Taşın Altına Elini Sokanlar, Taşın Altında Kalma Tehlikesi ile Karşı Karşıyadır

Bizleri İslam’la şereflendirdikten sonra dini için çalışmaya muvaffak kılan Allah’a hamd olsun. Allah’ı, kulluğu, müminlere kardeşliği, davaya hizmeti en güzel şekilde bizlere öğreten Allah Rasûlü’ne salât ve selam olsun.

Sorumluluk sahibi kardeşim, sen de biliyorsun ki zor bir zamanda yaşıyoruz. Öyle bir zaman ki sık sık ‘Hüznüm ve sıkıntımı Allah’a şikayet ediyorum’ demekten kendimizi alamıyoruz. İstircâ (inna lillahi ve inna ileyhi raciun), musibet anı için vaaz edilmişken, biz vird edinmiş gece-gündüz tekrarlıyoruz… Şirkin yaygınlığı kelimelerle ifade edilemez, o ancak Allah’ın subhanehu ve teâlâ ayetlerinde betimlediği lafızlarla izah edilebilir. Koyu bir karanlık, karanlıklar karanlık üstüne… Hiçbir şey görünmüyor. Rüzgarın savurup, hava da parçaladığı insanlar, çığlıklar, göğüs darlığı, razı edilesi birçok efendi arasında bitmiş tükenmiş insanlar. Kendi için yaşayan yığınlar, hiçbir değere ve ideale sahip olmayan hayvan misali, bilakis daha aşağı canlılar. Hayatı yatak, hela ve sofra arasında geçen yığınlar. Hevasını ilah edinmiş ve sapkınlığından haberi olmayan ve önüne konan komik neşriyatla mutlu olduğunu zanneden maskeliler…

Ve umut… Bütün bu çirkefin ve kirin arasında pak bir ışık. Selim fıtratların kendiyle hayat bulduğu tevhidi mücadele. Zifiri karanlıkta şaşkın ve yolunu kaybetmiş insanlara umut ve sevinç kaynağı olan kandil misali.

İşte sen busun… Kendi kıymetini bilmesen de, senin değerinin farkında olup, bu umudu ve ışığı söndürmek isteyen insi ve cinsi şeytanlar cirit atıyor etrafında. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Şeytan insana ait tüm yollara oturur. Önce İslam yoluna oturdu ve insana: ‘Müslüman olup atalarının dinini mi terk ediyorsun?’ dedi. İnsan ona isyan edip Müslüman oldu. Sonra hicret yoluna oturdu. ‘Sen yurdunu bırakıp hicret mi ediyorsun? Hicret edenin misali bağlanmış ve bağından kopmayan at gibidir’ insan ona isyan edip hicret edip gitti. Sonra cihad yoluna oturdu… ‘Sen savaşıp, ölüp gideceksin. Hanımını başkası nikahlayacak, malın taksim edilecek…’ ” (Ahmed, Nesai, İbni Hibban)

Kulun hayra doğru adım attığı her yerde şeytan bıkmadan, usanmadan, her fırsatı değerlendiriyor. İslam oldu diye hicrette, hicreti başardı diye cihad yolunda ona sokuluyor. Kendi haline terk etmiyor.

İşte senin durumun budur… İslam olduğunda yoluna oturdu. Sen Rabbi’nin hidayetiyle ona isyan ettin ve İslam’la şereflendin. Sonra hicret ve cihad ve bunun teminatı olan cemaat ve hareket… Sen bu merhalede de onu alt edip Rabbi’nin yardım ve muvaffak kılmasıyla bir adım daha attın. Sonra sorun olmak değil çözüm olmaya, dert olmak değil derman olmaya aday oldun. Kendinden korkulan değil, emir sahiplerine güven veren bir şerefi tercih ettin. ‘Nefsim yok, malım yok, ailem yok…’, ‘Tek gerçek Allah için yapılan çalışma ve benden isteneni yeri getirmek’ dedin. Sen zor zamanda geldin, zora talip oldun ve zora ‘bismillah’ dedin.

