Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…
İslam dini bir bütündür. Onun akide, ahkâm ve ahlaka dair ilkelerinin herbiri, bir diğerini tamamlayan bir yapının tuğlaları gibidir. Kişi hayatında İslam’ı bütünleştirdiği oranda İslam onda şahsiyet bulur ve övülmüş İslam karakteri ortaya çıkar. Kalpleri Allah’a tevazuyla boyun eğip teslim olmuş, Allah’a tutunmuş, dinini O’na halis kılmış, kalpleri Allah’ı anmayla mutmain olan, yerin ve göğün yaratılışını gecenin ve gündüzün ardı sıra yer değişmesini tefekkür eden, Allah için sabreden, malını gece gündüz açık ve gizli infak eden, Allah’ın ayetleri karşısında kalpleri titreyen, gözleri yaşaran mümin, ne yalnızca akideyle ne de ahkâm ve ahlakla ortaya çıkmaz. Her müminin gıpta ederek okuduğu ve dualarından Rabbinden istediği bu şahsiyet, akide, ahlak ve ahkâmın bir bütün olarak kişide yer etmesiyle kazanılır.
“Ey iman edenler! Bir bütün olarak İslam’a girin ve şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o, sizin apaçık düşmanınızdır.” (2/Bakara, 208)
Allah’ın dini olan İslam’a bir bütün olarak girmek ve şeytanın adımlarına uymamak arasında nasıl bir bağlantı olabilir?
Şeytanın insanı İslam’dan bir bütün olarak uzaklaştırması zor olduğundan parça parça, adım adım uzaklaştırarak bütünle arasındaki bağı zayıflatır. İnsi ve cinni şeytanların bilincinde olduğu en önemli husus ise, bütünün her bir parçasının mutlaka diğeriyle bir bağı olduğudur. Bazısı bir diğerinin temeli, kapısı, onu sağlamlaştıran harcı, güzelleştiren süsü… Mutlaka ama mutlaka İslam’ın öğretileri arasında bir bağ olduğudur.
Allah katındaki ehemmiyeti, Rasûllerin davet sıralamasındaki yeri ve eksikliği durumunda sebebiyet verdiği ahiret cezaları göz önüne alındığında İslam, önem ve öncelik sırasına göre akide (tevhid-şirk), ahkâm (farz-haramlar) ve ahlak olarak tasnif edilmiştir. İslam alimlerinin bu tasnifi konuların daha iyi anlaşılması ve İslam’la tanışan insanlara öğretilmesi gereken önceliklerin belirlenmesine yöneliktir. İblis, bu tarz tasnif ve kategorize kapılarından mümine yaklaşır, şemanın alt sıralarında yer bulanların önemsiz olduğunu, sabır ve iradenin üst sıralarda olana kullanılması gerektiğini söyler. Aslında bu, üst sıralarda yer bulan olmazsa olmazların altta olması ve adım adım terk edilmesine yönelik bir plandır. Buna farz ve sünnet namazları örnek verebiliriz. Sahabe nesli farz ve sünnetin ayrı şeyler olduğunu, ikisinin terki arasındaki farkı çok iyi biliyordu. Ancak amel noktasında ayrıma gitmiyor, özel durumlar olmadığı müddetçe vakit namazını sünneti, farzı, sonrasında var olan tesbihatıyla bir bütün olarak ele alıyorlardı. Sonraki nesiller namazları ‘olması gereken-olsa iyi olur’ şeklinde ayırıp, fukahanın farz sünnet ayrımını yanlış anlayınca, zamanla farzla aralarındaki bağ da zayıfladı. Farzın terkine, onda gevşekliğe, onun eğitici, rahatlatıcı ve yönlendirici gücünden mahrum olmaya başladılar. Bir insana, kıldığı namaz iyi olanı emretmiyor, (11/Hud, 87) onu kötülüklerden alıkoymuyor, (29/Ankebut, 45) ona Allah’ı hatırlatmıyor, (20/Taha, 14) nimeti bulduğunda şımarıp cimrileşmesine, musibet anında her şey bitmiş gibi ümitsizleşmesine engel olmuyorsa (70/Mearic, 19-22) bütünden kopardıklarına bakmalıdır. Bir bütün olarak namazdan sonra da bir bütün olarak İslam’dan kopardıkları onun namazının etkisini kırmış, beklenen sonucu vermesine engel olmuştur.
