezhepler arasında bir çok Müslim’in öldüğü kavgalar yaşanmıştır. Örneğin İmam Ahmed’i fukaha arasında saymadığı için meşhur müfessir Taberi’nin evi Hanbelilerce kuşatılmış ve Taberi’yi (rh) linç etmeye kalkmışlardır.[14]
Önceki dönemde tüm içtihadi farklılıklara rağmen, farklı görüş sahipleri bir arada huzur içinde yaşamıştır. Tartışmalar, reddiyeler ve yer yer sözlü atışmalar olmamış mıdır? Elbette olmuştur! Ashap arasında dahi sözlü tartışmalar yaşanmış, her biri kendi düşüncesinde ısrarcı olmuştur. Ancak bu, hiçbir zaman kavgaya, çatışmaya, İslam toplumunun huzurunu kaçıracak taşkınlığa dönüşmemiştir.
Kelime anlamı anlayış/derin kavrayış olan fıkıh, anlama ve düşünmeden uzaklaşmış salt metin ezberi yapılan donuk bir ilme dönüşmüştür. Zira fıkıh, ona temel olan nassı metinlerden silmiş, nastan anlaşılan sonucu topluma aktarmıştır. Kasıtlı yapılmasa da âlimin içtihadı nassın yerine ikame edilmiştir. Önceki dönemde durum tamamen farklıdır.
Fıkıh, onu vareden delille beraber topluma aktarılmaktadır. Bu da Allah Resûlü’nün (sav) haber verdiği: “Nice fıkıh taşıyıcısı vardır, ama fakih değildir. Nice fıkıh taşıyıcısı, kendinden daha fakih olana (fıkıh bilgisi) taşımaktadır.” [15] bereketini canlı tutmaktadır. Nas canlıdır, dilden dile aktarılmakta, kitap sayfalarında okunmaktadır. Umulur ki onu nakleden kendinden daha fakih birine nakleder de, daha fakih olan o nastan daha isabetli bir sonuç çıkarır. Maalesef mezhepçilik Allah’ın açtığı içtihat kapısını kapadığından ve içtihat yetkisini birkaç âlimle sınırlı tuttuğundan, bu söylenenleri gündemine dahi almamıştır. Mezhepçi anlayışa göre nassın varlığıyla yokluğu birdir. Zira nas olsa da onu hakkıyla anlayacak, içtihat edecek ve çözüm üretecek kimse yoktur. Kapının kapanma tarihinde tam bir ittifak olmasa da, isteyen istediği tarihten sonra Allah’ın açtığı içtihat kapısını kimden aldığı belli olmayan yetkisiyle kapatmıştır. Bu nedenle insanlık tarihinin gördüğü en muazzam usul ve fıkıh sistemimiz, modern dünyanın sorunlarına çözüm üretememiş, modern meydan okuma karşısında hakkıyla duramamıştır.
Şunu unutmamalıyız: Bizim fıkhımız kıyamete kadar insanlığın sorunlarına çözüm kaynağıdır. Bugün çözüm üretemiyor oluşu fıkhımızdan kaynaklanmıyor. İçtihatla canlı kılınmış bir sistemin taklitle durgunlaştırılması ve bugünün sorunlarından ziyade geçmişin sorunlarını okuyup okutmasındandır.
Taklit ilk nesilden bu yana mevcut bir uygulamadır. Bilmeyenler zikir ehline sormuş ve aldıkları cevapla amel etmişlerdir.
Âlime soru sorup onun verdiği fetvayla amel etmek anlamındaki ittiba, müçtehit mezhep imamlarının vefatından sonra mezhepçiliğe dönüşmüş ve insanlar tek bir mezhebe uymakla ilzam edilmişlerdir.
Mezhep imamları müçtehit âlimler olduğundan, bir Müslim’in bir mezhebe uymasında bir beis/sorun yoktur. Ancak şuurlu dava adamlarının “delilini bilerek mezhebe uyma” kültürünü ihya etmeleri, ilk neslin kendisiyle ıslah olduğu anlayışı canlandırmaları gerekmektedir.
Allah Resûlü (sav), sahabe (r.anhum) ve selef-i salihin dönemine en uygun uygulama mezhepçilik değildir. Her bölgede bulunan ilim adamlarına soru sormak ve mümkünse delilini bilerek o konuyla amel etmektir.
Hiç şüphesiz bu da bir taklit çeşididir. Soru sorulan âlimin nastan anladığını taklittir. Ancak bu, ilk nesillerin uygulamasına en yakın olan usuldür.
Soru sorulacak bir ilim adamının bulunmadığı ortamlarda, yaygın bir mezhebe ittiba etmek en evla olanıdır. Zira mezhep imamlarının görüşleri derlenmiş, tedvin ve tasnif edilmiş (kitaplaştırılmış) her insanın anlayacağı kolaylıkta topluma sunulmuştur (ilmihâl).