Sence şeytan seni bırakır mı? Henüz hayrın başındayken, her yola oturup seni alıkoyan ve asla ayrılmayan bir düşman, sen hayrın ve şerefin içinde ve merkezindeyken seni, sana terk eder mi?

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“… Kim kardeşinin yardımında olursa, Allah da onun yardımındadır. Kim kardeşinin herhangi bir sıkıntısını giderirse, Allah da onun kıyamet sıkıntılarından birini giderir. Kim Müslüman kardeşinin ayıbını örterse, Allah da onun ayıbını örter.” (Taberani)

Bu hadisi seninle beraber düşünelim. Kardeşine yardım eden veya onun herhangi bir sıkıntısını gideren ve ayıbını örten insanlar… Allah subhanehu ve teâlâ bu amellerinin karşılığında onları yardımı, sıkıntılarını gidermesi ve ayıplarını örtmesi ile mükafatlandırıyor… Bu, bir Müslümana yapılan hasenenin karşılığıdır. Şimdi, cemaat yapısını ve İslami hareketi düşünelim. Onlarca, yüzlerce, binlerce insan… Ve sen bunlara yardım ediyor, sıkıntılarını gideriyor, hatalarında nasihat etmek suretiyle ayıplarını örtüyorsun. Diri olan bir kalbi bundan daha güzel ne motive edebilir?

Ve şeytan… İblis ve onun insi ve cinni aveneleri seni bu büyük lütufla baş başa bırakırlar mı? İster bir Müslümandan, ister on, ister bin kişiden sorumlu ol. Adın emir, abi, hoca, sorumlu veya yönetici olsun. Çok büyük bir hayır içerisindesin. Ve seni helak etmeye yeminli düşmanlar var, senden öncekileri de helak etmeye yeminliydi. Sonuç mu dersin, Allah Rasûlü’nden dinleyelim:

“Allah der ki: ‘Ey Adem… Ateş topluluğunu çıkar’, Adem: ‘Ateş topluluğu nedir?’ diye sorunca, ‘Her bin kişiden dokuz yüz doksan dokuzu…’ ” (Buhari, Müslim)

İşte şeytanın yemininin sonucu budur. Bin insandan bir kişi kurtulacak, Kur’an’ın her mücadele sonunda çoğunda çoğunluğu dalalete, azınlığı hidayete nispet etmesi bundandır.

Hayrın merkezinde olarak en çok dikkatli olması gereken sensin. Üzülerek belirtmeliyim ki, yoğunluk ve yorgunluk illetini bahane ederek bu konuda en gevşek olanlarda bizleriz. İşte bu yazı bizim halimizin muhasebesi, hasbihalimizdir. Bir hatırlatma, düşünme için bir durak, muhasebe saati diyelim. Konular yakıcıdır. Ancak dikkat edilmediği takdirde bize dokunacak ateşin yakıcılığı yanında hiçtir. Konusu kadın, erkek, büyük farketmez, Müslümanların işlerinde sorumluluk almış herkestir. Sorumluluk alanı hiç önemli değildir. Çay dağıtıp temizlik yapan da, ders verip hocalık yapan da, sosyal faaliyetler tertip edip yapılara emirlik yapan da… Çaba bizden başarı Allah’tandır.

Emirlik Beklentisi İnsanı Helak Eder

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Ey Abdurrahman b. Semure emriliği isteme, şayet istediğin halde sana emirlik verilirse ona havale olursun. İstemediğin halde verilirse onun için yardım olunursun.” (Muttefekun Aleyh)

Allah Rasûlü sahabesini uyarıyor ‘sakın emir olmayı talep etme, Allah seni onunla imtihan eder ve baş başa bırakır, sana yardım etmez’ onu madem istedin hakkını ver öyleyse. Sen onu istemediğin halde Allah seni layık görüp verirse, sana yardım eder.

Düşün ki kardeşim… Bizler Allah’ın yardımı olmadan hiçbir hareketin olmayacağına inanmış ve bunu vird edinmiş bir ümmetiz (la havle vela kuvvete illa billah).