Şeytan bu açığı ve vahim sonuçlarını bildiğinden bu kapıdan insana yanaşır dedik. Bu sebeple her tasnif, kategorizasyon böyle bir tehlike barındırır.
Bu girizgahtan sonra konumuza dönecek olursak: insanların akide, ahkâm ve ahlak ayrımında şeytan insanlara ahlak kapısından yanaşır. Şemanın altına yerleştirilmiş olmasını fırsat bilerek onu müminin gözünde önemsizleştirir, ona dönük hatalarını ertelemesini, eksikleri telafi etmeyi geciktirmesini sağlar. Bu noktada şeytanın dostlarını da hatırlamak gerekir. Evet, Allah’ın dinine yardım eden dostları olduğu gibi, iblisin insanoğlunu saptırma projesine yardımcı olan dostları da vardır. Ve içinde yaşadığımız şu çağda iblisin dostları kurumsallaşmış, insanoğlunu saptırma projesini bilimsel bir zemine oturtmuştur. Özel olarak geliştirilen tekniklerle İslam ahlakına aykırı hasletler süslenmekte, astronomik rakamlar harcanarak insanlara sunulmakta, ahlaksızlığın faydalarına dair bilimsel raporlar(!) hazırlanmakta, baş döndürücü bir hızla İslam’ın ahlak yapısı çökertilmeye çalışılmaktadır. İnsanlar –Allah’ın rahmet edip korudukları müstesna- kendi paralarıyla ahlaksızlık satın alıp, servet harcayarak cehenneme yatırım yapmaktadırlar.
Gayri İslamî ahlaklardan görebildiğimiz ve yazının sınırları içerisinde ele alabileceklerimizi nefislerimize ve kardeşlerimize hatırlatmak için başyazımızı bu konuya ayırdık.
1. Konfor Hastalığı
İslam, kulluk dinidir. Kişinin, Rabbinin şeriat ve kaderine tam anlamıyla teslim olmasının adıdır İslam. Dinin sahibi olan Allah, dünya hayatını imtihan yeri olarak belirlemiş, iyiler ve kötülerin açığa çıkması için her an onları deneyeceğini, denemenin şartlarının zor olduğunu, ancak sabır ve takvayla imtihanların kazanılabileceğini belirtmiştir.
“Elif, Lam, Mim. Yoksa insanlar iman ettik dedikten sonra imtihana tabi tutulmadan bırakılacaklarını mı sandılar? Andolsun ki onlardan öncekileri imtihan ettik. Elbette Allah doğru olanları da yalancıları da bilir. (Ve imtihanlarla insanların da bilmesini sağlar).” (29/Ankebut, 1-3)
“Sizden önceki toplumların başına gelenler sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onların başına çeşitli yoksulluklar ve musibetler geldi; öylesine sarsıldılar ki (sonunda) Rasûl ve onunla beraber olan müminler: ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ dediler. Dikkat edin! Şüphesiz ki Allah’ın yardımı yakındır.” (2/Bakara, 214)
İslam’ı yaşamak başlı başına bir imtihandır. Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem: “Sizin önünüzde sabır günleri vardır. O günlerde sabır ateşten bir koru çıplak elle tutmak gibidir…” (Ebu Davud) buyruğu iyi anlaşılırsa, o günlerin, içinde yaşadığımız günler olduğu anlaşılacaktır.
