Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a; salât ve selam, O’nun Rasûlü’ne olsun.
Geçen yazımızda Allah Rasûl’ünün sallallahu aleyhi ve sellem Taif dönüşünde melekler ile karşılaşmasını ve meleklerin yaptığı teklifi anlatmıştık. Tüm insanlığa rahmet Peygamberi olarak gönderilen Muhammed Taiflilerin helak edilmesini istememiş ve nefsi için değil sadece Allah için öfkelendiğini ve intikam aldığını gösteren şu cümleleri sarf etmiştir:
“Hayır! Ben onların helak olmalarını istemem. Bilakis, Allah’ın onların nesillerinden, yalnız Allah’a ibadet edecek, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayacak kimseler çıkarmasını dilerim.” (Buhari)
Gerçekten siyerin her bir karesinde bu tabloya şahit olmak mümkündür. Allah Rasûl’ü sallallahu aleyhi ve sellem Allah’ın haklarından herhangi bir tanesine tecavüz olduğunda hemen tepkisini koymuş ama nefsi ile alakalı hususlarda her zaman affedici ve anlayışlı olmuştur.
Aişe annemiz şöyle buyuruyor:
“Muhammed’in ahlakı Kur’an’dı. Darılırsa Kur’an darıldığı için darılır, beğenirse Kur’an beğendiği için beğenirdi. Kendi nefsi için intikam almazdı. Kızması ve beğenmesi Allah’ın rızası içindi.” (Buhari, Müslim)
“Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, çevrenden dağılır giderlerdi.” (3/Âl-i İmran, 159)
“Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kader konusunda tartışanlara ise öfkelenmiş ve: ‘Siz bununla mı emrolundunuz? Ben size bunun için mi gönderildim? Sizden öncekiler bu konuda tartıştıkları için helak oldular. Bir daha bu konuda tartışmamanızı emrediyorum.’ buyurmuştur.” (Tirmizi, İbni Mace)
Bu meselede kızgınlığını açıkça ifade eden Allah Rasûl’ü sallallahu aleyhi ve sellem Mekke’de kendisine yıllarca eziyet edenleri Mekke’ye bir komutan olarak girdiğinde affetmiştir. Maalesef günümüzde birçok şey tersine döndüğü gibi Peygamberden bize miras kalan bu ahlak da tersine dönmüştür. Kendilerini Muhammed’in ümmetine nispet edenler Allah’ın hakları ayaklar altına alındığında sınırsız mazeretler bularak anlayış gösterme yarışına girerken, kendi nefislerine dokunan en ufak durumda yeri göğü inletmektedirler.
Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem melekler ile bu diyaloğundan çıkan başka bir nokta ise, Allah’ın yardımı ile alakalı sünnetullahtır. Öncelikle şu bilinmelidir ki, Allah subhanehu ve teâlâ iman etme iddiasında bulunan kullarını çeşitli zorluklarla imtihan edecektir. Hatta bu imtihanlar öyle bir seviyeye gelecektir ki Peygamber ve yanındakiler: ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diye sormaya başlayacaklardır.
“Andolsun ki, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden birçok üzücü sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve takva gösterirseniz, muhakkak ki bu, (yapılacak) işlerin en değerlisidir.” (3/Âl-i İmran, 186)
“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘İman ettik.’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” (29/Ankebut, 2-3)
“(Ey müminler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve beraberindeki müminler: ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ dediler. Bilesiniz ki Allah’ın yardımı yakındır.” (2/Bakara, 214)
İşte siyerde bu vb. hadiseler bizlere Allah’ın yardımının nasıl geleceğine dair ipuçları vermektedir.
Birinci adım olarak Allah Rasûl’ü sallallahu aleyhi ve sellem bu davaya hizmet edebilmek için bir an bile durmadan çalışmıştır. Daha sonrasında ise yapacağı ameller ile alakalı olarak tedbirlerini gözden geçirmiş ve Rabbine hakkıyla tevekkül etmiştir. Önceki yazılarımızda Allah Rasûlü’nün Taif seferi öncesinde yaptıklarını anlattığımız bölümler bu duruma işaret etmektedir. Sonuç olarak zahiren bir başarısızlık durumu açığa çıktığında da Rabbine karşı acziyetini ifade ederek O’ndan yardım talep etmiş, en önemlisi de eğer Rabbi ondan razı ise başına gelenlerin çok da önemli olmadığını yaşantısıyla göstermiştir. Tüm bunların akabinde de Rabbinin yardımını açık bir şekilde görmüştür.