Bir noktada Allah subhanehu ve teâlâ bizi aciz, nankör, zalim ve unutkan nefsimize terk ediyor, ‘ne halin varsa gör’ diyor. Emirliği istemenin bundan başka cezası olmasa, kişiye hüsran olarak yeter.

Emirlik isteme meselesi nefsin en tehlikeli hallerindendir. Çünkü yeme-içme gibi şeyler insanın bedeni ihtiyacı olduğu gibi, kabul edilme itibar görme de ruhsal ve psikolojik ihtiyaçlardandır. Yöneticilik insana statü kazandırıp, sözünü dinlenir kıldığı için insan nefsi ona meyyaldir. Tabi bu işin dünyevi boyutudur, uhrevi boyutu için de aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem:

“Sizler bu emirliği istiyorsunuz, ancak o kıyamet günü pişmanlık olacaktır.” (Buhari) buyuruyor.

Bu talep, insanı Allah’a kul yapan tevazu ve Rabbi’ne karşı zillet duygusundan ziyade; yeryüzünde üstünlük taslama ve kibir duygusunun insanda olduğunu gösterir. Emirliği isteyen, kendini ona layık görür. Akranlarından daha üstün olduğunu zımnen kabul etmiştir. Bu duygular rahmani olmadığı gibi, insanı helaka götüren, kalbi öldüren duyguların temelidir.

İçimizden bu hastalığa müptela olanlarımız, tedavi için acele etmelidir. Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem haber verdiği gibi kıyamet günü dönüşü olmayan pişmanlığı yaşamadan Allah’a yönelip, ehliyet sahibi insanlardan yardım almalıdır.

Emirlik Beklentisinin İnsanda Olmasının Alametleri

Gereksiz ve yıkıcı eleştiri: Eleştiren insan lisanı haliyle daha iyisini bildiğini söylüyordur. Bunun iç ses şeklinde olması veya sesli dillendirilmesi arasında fark yoktur. ‘Bu böyle mi olur?’, ‘Ben olmuş olsam şöyle yapardım’ gibi cümleler bu duyguları ele veren düşünce ve sözlerdir.

Buna insanın künhünü, öncesini ve sonrasını bilmediği meseleleri eleştirmesi de dahildir. Çünkü bu ahlak, meselenin ıslah değil salt eleştirme isteği olduğunu gösterir. Nasıl olmasın ki! Bilmediği, sırrına vakıf olmadığı meselelerde bırakalım eleştiriyi, düşünmek dahi zan, yalan gibi günahların mukaddimesidir. Bir de bunu hüküm haline getirmek ve eleştiri şeklinde yansıtmak asıl eleştirilesi durumdur.

Emirlere karşı buğz beslemek: Allah’a isyan etmeyen, haramla itaati salık vermeyen emir sahiplerine buğz hastalık alametidir. Çünkü buğz Allah için olduğunda imanın en sağlam kulpuyken, nefsi sebeplerden olduğunda nifakın sağlam kulplarından olur.

Kendisine şer’i olarak buğz edilecek bir sebep bulunmayan sorumlumuza karşı buğz besliyorsak, tehlike çanları çalmaya başlamış demektir. Bedeni hastalıklar ağrı, sızı, iltihaplanma şeklinde sinyal verdiği gibi, kalbi hastalıklar da sinyal verir. Zamanında tedbiri alınmayan hastalıklar müzmin hastalıklara dönüşmeye mahkumdur.