İslam davası zor, kulluk zor, şeytanın vesveseleri ve nefsin ayartmalarına sabır zor, cennet yolu uzun ve zor. Zor, zor, zor… Bu yükün altından irade sahibi, zora dayanıklı, gecikene sabır gösterebilecek insanlar kalkabilir… Bu nedenle olsa gerek, refahla şımartılmış, zenginlikle azgınlaşmış insanlar umumiyetle Rasûllerin davetinden yüz çevirmiş, karşı cephede yer almayı tercih etmişlerdir.
“Biz, hangi beldeye bir uyarıcı yolladıysak mutlaka oranın refah içinde yaşayan şımarık zenginleri ‘Biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyi inkar ediyoruz’ dediler.” (34/Sebe, 34)
Bugün insanlara kulluktan, İslam davasından, İslam’ın farz ve haramlarından uzak durmaları telkin edilmiyor belki, ancak konfor bir zaruret ve ihtiyaçmış gibi gösterilerek, iyi ve mutlu bir hayat konforla özdeşleştirilerek, insanlar konforperest hale getiriliyor. Tüm kainatın hizmetine sunulduğu insan, eşyaya hükmedip onu kullanacakken, eşyanın hükmettiği, eşyaya ve şartlara esir bir birey haline geliyor. Sorumluluklarını yerine getirmesi için belli standartlar arıyor. O standartlar olmadığında şartları bahane haline getirip sorumluluklarından kaçmaya başlıyor.
Kurbağa deneyini duymuşsunuzdur. Kurbağa, kaynar su içine atıldığında yaşama refleksiyle sıçrıyor ve saniyeler içinde haşlanacağı sudan kendisini kurtarıyor. Aynı kurbağa suyun içindeyken su yavaş yavaş ısıtıldığında gevşiyor, gevşiyor nihayet haşlanma seviyesine geldiğinde sıçramak istese de sıçrayamıyor ve ölüyor. Toplum mühendisleri insanları adım adım konfor ve lüks bataklığına çekiyor, konforperestliğin dünyevi ve uhrevi sonuçları anlaşılacak olsa dahi gevşemiş iradeler, talan olmuş sabırlar ve şartlara bağlılığın elleri ayakları bağlayan prangaları yok oluşu seyretmekten başka yol bırakmıyor.
Ne yapmalı?
İçinde yaşadığımız zaman ve mekan bizden bağımsız olarak rahatı, lüks ve konforu standartlaştırıyor. Ve hayatın her alanında rahata alışmış bir nesil yetişiyor. Yeni nesille ilgili şikayetler biraz da bundan kaynaklanmaktadır. İslam’ın insanı yoran ve rahatını bozan öğretileri yeni nesle zor geliyor. Namaz kılmak yerine namaz içerikli tweet atmayı, mücadele etmek yerine sanal kimliğine mücadele önderlerinden birinin adını vermeyi, İslamî faaliyetlerde kanı, teri, gözyaşıyla bulunmaktansa, yapılan faaliyetleri ‘Like’lamayı tercih ediyor.
Rahatın her yönden bizi kuşattığı şartlarda, rahatın esiri olmamak için şartları değiştirmeliyiz. Sorumlu olduğumuz aile bireylerine farklı yaşamları göstermeli, onu yaşayıp teneffüs etmelerini sağlamalıyız. Bunun için fikir alışverişinde bulunmalı, faydalı ve öğretici tespitleri kardeşlerimizle paylaşmalıyız.
Evet, konfor ve rahat yaşam İslam’ın inanç ve ahkâm boyutuna direkt olarak olumsuz etki etmiyor gibi görünebilir. Ancak bütünün altını oyduğunu ve yeni nesli geri dönülmesi zor bir sürece soktuğunu unutmayalım.