Mezhep olgusunu reddetmek de hadis fıkhı diyebileceğimiz delile dayalı tercih olgusunu reddetmek de anlamsızdır. Her iki uygulama da bize aittir, bizim tarihimizin bir parçasıdır. Delile dayalı tercihi reddeden bağnaz mezhepçilik ile mezhep olgusunu reddeden selefî görünümlü zahirîlik, İslam tarihinin içinden değil, dışından konuşmaktadır.
Her iki uygulamanın da tarih içinde ürettiği arızalar olmuş, istenmeyen sorunlara sebebiyet vermişlerdir. Mezhep anlayışı bağnazlık/taassup üretmiş, ümmet arasında tefrika oluşturmuş ve ümmetle nas arasındaki bağı koparmıştır. Mezhebi reddeden anlayış fıkhı ayağa düşürmüş, dört mezhep yerine sayısız mezhep ikame etmiş ve en ilginci son elli yıl içinde üç veya dört âlim etrafında benzeri görülmemiş bir taassup/bağnazlık üretmiştir. Bize düşen tarihimize ait uygulamayı reddetmek değil, ürettiği arızaları reddetmek ve ıslah çabası içinde olmaktır. Bu da ümmetin sorunlarını dert edinen, dava adamı, şuurlu ilim ehlinin vazifesidir.
Bir âlime soru sorup onun deliliyle birlikte zikrettiği fetvayla amel etmekle, kitap karıştırıp her meselede en uç görüşü bulup amel etmek (telfik/şaz fetva arayışı) birbirinden farklıdır. Birincisi sonucu bilmeden bir âlime soru sormak ve çıkan sonuç nefse hoş gelse de gelmese de onunla amel etmektir. İkincisi ise, çıkan sonuçları kontrol edip nefse/hevaya hoş geleni tercih etmektir. Bu, dine uymak değil dini hevaya uydurmaktır. Zındıklık kapısını açacak tehlikeli bir yaklaşımdır.
Bundan olsa gerek selef imamları, âlimlerin şaz/münferit fetvalarını araştıran ve dinlerini bu fetvalar üzerine kuranların zındıklaşmasından korktuklarını söylemişlerdir.
Süleyman Et-Teymi der ki: “Her âlimden ruhsat verdiği konuları alırsan bütün şerri kendinde toplamış olursun.”
Bu sözü aktardıktan sonra İbni Abdulberr der ki: “Bu konuda icma vardır ve ben buna dair –Allah’a hamd olsun- bir ihtilaf bilmiyorum.” [16]
İmam Ahmed (rh) şöyle der: “Şayet bir kimse nebiz konusunda Kufe ehlinin görüşüyle; sema konusunda Medine ehlinin görüşüyle; mut’a nikahı hakkında Mekke ehlinin görüşü ile amel ederse o kimse fasık olur.” [17]
Evzai şöyle der: “Her kim âlimlerin (daha önce görülmemiş) nadir görüşlerini alırsa İslam’dan çıkar.” [18]
Biz cemaat olarak; fıkhın canlı/dinamik olmasını sağlayan, ilim adamlarına içtihat hakkı tanıyan, ümmetle delil arasındaki bağı canlı tutan, geçmişin değil bugünün ihtiyaçları üzerine kafa yoran delile dayalı tercih fıkhını benimsiyor ve uyguluyoruz. Her Müslim’in bulunduğu bölgenin âlimine soru sormasını ve mümkünse delilin bilerek amel yapmasını Asr-ı Saadet ruhuna uygun buluyoruz. Bununla birlikte bağnazlık/taassup üretmediği müddetçe bir mezhebe uyulabileceğini kabul ediyoruz. Allah en doğrusunu bilir.
Soru: Son dönemde sıkça gündeme gelen kadın cinayetleri; yine evladını katleden ebeveyn ve ebeveynini katleden evlat haberlerini değerlendirir misiniz?
Birbiriyle bağlantılı olduğu için, tarafıma ulaştırılan iki ayrı soruya tek bir başlık altında cevap vermek istedim. Bu sebeple iki soruyu birleştirip tek soru hâline getirdim.
Soruda zikredilen “toplumsal cinnet hâli” için bir çok sebep zikredilebilir. Ben, bu sebeplerden önemli bulduklarımı üç başlık altında sizlerle paylaşmak istiyorum:
a. Şer’i Sebepler
Hiç şüphesiz toplum olarak yaşadığımız cinnet hâlinin ilk sebebi; Allah’ın dininden uzaklaşmamız, yeryüzünü zulüm ve fesatla kirletmemizdir. Zira İslam akidesine göre kâinat, bir bütün olarak Allah’a teslim olmuş ve O’na (cc) kulluk etmektedir. İnsan, kâinatı kullukla Allah’a bağlayan zincirin bir halkasıdır. Hâliyle; bu zincirin tek akıllı/iradeli halkası olan insan kulluktan yüz çevirdiğinde, sistem aksamakta düzen bozulmaktadır.