Bugün İslam davasına hizmet eden fertler Allah’ın yardımının gecikmesi nedeniyle hizmetten yüz çevirmekte ya da safların en gerisinde durmaktadırlar. Ancak kendilerinin gerçekten yardımı hak edecek şartları yerine getirip getirmediklerini kontrol etmemektedirler. İşte siyerdeki bu sahneler, sağlama yapabilmek için hizmet ehli Müslümanlara eşsiz bir fırsat sunmaktadır. Eğer bizler Allah’ın Rasûl’ü sallallahu aleyhi ve sellem gibi Rabbimize hakkıyla tevekkül edip yola çıkmış ve sonunda ayaklarımız kanlar içinde kalmış ise, ellerimizi açıp meleklerin yardıma gelmesini gönül rahatlığı ile isteyebilir ve bekleyebiliriz.
Allah Rasûl’ü meleklerle bu diyaloğa girdikten sonra Mekke’ye geri dönerken bir üzüm bahçesinde dinlenmek için durdu. Öncelikle burada yaşanan hadiselerin siyer kitaplarında nasıl nakledildiğine bakalım sonra da birkaç noktaya değinmeye çalışalım:
“Peygamber yaralı bir vaziyette ve güçlükle Taif dışında Mekkelilere ait bir bahçeye sığınabildi. Bahçe, Bedir Gazvesinde Mekkeli müşriklerin safında öldürülecek olan Rebi’a b. Abdişemsin oğulları Şeybe ve Utbe’ye aitti.
Aslen Irak’ta Musul civarındaki Ninova şehrinden Hristiyan bir köle olan Addas, efendileri Şeybe ve Utbe’nin emriyle Peygambere bir tabak üzüm sundu. Peygamber ‘Bismillah’ diyerek üzümü yemeye başlayınca bu Addas’ın dikkatini çekti ve bu sözlerin buralarda söylenmediğini ifade etti. Peygamber Addas’ın Ninovalı olduğunu öğrenince orasının Yunus b. Mettâ’nın memleketi olduğunu ve kendisinin de onun gibi bir Peygamber olduğunu bildirdi. Bu konuşmadan memnun olan Addas, efendilerine rağmen Müslüman oldu.
Taif seferi boyunca alaya alınan, taşlanan ve şehri terk etmeye mecbur bırakılan Peygamber Şeybe ve Utbe’nin bağında iki rekât namaz kıldıktan sonra şu meşhur duayla Allah’a yöneldi:
‘İlahî! Güç ve kuvvetimin zayıflığıyla, çare ve imkânlarımın kısıtlılığıyla, insanların gözünde ifade ettiğim kişiliğimin önemsizliğiyle sana sığınıyorum.
Ey merhametlilerin en merhametlisi! Sen sıkıntıya ve zulme uğrayanların Rabbisin. Sen benim Rabbimsin. Beni kimlere emanet ediyorsun? Bana sert ve kaba davranan bir yabancıya mı? Yoksa davamda bana üstün kılacağın bir düşmana mı?
Senin katından bana bir gazap ve öfke olmadığı sürece, ben bu başıma gelenlere hiç aldırmayıp katlanırım. Ama senin katından gelecek bir himaye her zaman çok daha hoştur.
İnecek gazabına ya da benim başıma gelebilecek öfkene karşı karanlıkları aydınlatan, dünya ve ahiretteki işleri düzene sokan senin nuruna sığınıp himaye talep ederim. Sen hoşnut oluncaya dek (benim tarafımdan) yapılacak tevbelere layıksın. Kuvvet ve kudret ancak sendedir.’ ” (İbni Hişâm)
İbn İshak, Vâkıdî ve İbn Sad gibi siyer alimlerine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Taif’ten Mekke’ye dönerken Nahle-i Yemeniyye denilen yerde konaklamış, geceleyin Cin suresinin şu ayetlerini okurken Nesîbîn’den gelen yedi cin kendisini dinlemiştir:
“(Ey Muhammed!) De ki: ‘Bana cinlerden bir topluluğun (Kur’an’ı) dinleyip şöyle dedikleri vahyedildi: Şüphesiz biz doğruya ileten hayranlık verici bir Kur’an dinledik de ona inandık. Artık Rabbimize hiç kimseyi asla ortak koşmayacağız.