2. Acelecilik
Allah subhanehu ve teâlâ insan için: “İnsan aceleden/aceleci olarak yaratıldı” (21/Enbiya, 37) buyurmaktadır. İnsanın aceleciliği onun imtihanıdır. Onu sabır, hilim, tefekkür ve tedebbürle terbiye etmesi istenmiştir.
Aceleciliği tedavi edilmesi gereken bir hastalık olarak gören İslam’ın yanına, ‘İçinde yaşadığımız çağ hız çağıdır’ ya da ‘Acele etmeyenler başarı yarışının gerisinde kalır’ diyen modern anlayışı koyun. İslam insanı arındırıp terbiye etmeye çalıştıkça, onlar insanı hızlandırıp mekanik bir robota çevirmeye çalışıyorlar. Daha hızlı arabalar, daha hızlı bilgisayarlar, daha hızlı okuma kursları, daha hızlı anlama ve ezberleme materyalleri, daha hızlı mutlu olma seminerleri… Hep daha hızlı daha hızlı… Niçin? İnsanı tabiatında var olan boşluktan yakalayıp, fıtratında var olan hız tutkusuyla azdırmak, ayartmak ve yoldan çıkarmak için.
Hız, insanı yüzeyselleştirir. Okuduğunu anlamaz, anlasa da kalbini harekete geçirerek, iç dünyasında Rahmani duygular inşa edecek etkiyi hissetmez.
Gördüğü üzerinde tefekkür edemez. Tefekkür etmeye kalksa sıkılır, bunalır. Allah’ın insana okumasını emrettiği iki kitabı da okuyamaz… Kur’an ve kainat kitabını okumaktan mahrum kalır. Okuyamadığı için de manevi bir boşluk içinde bocalar. Sorumluluklarını yerine getirmesine sevk eden Allah’ı tanıma isteğini, O’nun azametine saygıyı, O’nun yarattığı bunca nimete şükür ve şükrün ulaştırdığı Allah sevgisini, O’na subhanehu ve teâlâ hakkıyla kulluk edememe korkusunu elde edemez.
Neden Allah Kur’an’ı yirmi üç yılda indirdi? (25/Furkan, 32) Neden Kur’an’ın ağır ağır ve gece vakitlerinde okunmasını istedi? (73/Müzzemmil, 1-6) Neden Allah namaz ve zekât kadar sabrı emretti? Bunların sayısız hikmetleri yanında en göze çarpanı, insandaki acelecilik ve ona bağlı olarak gelişen yüzeysellikten koruma ve terbiye etmedir.
Bizler bireysel, ailevi ve cemaatsel olarak bu hız çılgınlığına karşı bir şeyler yapmalıyız. İnsi ve cinni şeytanların hızlandırmak için yoğun bir çaba içerisinde olduğu insanlığı yavaşlatan, durup düşünmesini sağlayan, belli bir fikir ve düşünce üzerinde yoğunlaştıran programlarımız olmalı. Bu anlamda sohbet ve ders faaliyetleri, kitap okuma programları, meal okuma çalışmaları, itikaf vb. halvet günleri önemlidir. Bunların evlere taşınıp, evlerde uygulanan kadın ve çocukların dünyasına uygun formatlarla onların da dahil olduğu faaliyetler olması gerekir.
Acelecilik iman-küfür ya da farz-haram kategorisinde ele alınmayan, daha çok ahlaki bir problem olarak algılanabilir. Ancak sebebiyet verdiği vahim sonuçlar düşünüldüğünde kimi zaman akidevi kimi zaman ahkâma dönen zararları olduğu görülür.
Vadedilen zaferi gecikmiş gördüğü için yolunu değiştirip, geçici başarıların ve dünya metaının bol olduğu yollara tevessül edenler, zahiren ahlak kategorisinde değerlendirilen acelecilikle maluldürler. Fakat vardıkları nokta kendilerinin de bir zamanlar akidevi bozukluk olarak kabul ettikleri hazin bir sondur.