“İnsanların elleriyle kazandıkları (günahlar) sebebiyle karada ve denizde bozgunculuk baş gösterdi. Belki (İslam’a) dönerler diye (Allah) yaptıklarının (cezasının) bir kısmını onlara tattırmaktadır.” [19]
Ayetin tefsir sadedinde şu nebevi beyanı zikredebiliriz:
Abdullah b. Ömer (ra), şöyle demiştir:
“Resûlullah bir sefer bize yönelerek şöyle buyurdu: ‘Ey Muhacirler topluluğu, beş şey vardır ki onlarla imtihan olunduğunuzda (hiçbir şey kalmaz her şey bitmiş olur) sizlerin o döneme erişmesinden Allah’a sığınırım.
Onlar şunlardır: Bir toplumda fuhuş o kadar ileri gidecek ki gözler önünde yapılmaya başlanacaktır. Taun hastalığı ve önceki toplumlarda görülmeyen hastalıklar yaygınlaşacaktır. Ölçü ve tartıya riayet etmeyen her toplum kıtlık, geçim sıkıntısı ve başlarındaki idarecilerin, zulmüyle cezalandırılırlar. Mallarının zekâtını vermeyen her topluma yağmur gönderilmez, hayvanlar olmasa onlara yağmur da yağdırılmaz. Allah ve Resûlü’ne verdikleri sözü tutmayıp ahdini bozanların başına, Allah kendilerinden olmayan kimseleri musallat eder ve o düşmanlar, onların elindekilerin bir kısmını alırlar ve devlet yetkilileri Allah’ın Kitabı ile hükmetmeyip Allah’ın indirdiklerinden işlerine geleni seçip onları uyguladıklarında Allah onları kendi içlerinde sıkıntıya sokup fitne ve anarşi ile azaplandırır.” [20]
Nebevi beyanın son cümlesi, konumuza ışık tutmaktadır. Buna göre Allah’ın (cc) Kitabı’nı terkeden yöneticiler, toplumsal cinnetin başat sebebidir. Vahiyle hükmü terkin cezası, toplumun bir kesiminin diğer kesimine musallat olması ve birbirlerine acı çektirmeleridir. Bugün erkek kadına kadın erkeğe, ebeveyn çocuğuna çocuk ebeveynine musallat olmuşsa; bu, ilahî bir cezadır. Sebebi; yöneticilerin vahiyle hükmetmekten, toplumun da kulluktan yüz çevirmesidir.
b. Toplumsal Sebepler
Bir toplumu anlamanın/çözümlemenin yolu, beş noktadan toplumu gözlemektir: Dinî kurumlar, eğitim veren okullar, kültür sanat taşıyan yazılı görsel medya, toplumu bir arada tutan millî değerler/örf/gelenek ve toplumun ruh yapısını yansıtan siyaset…
Toplumsal cinnet hâlini bu ölçüler ışığında okuyacak olursak şöyle bir manzarayla karşılaşıyoruz:
Din anlayışı: Şüphe yok ki bugün yaşanan din, Allah’ın indirdiği ve insan fıtratına uyumlu tevhid dini değildir. Bugün yaşanan din; muharref dinlerin, mistik felsefelerin, atalardan devralanmış gayriislami örfün ve siyaseti meşrulaştıran satılmış zihniyetin oluşturduğu, uydurulmuş bir dindir. Uydurulmuş dinin kadına, çocuğa ve aileye bakışı rahmani değildir. Tüm muharref dinlerde olduğu gibi kadını aşağılayan ve onu tüm kötülüklerin anası gösteren bir anlayışa sahiptir. Muharref dinin kadın algısı, toplumsal cinnet hâlini din adına meşrulaştırmaktadır.
Eğitim/Okul: Okul, toplumun bir arada yaşamayı ve karşılıklı hakları içselleştirdiği bir mekândır. Öğretilen bilgiler yanında okulun asıl işlevi eğitim ve terbiyedir. Ancak bugün okullar, ne öğretimle ne de eğitimle ilgilidir. Okullar yalnızca tağuta kulluğun modern mabetleridir. PISA ölçümlerini beğenmeyen M.E.B’in, yerli ve millî ölçme değerlendirme projesi ABİDE göstermiştir ki; öğrencilerin büyük çoğunluğu okuduğunu anlamamakta, dört işlemi yapamamaktadır! 12 yılda dört işlemi öğretmekten aciz bir sistemin, eğitim/terbiye veremeyeceği izahtan varestedir. Mevcut durum göz önünde bulundurulduğunda akla şu soru gelmektedir: Okulda eğitim ve öğretim yapılmıyorsa ne yapılıyor? Yetişkini fabrikada, yetişkin olmayanı okulda kontrol altına alan modern kapitalist cahiliye, okulları ideolojik yükleme aracı olarak kullanıyor. Türkiye özelinde değerlendirecek olursak şunu söyleyebiliriz: Bir asırdır T.C.’de Batıcı-Kemalist-Laiklerle Muhafazakâr-Demokrat-Laikler arasında süregelen çekişme, nesiller üzerinden sürdürülmektedir. Atatürk-Karabekir, İnönü-Menderes, Evren-Özal ve nihayet Kılıçdaroğlu-Erdoğan arasındaki çekişmede, kim başa gelirse gelsin, okulları arka bahçe olarak görmekte; M. Kemal’in askerleri-Reis’in askerleri olarak beyinler/kalpler iğdiş edilmektedir. İdeolojik yükleme merkezi olan okullarda çocuklar öğrenemedikleri gibi terbiye de olamamaktadır. Dahası, birlikte yaşam kültüründen uzak, kavgacı, ideolojik birer aygıt olarak hayata atılmaktadır.
Medya: Bugün medya ekini ve nesli ifsat eden sermaye sahiplerinin (mustekbir/mutref) elindedir. Üretilen yazılı ve görsel içerik fahşa ve münkeri yaymak, toplumu ahlaki yozlaşmayla onursuzlaştırmak (istihfaf) içindir.[21] İfsat projesinin ana hedefi kadınlardır. Zira toplumun yarısı kadın, kalan yarısı da kadının eğittiği erkektir. Kadının ifsat olması, toplumun ifsat olmasıdır.
Medya ürettiği içerikle kadını değerli kılan fıtri/ilahî hasletlere saldırmaktadır. Allah’ın (cc) kulluk, eşlik ve annelik hasletiyle yücelttiği kadını; dişiliğiyle ön plana çıkarmaya çalışmaktadır. Kadın vücudunu teşhir edip seyirlik bir vitrin ikonuna dönüştükçe ve karşı cinsi kışkırttıkça değer kazanacağını empoze etmektedir. Oysa kadın bedenini teşhir ettikçe saygınlığını yitirmekte, bir beden/ceset muamelesi görmektedir. Gençliğini ve güzelliğini kaybedince, yani şehvete hitap etmeyince “yok” sayılmaktadır.
Kadını teşhirciliğe özendiren medya, erkeği de maçoluğa özendirmektedir. Bugün yüksek izlenme oranlarına sahip içeriklerin mafyöz ve şiddet içerikli yayınlar olması tesadüf müdür? Kadını teşhirciliğe erkeği maçoluğa özendiren medya ne bekliyor ki? Medya kültür adına ne ekiyorsa haber bülteninde onu biçiyor. Toplum gece izlediğini gündüz tatbik ediyor! Şer kapılarını sonuna kadar açıp ona teşvik ettikten sonra, yüzsüz siyaset-medya neyi, hangi hakla eleştirmektedir? Biraz daha kâr etmek için her yolu mubah gören/gösteren iki yüzlü, ahlaksız, dinsiz medya ve ona yol veren siyaset toplumsal cinnet hâlinin asıl mimarıdır… “Cinayet mahalline ilk katil gelir.” kavlince, her kadın cinayetinde ilk ve en yüksek sesle konuşanın medya olması şaşırtıcı değildir!
Örf/gelenek/değerler: Coğrafyamız muharref din algısı altında şekillenen bir geleneğe sahiptir. Kadına ve çocuğa bakışı sorunludur. “Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin.” sözü, geleneğin cahilî karakterini yansıtmak için yeterli olsa gerektir. Gelenek, kadını Allah katında mükellef bir kul olarak kabul etmemekte; dövülmeyen kadının ya davulcuya ya zurnacıya varacağına inanmakta; erkeğin mübarek (!) dizlerini dövmemesi için bol bol kadın dövmesi gerektiğini salık vermektedir.
Geleneğe göre erkeğin bir kadının dokuz şeytanı vardır. Hem, şeytanla iş birliği yapıp Âdem’i (as) cennetten kovduran da kadındır. Hâliyle kadın kendi başına bırakılırsa şeytanlık yapacaktır. Şer’i ve fıtri olmayan yasaklarla kontrol altına alınmalı, bizi cennetten çıkardığı gibi o da cehennem hayatı yaşamalıdır. Bu yaklaşımıyla gelenek, hem kadının fıtratını hem de onunla aynı evde yetişen erkeğin kadına bakışını zehirlemektedir. Muharref din anlayışı altında şekillenen gelenek toplumsal cinnet hâlini beslemekte, meşrulaştırmaktadır.
Siyaset: Bir ülkede siyaset, toplumun ruh hâlini yansıtan önemli parametrelerden biridir. Dünyada ve T.C.’de siyaset Allah’sız ve ahlaksızdır. “Allah’sız siyasetten” kastımız tevhid ve takva yoksunluğu; “Ahlaksız siyasetten” kastımız haya ve utanma yoksunluğudur.
T.C.’de siyasetin tek kutsalı oydur. Dinî, insani ve ahlaki hiçbir ilkesi yoktur. İktidarı ve muhalefetiyle, sağcısı ve solcusuyla, İslamcısı (!) ve laikiyle… tam bir yozlaşma ve çürüme hâlindedir siyaset. Depremin dahi “insanlık ortak paydasında” buluşturamadığı, depremi dahi birbirleriyle didişme arenasına çevirecek kadar düzeysizdir.
Siyaset, Firavun karakterlidir; toplumu bölmeyi, bölünmüş grupları birbirine düşürmeyi ve zayıf düşen tarafları yönetmeyi hedefler. Siyasetin firavuni karakteri topluma sirayet etmiştir; birey (ve topluluklar) kendinden daha zayıf gördüğünü ezmeye, sömürmeye yeltenmektedir.[22] Vitrindekilerin (siyasiler) ötekini aşağıladığı ve ezdiği bir ülkede; patronun işçisini, kocanın karısını, ebeveynin çocuğunu, çocuğun fırsat bulduğunda ebeveynini aşağılaması normaldir. Zira imamın aksırdığı toplumda cemaat öksürecektir…
c. Bireysel Sebepler
İnsanlık, tarih boyunca benzeri görülmemiş bir kriz yaşıyor. Sanayi devrimiyle tüm dünyayı etkisi altına alan kriz, dijital devrim sonrasında derinleşerek insanlığı savurmaya devam ediyor.
İnsan önce tevhidi, sonra ahlakı ve şimdi de kendini yitirdi. Tevhidi yitiren insan fıtratında hissettiği boşluğu yeni putlarla doldurdu. Sanayi devrimiyle kapitalistleşen ve ahlaki değerleri kaybeden insan, varlığını anlamlı kılan ahiret şuuru yerine onu anlamsızlaştıran/hiçlik duygusuna sevkeden dünyayı ikame etti. Dijital devrimle beraber kendini kaybetti. Zaman, mekân ve gerçeklik algısı kayboldu. İnsanı biyolojik-fizikî anlamda insan yapan zemin ayağının altından kaydı.
Gecede gündüzü gündüz de geceyi yaşayan; tek tuşla sınırları kaldırıp istediği mekânda olan; gerçek hayatta yapması yasak olan şeyleri sanal olarak yapabilen; zaman, mekân ve gerçeklik algısı yitmiş bir insanla karşı karşıyayız. Tevhidi ve ahlakı yitiren kişi, müşrik ve ahlaksızdı, ama insandı. İnsani bir paydada buluşulabilir, toplumsal sözleşme yapılarak bir arada yaşanabilirdi. Kendini yitirmiş nevzuhur varlığa insan demek zor. Şekli insan, evet, ama kesinlikle insani özelliklere sahip değil. Bir robot, bir cihaz, belki bir yazılım/algoritma… Çünkü:
Dijital insan gerçek olmayan/sanal bir dünyada yaşıyor. Gerçek hayata adım attığında tuhaflaşıyor, gerçek hayatın sorunlarıyla başa çıkmayı bilmiyor. Dijital oyunlarda gördüğü gibi, sorunu vurarak, kırarak şiddetle çözüyor.
Dijital insan sürekli görünür olmak, yaptıklarını teşhir etmek veya onay almak istiyor. Görünmek için yapamayacağı hiçbir şey yok. Yatak odasına kamera koyabilir, insan öldürebilir, öldürülen bir insana yardım etmek yerine onu kameraya çekebilir…
Dijital insan istediği kimlikle sanal ortamda varolabilir; onay alacağı bir hayat kurgulayabilir… Zengin olur, fakir olur, doktor olur, amele olur, kadın erkek, erkek kadın olur… Dinin, mesleğin, ekonomik statünün ve cinsiyetin yeniden kurgulanabildiği bir dünyadan bahsediyoruz…
Tevhidi kaybederek fıtratına, ahlakı kaybederek değerlerine ve gerçekliği kaybederek insanlığına yabancılaşan bu tür; inşa etmeyi bilmiyor yalnızca yıkıyor, tüketiyor… Kalp emojisiyle sevgisini dile getirebiliyor ama sevmeyi bilmiyor… Aynı sayfayı paylaşabiliyor ama aynı hayatı paylaşmayı bilmiyor… Bağımlı olduğu ekrandan kopup sevginin, paylaşmanın, birlikte yaşamanın fedakârlık, emek ve külfet istediği gerçek hayata girince; histerik bir ruh hâline bürünüyor, hırçınlaşıyor… Sonuç: Haber bültenlerinde izlediğimiz gibi…
Ez-Cümle:
Toplumsal olarak cinnet hâlini vareden şer’i sebepler (şirk ve masiyet) sonlanmadan; toplum tevhid ve adaletle ıslah olmadan (vahye dayalı şer’i bir sistem) barış ve huzur, tatlı bir hülya olarak kalacaktır. Ebeveyn çocuklarından çocuk ebeveyninden, kadın kocasından koca hanımından korku içinde yaşayacaktır. Bugün olduğu gibi şiddet/cinnet gündelik hayatın bir parçası olacak; yaşanan ölümler birer istatistik olmanın ötesine geçmeyecektir. Toplumsal sorunlar; müstekbir siyasetçilerin demeçleriyle, sorunun kaynağı yüzsüz medyanın timsah gözyaşlarıyla, fildişi kulelerinde toplumsal çözümleme yapan akademi çalıştaylarıyla, siyaseti kıble edinmiş Diyanet’in çabalarıyla, cinsiyet eşitliğini savunan sapkınların onursuz teklifleriyle… çözülmez, çözülemez… Çözüm Allah’a (cc), İslam’a, fıtrata, insanı insan yapan değerlere dönüşle mümkündür. Çözüm şeriattır!
Konunun gündeme geliş biçimine dair!
“Çözüm şeriattır.” diyerek sorunun cevabını bitirmiştim. Ancak son bir noktaya temas etmek istiyorum: Biz Müslimler olarak elbette toplumsal sorunları önemseyecek, vahye dayalı çözümlerimizi insanlarla paylaşacağız. Bununla birlikte bir gerçeği bilmek zorundayız:
Medyanın kadına şiddet olayını gündeme getirmesi ne insani ne de ahlakidir. Konu içinde de değindiğimiz gibi bu toplumsal yarayı oluşturan ve sürekli kanatan medyadır! Medyanın bu sorunu timsah gözyaşlarıyla gündemde tutması, küresel tuğyanın hedefi olan aile kurumunu ortadan kaldırmak ve bireyi ailesiz/korumasız bırakmak içindir. Şöyle ki;
Küresel tuğyan uzun zamandır hedefine aile kurumunu koymuştur. Zira aile bir korunak, bir sığınaktır. Hayat tecrübesi olmayan bireyi dış tehlikelerden koruyan, dinî/ahlaki değerleri içinde yaşatan ve bireyi sorumluluklarla hayata bağlayan bir kurumdur. Kapitalist küresel tuğyan, kişiyi tüm bağlardan koparıp bireyleştirmek, bencilleştirmek ve bir tüketim aygıtına dönüştürmek istemektedir. Aile, bu hedefin önündeki en büyük engellerden biridir. Bu sebeple elindeki tüm imkânları aile kurumunu ortadan kaldırmaya teksif etmiştir. Bugünlerde çokça konuşulan cinsiyet eşitliği, kadın hakları, kadın hareketleri, kadın özgürlüğü… tamamı aileyi hedef alan ve kadını aileden, annelikten, evlilik düşüncesinden koparma operasyonlarıdır.
Konuşmakta olduğumuz toplumsal cinnet hâli medyaya nasıl yansımaktadır? Haber diline dikkat edecek olursanız, amacın kadını korumak olmadığını anlarsınız. Örneğin:
“Kadına yönelik şiddet” bu başlık ne çağrıştırıyor? Şiddet kadına yöneliktir. Sebep? Sebep “kadın” olmaktır. Kadın cinsiyeti şiddetin gerekçesidir.
“Erkek şiddeti” bu dil ne çağrıştırıyor? Erkek şiddet uygular. Sebep? Çünkü erkektir. Erkek cinsiyeti şiddetin sebebidir. Öyleyse cinsiyet ortadan kalkmalı, kadın ve erkek arasında fark olmamalıdır.
“Namus cinayeti”… Cinayet vardır ve sebebi namustur.
“Aile içi şiddet”… Bir yerde aile varsa, o aile içinde şiddet olacaktır. Aile demek şiddet demektir.
Yani kadınlıktan, erkeklikten, namus mefhumundan ve aile kurumundan kurtulursak sorunlarımız bitecektir.
Aynı medya “eşcinsel” sapkınlığını “onur” kelimesiyle, kadının vücudunu teşhir etmesini “cesurlukla”, kadının boşanmasını “özgürlükleşmekle”, kadının annelikten kopuşunu “saygın iş insanı olmakla” haberleştirmektedir. Kahrolası kâfirler! Tevhide, fıtrata, ahlaka ve insana dair her şeye düşmanlar. Sebebi oldukları bu yozlaşmış toplum bumerang gibi onları da vuracak, oluşturdukları ahlak enkazının altında kalacaklar!
“… Zulmedenler çok yakında nasıl bir inkılapla devrileceklerini bilecekler.” [23]
Soru: Hocam! Yenilen yiyeceklerin, bulunulan mekânların veya satın alınan bir metanın sosyal medyadan paylaşılması şer’an ve edeben sakıncalı mıdır?
Kulluk anlayışımızın belirginleşmesi için, tevhid anlayışının özünü oluşturan ayetlerden birini hatırlayalım:
“De ki: ‘Şüphesiz ki Rabbim, beni dosdoğru yola iletti. Dimdik/güçlü ve hanif olan İbrahim’in dinine. O, müşriklerden değildi.’ De ki: ‘Şüphesiz ki benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. O’nun hiçbir ortağı yoktur. Ben bununla emrolundum ve ben Müslimlerin/şirki terk ederek tevhidle Allah’a yönelen kulların ilkiyim.’ “ [24]
Bizim bedenî ibadetlerimiz (namaz), mali ibadetlerimiz (kurban) hayatımız ve ölümümüz (arasındaki her şey), âlemlerin Rabbi olan Allah’adır. Bir bütün olarak hayatımız/varlığımız O’na (cc) aittir; hiç bir ortağı olmamak üzere O’nun dinine/otoritesine teslim olmak zorundadır.
Sosyal medya/Sanal âlemde hayatımızın bir parçasıdır ve orada bulunduğumuz her an kuluz; şer’i ve edebi ölçülere riayet etmek durumundayız. Aksi hâlde sanal âlem-gerçek hayat arasındaki bağı kaybedersek, bir önceki bölümde anlattığımız gibi, biz sosyal medyayı değil sosyal medya bizi kullanmış olur.
Bu noktada ölçümüz şudur: Sosyal medya/Sanal âlemdeki davranış ve sözlerimizle gerçek hayattaki söz ve davranışlarımız arasında fark olmamalıdır. Şayet Müslim bir ortamda söyleyemeyeceğimiz bir sözü sosyal medyada söylüyorsak, kardeşlerimiz arasında yapamayacağımız bir davranışı sosyal medyada yapıyorsak… modern cahiliyenin tesiri altındayız demektir. Bu durumda sosyal medyanın bizim için bir afet olduğunu bilmek, dinimizin selameti için sosyal medya kullanımını kısıtlamak zorundayız.
Bir örnek üzerinden hasbihâlimizi sürdürelim: Bizim pazar seminerlerimizi düşünün… Yüzlerce kişinin bulunduğu ortama bir Müslim girsin ve tek tek insanlara uğrasın. Elinde bir tabak, içinde de yemek olsun. “Biliyor musun, ben X restorandan yemek sipariş ettim, onu yiyorum.”desin. Ya da yeni satın aldığı bir saati göstersin ve saat hakkında bilgi versin… Ne düşünürüz? Ben düşüncelerimi kendime saklamak istiyorum! Zannımca en iyi düşünenimiz aklında bir sorun olduğunu veya görgüsüz bir insan olduğunu düşünür.
Sosyal medyada yediğini, içtiğini, ev hâlini veya satın aldığı bir eşyayı yayınlayan, sürekli fotoğraf paylaşma ihtiyacı hisseden ne yapmaktadır? Yukarıda zikrettiğim örneği düşünürseniz, aslında pek de farklı bir şey yapmamış olmaktadır. Kendisini gören insanlara tek tek veya topluca gösteriş yapmakta, görgüsüzce davranmaktadır. Peki, gerçek hayatta kimsenin yapmayacağı bu görgüsüzlük sanal âlemde niye normal karşılanmaktadır? Çünkü sanal âlem/sosyal medya modern cahiliyenin gösteri sirkidir. Çoğu insan aynı anda hem sahnede hem izleyiciler arasındadır. Normal hayatta yapılması mümkün olmayan hareketler gösteri sirkinde normalleşmekte, insanlar eğlenmek için suç ortaklığı yapmaktadır.