Doğrusu Rabbimizin şanı çok yücedir. Ne bir eş edinmiştir ne de bir çocuk.
Demek bizim beyinsiz olanımız Allah hakkında doğruluktan uzak sözler söylüyormuş.
Şüphesiz biz, insanların ve cinlerin Allah hakkında asla yalan söylemeyeceklerini sanıyorduk.
Doğrusu insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazılarına sığınırlardı da cinler onların taşkınlıklarını artırırlardı.
Gerçekten onlar da sizin sandığınız gibi, Allah’ın hiç kimseyi öldükten sonra tekrar diriltmeyeceğini sanmışlardı.
Kuşkusuz biz göğe ulaşmak istedik, fakat onu çetin bekçilerle ve yakıcı ışıklarla dolu bulduk.
Halbuki biz, (daha önce) göğün bazı yerlerinde gayb haberlerini dinlemek için otururduk. Fakat şimdi her kim dinlemeye kalkacak olursa, kendini gözetleyen yakıcı bir ışık bulur.’ ” (72/Cin, 1-9)
Yine Vâkıdî, bu olayla ilgili olarak Ahkaf suresinin 29. ayeti ve devamındaki birkaç ayetin indiğini ve Rasûlullah’ın Nahle’de birkaç gün kaldığını rivayet etmiştir.(İbni Sa’d, Taberî)
“Hani cinlerden bir grubu, Kur’an’ı dinlemeleri için sana yöneltmiştik. Kur’an’ı dinlemeye hazır olunca (birbirlerine): ‘Susun!’ demişler, Kur’an’ın okunması bitince uyarıcılar olarak kavimlerine dönmüşlerdi.
Ey kavmimiz, dediler. Doğrusu biz Musa’dan sonra indirilen, kendinden öncekini doğrulayan, hakka ve doğru yola ileten bir kitap dinledik.
Ey kavmimiz! Allah’ın davetçisine uyun. Ona iman edin ki Allah da sizin günahlarınızı kısmen bağışlasın ve sizi acı bir azaptan korusun.” (46/Ahkaf, 29-31)
Buhari ise İbn Abbas’tan şu rivayeti nakleder:
“Peygamber ashabından birkaç kişi ile birlikte Ukaz çarşısına gitmek üzere yola koyuldu. O tarihte cinler semadan haber almaktan alıkonuluyor, haber almak için semaya yükseldikçe üzerlerine ateş parçaları atılıyordu.
Semadan kovulan cinlere: ‘Neden hiçbir haber getirmiyorsunuz?’ diye soruldu. Onlar da: ‘Semadan haber almaktan alıkonulduk; üzerimize ateş parçaları atıldı.’ dediler. Bunun üzerine birbirlerine: ‘Sizinle semanın haberi arasına giren yeni vuku bulmuş bir şeydir. Yeryüzünün doğusunu ve batısını dolaşın, sizinle semanın haberi arasına giren şeyi öğrenin.’ dediler.
Tihame yolunu tutan yedi veya dokuz kişilik bir grup cin, o sırada Ukaz çarşısına gitmek üzere Nahle’de bulunan ve ashabına sabah namazını kıldıran Resûlullah’a rastladı. Cinler sabah namazında okunan Kur’an’ı işitince dinlemeye koyuldular ve: ‘Bizimle semanın haberi arasına giren budur.’ deyip kavimlerine döndüler. Kavimlerine ‘Ey kavmimiz! Bizi doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur’an dinledik, ona inandık. Biz Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız.’ dediler. Bunun üzerine:
“De ki: Cinlerden bir topluluğun Kur’an’ı dinlediği bana bildirildi.” (72/Cin Suresi, 1-9) şeklinde başlayan ayetler indirildi.
Bu rivayetlerden genel olarak anlaşılan Allah Rasûlü’nün risaleti sürecinde birkaç defa cinler ile muhatap olduğudur.
Taif seferinin bu bölümüyle alakalı dikkatimizi çeken ilk nokta, Allah Rasûl’ünün yaptığı duadır. Duanın içeriği elbette birçok inceliği barındırmakta ama öncelikle bakılması gereken husus Allah Rasûl’ünün sallallahu aleyhi ve sellem hayatında duanın yeridir.
Hadis kitaplarını genel olarak incelediğimizde şu hakikat bariz bir şekilde karşımıza çıkar: Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem hayatının her anında duadan bir iz vardır. Çünkü o, kulluğun özünü en iyi şekilde idrak eden bir Peygamberdi. Kulluk, kişinin acziyet içinde olduğunu hatırından hiçbir zaman çıkartmadan, her anında Rabbinden yardım talep etmesidir.
“Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz.”
O yüzden Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem hayatındaki en küçük meseleden en büyük olaya kadar her mevzuda Rabbine yönelmiş ve ashabına da bunu tavsiye etmiştir:
“Sizden herkes, ihtiyaçlarının tamamını Rabbinden istesin, hatta kopan ayakkabı bağına varıncaya kadar istesin.” (Tirmizi)
Müslüman, hayatındaki kulluk oranını ve kalbinde kibir olup olmadığını öğrenmek istiyorsa dua ile ne kadar hemhâl olduğuna bakmalıdır. Duadan uzak bir dil, kibir ile dolmuş bir kalbin en açık alametidir.
Bu bölümden çıkan başka bir ders ise Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem hayatının her alanında İslam’ın şiarlarını açıktan yaşıyor olması ve bunun davetine olan katkısıdır. Peygamber Taiften çıkıp da sığındığı bahçede Addas ile karşılaşınca besmele çekerek ikramı yemeye başladı. Bunun sonucunda bir diyalog yaşandı ve davete muhatap olan Addas Müslüman oldu. Aynı şekilde Allah Rasûlü Yunus Peygamberin kavminden bir fert görerek Tevhid davetinin ne kadar köklü olduğuna pratik olarak bir kez daha şahitlik etti.
İslam’ın şiarlarını en zor zamanlarda dahi açığa çıkarma konusunda Peygamberin tutumu bu iken, günümüzde Müslümanlar rahatlık içinde olmalarına rağmen bir gizlenme haline girmektedirler. Daha da kötüsü bunu da davetin maslahatı için yaptıklarını iddia etmektedirler. Bizler Müslümanlar olarak inançlarımızdan ve inancımızın hayata yansıyan yönlerinden gurur duymalı, kendimizi farklı psikolojilere sokmamalıyız. Her ortam ve her an davet için bir fırsattır. En güzel davet ise, kişinin yaşantısında İslam’ın yansımasını muhataplarına güzel bir şekilde gösterebilmesidir.
Taif seferini bu son bölümü ile beraber incelediğimizde ortaya çıkan en önemli husus ise, Allah subhanehu ve teâlâ için atılan hiçbir adımın dünya ve ahirette karşılıksız kalmayacağı gerçeğidir. Zahiren bakıldığında ciddi bir başarısızlık gibi gözüken Taif girişimi sonuç itibari ile şu güzelliklere vesile olmuştur:
— Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem melekler ile muhatap olmuş ve Rabbinin ne kadar güçlü olduğuna, onu asla yalnız bırakmayacağına bir kez daha şahitlik etmiştir.
— İnsanlar onun davetinden yüz çevirirken, başka bir alemden gelen cinler Peygamberin sallallahu aleyhi ve sellem hitabını işitip, iman etmişlerdir.
— Tevhid davetinin Âdem’e aleyhisselam kadar uzanan bir halka olduğunun kanlı canlı örneğini Addas üzerinden görmüştür.
— Allah subhanehu ve teâlâ Peygamberinin sallallahu aleyhi ve sellem duasını kabul etmiş ve Taifliler daha sonrasında Müslüman olmuşlardır. Hatta riddet olaylarında Mekke ve Medine dışında iman üzere sebat eden tek şehir Taif olmuştur.
Müslüman, ihlaslı olarak ve ihsan ilkesi üzerine attığı her adımını sonuçlar üzerinden asla değerlendirmemelidir. Bizler yola çıkmaktan sorumluyuz. İşi sonuca götürecek ve amelleri bereketlendirecek olan Allah’tır subhanehu ve teâlâ.
Davamızın sonu; Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamddır.
İlk Yorumu Sen Yap