3. Bahanecilik
İnsanoğlu ‘savunma’ mekanizmasıyla yaratılmıştır. Canına, malına, onur ve kişiliğine namus ve haysiyetine, dinine kısaca kendisi için önemli ve kutsal olana saldırı hissettiğinde ‘savunma’ özelliği devreye girer.
Şeytan insanda var olan bu fıtri özelliği onun aleyhine kullanarak ‘bahane üretme’ hastalığına çevirir. Sorumluluklarını yerine getirmediğinde, Allah subhanehu ve teâlâ ya da kul hakkında hata yaptığında, şeytan vesveseleriyle ona bahaneler öğretir. İnsanı anlık olarak rahatlatan bu vesveseler selim fıtrata uyumlu değildir aslında. Fıtratta var olan takva, nefse bitiştirilmiş olan melek ve Allah’ın her müminin kalbinde var olan vaizi insanı uyarır: ‘Hatanı kabullen, tevbeyle Allah’a yönel, helallik iste ve eksiklerini telafi et.’ Her insan vicdanın derinliklerinden bu çağrıyı duyar. Kimisi vahyin ve aklın gereği olanı yapar, hatasının sorumluluğunu üstlenir; kimi de bahaneciliğin hafifliğine kapılıp, sürüklenir. Zamanla bahanecilik ahlak haline gelir.
“O gün insana yaptıkları ve (yapmayıp) erletedikleri haber verilir. (Hayır) Aslında insan kendi nefsine karşı basiretlidir/onu en iyi tanıyandır. Mazeretlerini saçıp dökse bile” (75/Kıyamet, 13-15)
Bugün kurumsal olarak bahanecilik insanlara öğretiliyor. Yeni gelen nesiller eskilerden hayat boyu bu dersi alıyor ve bayrağı bir adım ileriye taşıyarak ilerliyorlar. Cahil eğitim imkânlarının azlığını, fakir sermaye dağılımını, zengin kimseye güvenilmeyeceğini, toplum öncülerin kendini beğenmişliğini, öncüler toplumun lakaytlığını… Herkes bir şeyleri yapması gerekip de yapamadıklarına bahane olarak öne sürüyor. Eksiklerin tespit ve telafisi için harcanması gereken vakit ve enerji, içinde bulunulan durumun bahanelerle meşrulaştırılmasına harcanıyor.
Bu, zikrettiğimiz birinci ve ikinci hastalıkla alakalıdır. İnsanlar rahata talip, yorulmak istemiyorlar. Kolay ve çabuk olana talip, beklemeye ve sabretmeye yanaşmıyorlar. Bu fırsatı onlara bahanecilik sunuyor elbet. Onlar da dört elle bahaneciliğe sarılıyorlar.
Bahanecilik, çıkmaz sokaktır. Bunu iyi anlamalı, hem sözlü hem de pratik olarak yeni gelen nesle aktarmalıyız. Yeni neslin okulu evlerdir. Anne ve babalar eksiklerini içtenlikle kabul etmeli, tevbe ve helallik istemeyi çocuklara öğretmelidir. Bunlardan daha önemlisiyse hatayı telafi etme ve sebeplerini ortadan kaldırmak için bir şeyler yapılmalı, çocuklar bu sürece şahit tutulmalıdır.
Kardeşlerimizin dikkatini bir noktaya çekmek istiyoruz:
En tehlikeli bahanecilik hedefler ve ideallerin bahaneye dönüşmesidir. Kimi zaman insanlar kendilerini aşan, şartlar ve altyapı itibariyle ulaşılması mümkün olmayan şeyleri hedef haline getirirler. Bu, bahaneciliğin en sinsi ve tehlikeli halidir. Evi İsrail askerleri tarafından işgal edilmiş, Yahudi kanalları ailesinin zihin ve kalp dünyasını siyonizmin batıl öğretileriyle kirlettiği, çocuklarının aldığı eğitim İsrail kuruluşları tarafından şekillendirilen Müslümanın hedefi ve ideali ne olmalıdır?
Elbette evini, ailesini işgalden kurtarmak… Lakin bu kişi Mescid-i Aksa’yı işgalden kurtarmayı hedef ve ideal haline getirdi mi hedef, bahane olmaya başlıyor. Yapamayacağını bahane ederek yapabileceğini ihmal ediyor.
Hidayet rehberi olan Kur’an’ı okuma, anlama ve yaşamaya dönük hiçbir faaliyeti olmayan Müslümanın tefsir âlimi eksikliğini idealleştirip gerçekleşmesi, uzak bir ihtimal olanı, yorucu olmayan bir çabayla gerçekleşmesi mümkün olana bahane kılması gibi…
Hedef ve ideallerin meşru hatta elzem olması onların doğru ve faydalı hedefler olduğu anlamına gelmez. Hedef ve idealler kişinin içinde bulunduğu şartlar ve altyapısıyla uyumlu olduğunda isabetli, aksi halde genel olarak doğru, özel anlamda hatalıdır. Çünkü böylesi hedefler daha ziyade bir şeylerin bahanesi durumundadır.
4. Rekabet ve Yarış
İnsan, faydası olan şeyleri elde etme istek ve azmi, zararına olanlardan korunma ve kaçma fıtratıyla yaratılmıştır. İhtiyacı olan fayda bir başkasının da ihtiyacı olduğunda insan, yol ayrımına gelmiş olur. Önünde iki yol vardır.
İlki: Elinden geleni ortaya koymak ve çıkan sonuca razı olup elde ettiğinde şükür, edemediğinde sabır ve kanaat göstermektir. Bu yol, yolların en hayırlısıdır. İçinde tevekkül, rıza, şükür, sabır gibi güzel hasletler bulunmaktadır.
İkinci yol: Elinden gelen çabayı gösterdikten sonra elde ettiği neticeye razı olmamak, başkalarının elinde olana tamah etmek, Allah’ın ihsan ve lütfundan insanlara bahşettiği faziletleri çekememek, kazananı olmayan bir yarışın içinde tükenmek. Bu yol, yolların en şerlisidir. İçinde kıskançlık vardır, haset vardır, Allah’ın hikmet ve kaderine razı olmama vardır…
Şeytan, Adem’le aleyhisselam böyle bir yarışın içerisine girdiği için kaybetmiş ebedî hüsrana uğramıştır. O günden bu yana sürekli insanları yarıştırmakta, her insana elindekini değil de başkasının elinde olanı görmesini fısıldamaktadır. Yeryüzünde işlenen ilk hatalar, onun saptığı noktadan insanları saptırmak istediğinin yeterli kanıtı değil midir? Adem’i meleklerle (7/Araf, 20), çocuklarından birini diğeriyle yarıştırmıştır. (5/Maide, 27) Böylece yasak ağaçtan yedirerek semada, cana kıydırarak yeryüzünde ilk hatayı işletmiştir.
Mevcut düzen, cinni şeytanların kışkırtmasıyla insanlardaki bu duyguyu kamçılamaktadır. Daha taze bir fidanken ele alınan çocuklar amansız bir yarışa sokulmakta; sınavlar, sözlüler, karneler, diploma, üniversite, kamu yerleştirme, kurum içi terfi… Sürekli yarıştırılmakta ve birbirilerini rakip görmeleri sağlanmaktır.
Böylece de kıskanç, hasud, elinde olana şükretmeyen, payına razı olmayan, insanı sevmeyen, her biri dağlar cesametindeki ahlaki yoksunluklarla donatılmış insanlar türemektedir.
Bu rekabet duygusu kimi zaman dinî alana sıçramakta, insanlar hayır ve fazilet bir başkası tarafından dillendirildiği için onu kabule yanaşmamaktadırlar. Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem Peygamberlik verildiğinde Ebu Cehil’in: ‘Biz ve Abdulmenafoğulları yıllardır şan ve şeref için yarışıyoruz. Onlar hacılara yemek verdi, biz de verdik. Onlar su dağıttı, biz de dağıttık. Onlar insanların yükünü omuzladı, biz de yaptık. Şimdi tam onlarla eşit durumdayken: ‘Bizim semadan vahiy alan Peygamberimiz var’ diyorlar. Bunu kabul edip de öne geçmelerini mi sağlayayım?’ (Siyret-u İbni İshak) sözü rekabetin nelere mâl olduğunu göstermesi açısından manidardır. Bunun bir başka örneği de Yahudilerdir.
“Daha önce Musa’ya (şüphe ve inkâr içerikli) sorular sorulduğu gibi siz de Peygamberinize sorular mı sormak istiyorsunuz? Kim imanı küfürle değiştirir/iman yerine küfrü tercih ederse şüphesiz ki doğru yoldan sapmış olur.” (2/Bakara, 108)
İlk etapta ahlaki bir sorun gibi duran rekabet ve yarış, sebep olduğu neticeler itibariyle imani bir soruna dönüşebilmektedir.
Bize düşen hayra yönelik bir çaba ortaya koymaktır. Neticeler ise Allah’ın subhanehu ve teâlâ elindedir ve O’nun sonsuz ilmi, insanın idrakini aşan hikmetiyle kullara dağıtılmaktadır. Yaratan Allah olduğu gibi seçen de O’dur.(28/Kasas, 68) Fazilet Allah’ın elindedir ve onu dilediğine dilediği miktarda verir.
Bugün insanların birçoğunun mutsuz olması, sürekli üzüntü ve kaygı içinde olması biraz da bu yarış ve rekabet sebebiyledir. Kendine verilip de başkalarında olmayana şükredip, şükrün manevi huzuruna ereceğine inanır; başkalarına verilip de kendisine verilmeyenlere takılır; sıkıntı ve kaygının pençesine teslim olur.
5. Faydasız Konuşma
Allah’ın subhanehu ve teâlâ insanda yarattığı en önemli organlardan biri hiç şüphesiz dildir. Fıtrata yerleştirilmiş olan takvanın yönlendirmesiyle kişiyi alay-ı illiyyine, fücurun yönlendirmesiyle esfel-i safiline götürebilir.
Allah subhanehu ve teâlâ insana konuşmalarının da hesabını vermek zorunda olduğunu ve bunun “Andolsun ki yaptıklarından soracağız” (15/Hicr, 92-93) kısmına dahil olduğunu hatırlatmaktadır.
“İki melek (insanın) sağında ve solunda oturarak yaptıklarını yazmaktadırlar. İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın.” (50/Kaf, 17-18)
Dil aracılığıyla güzel ve hayırlı olan söylendiği takdirde, diğer organların da ıslah olacağı ve birçok mükâfata nail olacağını da haber vermiştir.
“Ey iman edenler! Allah’tan korkup sakının ve doğru/sağlam/adil söz söyleyin. (Allahda buna karşılık) Amellerinizi ıslah etsin, günahlarınızı bağışlasın. Kim de Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederse şüphesiz ki büyük bir kurtuluş ve kazanç elde etmiş olur.” (33/Ahzab, 70-71)
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem organların dile adeta yalvardığını ve ondan Allah’tan korkmasını rica ettiklerini belirtmektedir.
“İnsanoğlu uyanıp sabaha eriştiğinde bütün organlar dile seslenir: ‘Bizim hakkımızda Allah’tan kork! Sen istikamet üzere olduğunda bizler de istikamet üzere oluyor, sen bozulduğunda bizler de bozuluyoruz.’ derler.” (Tirmizi)
Önemi ve doğurduğu sonuçlar esas alınarak İslam insana bir yol gösterir: “Allah’a ve ahiret gününe inanan ya hayır söylesin ya da sussun.” (Buhari, Müslim)
Günümüz insanı bu söylediklerimizden çok uzaktır maalesef. Çünkü insanlar sürekli konuşturuluyor, konuşmaya özendiriliyorlar. Amacı olmayan, dünya ve ahiret faydası taşımayan, ahiret yolculuğunun en kıymetli azığı olan vakti öldüren hatta insanın aleyhine yapılan konuşmalar.
‘Çok konuşturan kampanya’, ‘Etkili ve akıcı konuşma dersleri’, ‘Kendini dinletme sanatı’, ‘Kelimelerin tangosu’… Bunlar neyin çabası? İslam’ı anlatan İslam davetçilerini geliştirme ve daha fazla insanın hidayetine vesile olma gayret ve çabası mı?
Hayır! Bunlar, insanı daha fazla konuşturup, amelden alıkoyma, hakikate yabancılaştırıp yüzeysel olanda tutma çabası.
Çok konuşan insanlar bir zaman sonra gerçekle, gerçek olmayanı ayırt edemiyorlar. Yapmakla konuşmak arasındaki kalın çizgi belirsizleşiyor ve insan sınır ihlali yapmaya başlıyor. Yapmanın zahmet ve yorgunluğundan, konuşmanın keyif ve rahatlığına sığınıyor.
Konuşan herkes çok başarılı, çok çalışkan çok?… Ama dilde olanlar hayatın içinde görünmüyor. Hem boş konuşuyor hem yalan söylüyor (61/Saff, 2-3) hem de olmadıkları gibi görünerek (3/Âl-i İmran, 188) günah içinde günah işliyorlar.
Kaynaşma, tanışma, sevgi kısacası bir iletişim aracı olan dil, uzaklaşma ve kopma aracına dönüşüyor.
Uzaktan konuşan insanlara baktığınızda aslında insanların birbirlerini dinlemediğini görüyorsunuz. Herkes konuşmak istiyor. Karşıdaki bir şey anlatırken sözünü kesen, sıranın kendisine gelmesi için sabredemeyen insan ne diyor aslında? Hepiniz susun! Bir tek ben konuşmalıyım. Sizin söylediklerinizin hiçbir önemi yok. Önemli olan benim ve benim söylediklerim…
Toplum olarak tutulduğumuz bu hastalıktan korunmak zorundayız. Bu, İslam’a, edebe, insanca iletişime aykırı bir durumdur. Bir nimet olan dilin azap haline getirilmesidir.
Konuştuklarımızdan sorguya çekileceğimiz gerçeğini, İslam’ın konuşma adabına dair ilkelerini, dili nasıl hayırlı bir alanda kullanabileceğimizi gündemleştirmeli ve birbirimize hatırlatmalıyız. Bazı kardeşler hayır elçisi olmalı. Susarak, faydasız konuşmalardan kaçınarak çevrelerinde olan insanlara fiilî olarak nasihat etmelidirler.
Sonuç olarak diyebiliriz ki:
Elbette toplumun yaygın hastalıkları bu zikredilenlerle sınırlı değildir. Ancak bir başyazının tanıdığı olanaklar içinde bunlardan beş tanesini bu ayki gündemimize aldık.
Bunlara dair verdiğimiz örneklerden de anlaşılacağı üzere, birçoğunun ahlaki hastalıklar kategorisinde ele alınması bizi aldatmamalıdır. Sebebiyet verdikleri sonuçlar çoğu zaman din ve dünya saadetini yerle bir etmekte, kişiyi ebedî hüsrana mahkum edebilmektedir.
Allah subhanehu ve teâlâ bizleri her nerede olursak olalım mübarek kıldığı; bulundukları zaman ve mekânın hayrına muvaffak kılınmış, şerrinden korunmuş olan kullarından eylesin.
İlk Yorumu Sen Yap