Yapmayalım! Reddetmekle mükellef olduğumuz cahiliyenin bir parçası olmayalım… Onları Allah’a davet etmek için girdiğimiz bu sirkte, kendimizi kaybedip sirk sahnesinde şaklabanlık yapanlara dönüşmeyelim… Birbirimize çokça hakkı ve sabrı tavsiye edelim… Her şeyi önüne katan ve hurdalaştıran bir kasırgada savrulmamak için birbirimizin elinden tutalım. Neyi, niçin kullandığımızı unutmayalım… Allah’a kul olduğumuzu, Tevhid ve Sünnet davasına gönül verdiğimizi ve bir mücadele içinde olduğumuzu hatırda tutalım. Bir Müslim’e ve dava insanına yakışır şekilde davranalım.
Rabbim beni ve sizleri cahiliyenin, nefislerimizin, insi ve cinni şeytanların şerrinden korusun.
[1] .Buhari, 946; Müslim, 1770
[2] .Maalesef rey ehli ve hadis ehli ashap gibi birbirlerini anlayışla karşılamamış; Allah’ın rahmet ettikleri müstesna birbirlerini en ağır sözlerle töhmet altında bırakmışlardır. Her konuda olduğu gibi mezhep konusunda da bu ümmeti ıslah edecek şey; ilk neslin kendisiyle ıslah olduğu anlayıştır.
[3] .Buhari, 1286-1288
[4] .Tirmizi, 79; İbni Mace, 22
[5] .Nesai, 174
[6] .Mezhep imamlarının sözlerinin kaynak tespitini yapan öğrencime “teşekkür” ediyorum.
[7] .Hilyetu’l Evliya, 6/332
[8] .Tabakat, İbni Sad, 5/468
[9] .El-Cami, İbni Abdilber, 2/91
[10] .El-İntika, 145
[11] .Siyer Alamu’n Nubela, 10/35. Şafi mezhebi muhaddislerinden Beyhaki, Nevevi (rh), İbni Hacer gibi âlimler bu hassasiyeti yaşatsa da, Şafi Mezhebi âlimleri genel olarak imamın koyduğu mezkur ilkeye muhalefet etmiş; mahza taklide dayalı bir mezhep kültürü oluşturmuşlardır.
[12] .İlamu’l Muvakkiin, 2/302
[13] .Camiu’l Ulumi’l İmam Ahmed 5/195. Taklide karşı olan Ehl-i Hadis anlayışı ve selefîlik, Hanbelî Mezhebi içinde bugüne geldiğinden “Hadis Fıkhı/Ahadisu’l Ahkam” geleneğini yaşatmış ve mahza taklide dayalı mezhepçilik yerine delile dayalı ittiba (kısmi taklit) şuurunu sürdürmüştür. Günümüz Hanbelî âlimlerinin büyük çoğunluğu, İmam Ahmed’in görüşlerinden ziyade usulüne bağlıdır. Bu sebeple şer’i ilimleri tahsil etmiş ve fıkıh melekesi kazanmış bir ilim adamı, delillere bakıp tercih yapabilmekte ve görüşlerini deliliyle birlikte topluma açıklamaktadır.
[14] .El-Bidaye ve En-Nihaye, 11/166
[15] .Ebu Davud, 3660; Tirmizi, 2656
[16] .Camiu Beyani’l-İlmi ve Fadlihi, 1767
[17] .İrşadu’l Fuhul, 2/253
[18] .Es-Sünenu’l-Kubra, 20918
[19] .30/Rûm, 41
[20] .İbni Mace, 4019
[21] .”Kavmini hafife aldı/onursuzlaştırdı/aptallaştırdı, onlar da ona itaat ettiler. Şüphesiz ki onlar, fasık bir topluluktu.” (43/Zuhruf, 54)
[22] . “Şüphesiz ki Firavun, yeryüzünde üstünlük tasladı. Oranın halkını gruplara ayırıp onlardan bir bölümünü mustazaflaştırıyor/güçsüzleştiriyor; erkek çocuklarını boğazlayıp, kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı. Biz, yeryüzünde zayıf bırakılmış olan (mustazaflara) iyilik yapmak, onları (kendilerine uyulan) imamlar yapmak ve onları (yeryüzüne) vâris kılmak istiyoruz.”
Firavunlar; ırka, gelir seviyesine, sosyal statüye, meslek gruplarına dayalı olarak toplumu sürekli bölerler. Toplum bölündükçe birbirine düşman olur ve zayıflar. Kamplaştırılmış, çatıştırılmış, bölünmüş toplum bireyleri güven ve huzur için bir kurtarıcı arar. O kurtarıcı Firavun’dur… Allah (cc) ise insanları tevhid inancıyla bütünleştirip, İslam boyasıyla boyamak ve tüm suni kimliklerin bir kenara bırakılıp İslam’ın ana kimlik olarak kabul edilmesini ister. Bunu başarmış toplumların tevhid inancı ve adalet ahlakıyla yeryüzünün vârisleri ve imamları olmasını diler. (28/Kasas, 4-5 ve açıklaması)
İlk Yorumu Sen Yap