Kardeşlerimize yönelik nefsi buğzun birçok sebebi olabilir. Kıskançlık, haset, ahlak uyuşmazlığı vb. Ancak emirlere yönelik şer’i olmayıp nefsi olan buğzun nedeni genelde kıskançlıktır. Nefsini iyi muhasebe eden bir Müslüman, o makama kendinin, daha layık olduğunu düşündüğünü görecektir. Tüm emir ve memur ilişkisinde böyle olmakla beraber, pratik bir örnekle konuyu izah edelim…

İslami hareket bünyesinde bir ders çalışmasını ele alalım. Gruptan sorumlu arkadaşımız akidevi, ahlaki ve menheci olarak elinden geleni yapıyor. Bizleri bir araya topladığı gibi, ilmi ilerlememize, kulluğumuza olumlu yönde katkıda bulunuyor. Böyle bir ortamda içimizde bir rahatsızlık baş gösteriyor. Anlam veremediğimiz bir buğz ve isteksizlik hali oluşuyor. Bu duygu bize karşımızdakinin hatasını aramaya, onu eleştirmeye, yaptıklarını sorgulamaya itiyor. İster bunu dillendirmiş olalım, ister içimizden geçirelim. Acaba neden? Bu duygular Allah’tan yardım istenerek muhasebe edildiğinde kıskançlıktan kaynaklandığı görülecektir. Müslümanın şer’i olmayan bir buğzu nefsinde öylece bırakması, üzerine gitmemesi düşünülemez. Bu olsa olsa o kalbin öldüğünü ve artık yaralarından sıkıntı duymadığını gösterir.

Kendi sorumluluk aldığında sıkıntı yaşamak: Müslüman ve kalbi selim insan Allah’a kuldur. O’nun için yaptığı işin statüsü değil şer’i boyutu önemlidir. O, her ortamda Rabbi’ne kulluk edecek bir yön bulur. Amirken Rabbi’ne kul olduğu gibi memurken de Rabbi’ne kuldur. Allah Rasûlü’nün ashabı gibi. Onlar her dönemin ve her ortamın adamıydılar. Çünkü onları yücelten ihlaslarıydı. İhlas, Allah için amel yapmaktır. Riya ise Allah dışında makam, mevki veya övgü gibi saiklerle amel etmektir. İhlas sahibinin gönlü Allah’a bağlıdır. Allah ise her ortam ve şartta mevcut, baki, beraber olandır. Amel sebebi Allah olanı, şartların ve şahısların değişmesi, makam ve mevki değişmesi etkilemez. Çünkü o, en sağlam sebebe dayanmıştır. Riya sahibinin ise amel sebebi Allah dışındaki şeylerdir. O örümcek ağı misali zayıf sebeplere dayanmıştır. Sebepler, şartlar, konumlar değişti mi onu amele teşvik edecek unsur ortadan kalkmıştır, nefsiyle baş başa kalır. Artık düşüncesi şer, ameli şer, sözleri şerdir…

Allah Rasûlü’nden sallallahu aleyhi ve sellem bir rivayetle durumu anlatalım:

“Dinarın kulu helak oldu, dirhemin kulu helak oldu, kumaşın kulu helak oldu… Kendisine ondan verilince razı olur, verilmediğinde kızar. Helak oldu ve baş aşağı çevrildi. Ayağına diken batsa çıkaracak kimse bulamaz. Müjdeler olsun o kula ki, atının yularından tutmuş Allah yolundadır. Saçları dağınık, ayakları tozlanmış vaziyettedir. Nöbet işinde oldu mu onun hakkını verir, develeri sürme işinde onun hakkını verir. İzin istese izin verilmez, aracı olsa aracılığı kabul edilmez…” (Buhari)

Rasûl sallallahu aleyhi ve sellem, iki sınıf insanı aynı hadiste anlatıyor. Biri Allah Rasûlü’nün hakkını haber verdiği veya helak olması için beddua ettiği insan. O dinara, dirheme, kadifeye, ipeğe kul olmuştur. Ona secde etmemiş, rükûda bulunmamıştır. Sıkıştığında dinara, dirheme dua da etmemiştir. Ancak onunla mutlu olur. O varsa rahat ve razıdır, yoksa sıkıntılı ve mutsuz, sinirli ve gergin. ‘Suht’ kelimesinin ifade ettiği anlam, rıza halinin dışındaki tüm halleri kapsar.

Diğer tarafta Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem müjdesine nail olmuş bahtiyar insan… Hangi görevde olsa onun hakkını veren, nöbetçiyken iyi bir nöbetçi, develeri sürdü mü iyi bir sürücü…

Emirlik ve yöneticiliğe kul olmuş insan da böyledir. Ona yöneticilik verildi mi mutludur, elinden alındı mı da gergin ve sinirli. Rıza göstermez. Emirlikte gösterdiği performansı memurlukta gösteremez…

Rabbi’ne kul olmuş ve yaptığı işi cennete ve rıza-i ilahiye aracı gören Müslüman ise, emirken görevini en güzel şekilde temsil eder. Memurken de öyledir. Emir olduğunda hayırda esen rüzgar gibidir. Memur olduğunda kendine emirlik yapanların kolu kanadıdır adeta… Onun bulunduğu ortam güvenlidir. Ne yapacağını, nasıl yapacağını öğrenmiştir. Emirliğin zorluğunu yaşadığı için, emirlerine dua eder, onların işlerini kolaylaştırmak için elinden geleni yapar. Ne mutlu o insana ki, Allah Rasûlü’nün müjdesine mazhar olmuştur.

Haketmediği halde saygı görmekten hoşlanmak: Müslümanlar emirlerine ve yöneticilerine saygıyı, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ve onun ashabından öğrenmiştir.

Müslüman emirine İslam’ın ona bahşettiği şereften dolayı saygı duyar. Emirlik hastalığı olan insan, nefsini en iyi bilendir. Bu saygıyı hak etmediğini, Müslümanların hüsnü zannına layık olmadığını bilir. En basitinden mahcubiyet duyması ve bu durumun onun ıslahına vesile olması gerekir.

Gözlerin kendini görmediği yerde, fıskın her türlüsüne müptela insanların bununla beraber saygı ve hürmet beklemesi, dini olmadığı gibi akli de değildir.

Çünkü emirlik ve yöneticilik hastalığına tutulmuş insanlar, imani ve ameli yönden zayıftır. Bunu en iyi bilen de kendileridir. Buna rağmen beklentileri ve halleri birbiriyle uyuşmaz.

Tecrübeyle sabittir ki, hak etmediği halde saygıdan hoşlanan, saygınlık getiren makamlara mübtela insanlar, saygı konusunda problem yaşarlar. Kendilerinin saygı göstermesi gereken yerde ya göstermezler ya da göstermelik saygıyla kendilerini kandırırlar. Mazeretleri de hazırdır. Şer’i ölçüleri aşmamak… Allah’a sığınırız.

Evet, taşın altına elini atan insanlar, taşın altında ezilme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Şeytan onları asla rahat bırakmaz. Hayrın merkezinde oturup, kantarlarla ecir almalarına müsaade etmesi düşünülemez. Onun varlık sebebi bu duruma müsaade etmez.

Biliyoruz ki, bu anlatılanlar iç meselelerdir. Dışarıdan anlaşılması zor olup, insanın yalnızca kendinin haberdar olduğu kalbî durumlardır. Onun için her birimizin kendi nefsimizi masaya yatırıp, halimizi kontrol ve muhasebe etmemiz gerekiyor.

Allah’ın subhanehu ve teâlâ bizlere Müslümanlara hizmet görevini bahşetmesi, bizim için lütuftur. Şeytan lütfu aleyhimize çevirip cehennem merdiveni kılmadan, Allah’tan yardım isteyerek tedaviye başlamalıyız. Bu özellikler yoksa Allah’a hamd etmeli, sebat istemeli, bunlardan biri veya birkaçı varsa Allah’a acziyetle yalvarıp yardım istemeli, bu konuda ehliyet sahibi insanlardan tedavi için yol talep etmeliyiz.

Hastalık hangi boyutta olursa olsun Allah’ın subhanehu ve teâlâ şifasıyla beraber hiçbir hastalık barınamaz…

Kalpler ne derece hayattan yoksun olursa olsun, el-Hayy olan hayat verdi mi hiçbir katılık O’nun canlandırmasına direnemez.

Allah’a emanet…

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver