Taif Seferi – 3

 

Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a; salât ve selam, O’nun Rasûlü’ne olsun.

Allah Rasûlü Mekke’deki on yıllık davetinin sonucunda çalmadık kapı bırakmamış, kendinden önce geçen ve Kur’an’da örnek olarak gösterilen Peygamberlerin tecrübeleri ışığında risalet görevinin hakkını vermeye çalışmıştır. Tüm bu uğraşlara rağmen Mekkelilerin çoğunluğu yüz çevirmiş, daveti reddetmekle yetinmeyip fizikî ve psikolojik yöntemlerle hakkın sesini kısmaya çalışmışlardır.

“Kalk ve uyar!” emrini aldıktan sonra bir an olsun duraksamayan Allah Rasûlü yine Allah’ın subhanehu ve teâlâ “Ulu’l-Azm Peygamberler gibi sabret!” emri gereğince zorluklara göğüs germiş ve Peygamberlerin öncüleri olan Ulu’l-Azm Peygamberlerin böyle zamanlarda neler yaptıklarını Kur’an mektebinden öğrenerek uygulamaya çabalamıştır.

O Ulu’l-Azm Peygamberler ki Allah’ın subhanehu ve teâlâ en sevgili kulları olmalarına rağmen başta en yakınları olmak üzere kavimlerinin tepkisini çekmiş, işkencelere maruz kalmış, her türlü tehdit ve teklifler arasında davetlerini sürdürmüşlerdir. Engeller önlerine çıktıkça onlar yeni kapılar aramış, imkânsızlıkları Rabblerinin yardımı ile aşmaya uğraşıp O’na subhanehu ve teâlâ yönelmeyi bir an olsun terketmemişlerdir. İşte Allah Rasûlü de buradaki örnekleri hayatının her alanına yayarak Rabbinin razı olacağı şekilde görevini yerine getirmiştir. Taif seferi de bu çabalardan bir tanesidir.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem yaşadığı mıntıkadaki herkese daveti ulaştırıp da olumlu olumsuz cevaplar aldıktan sonra davet için yeni bir soluk ve himaye olacak merkezler aramaya başladı. Habeşistan’a bir grup Müslümanı gönderirken Taif’e bizzat kendisi gitti. Sakif’in ileri gelenleri ile görüşmeler yaptı. Ancak Taifliler ne Peygamberin sallallahu aleyhi ve sellem davetine icabet ettiler ne de ona himaye sözü verdiler. Bilakis sokaklarda çocuklara, kölelere Allah Rasûlü’nü ve Zeyd bin Harise’yi taşlattılar.

Şimdi siyer ve hadis kitaplarında var olan, Aişe annemizin sorusu üzerine Allah Rasûlü’nün Taif seferi ile alakalı verdiği cevabı okuyalım ve bunun üzerinde biraz duralım:

“Aişe annemiz bir gün Peygamber’e sallallahu aleyhi ve sellem: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Senin başına, Uhud gününden daha çetin bir gün geldi mi?’ diye sordu.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: ‘Senin kavminden neler çektim neler! Hele onların yüzünden Akabe günü çektiğim ise, çektiklerimin en çetini idi. Taif’e gidip kendimi Abdi Yalillere arz ve bana yardımcı olmalarını niyaz ettiğim zaman, isteğimi kabul etmemiş, reddetmişlerdi. Ben de üzgün bir hâlde Mekke’ye yönelip, yüzümün doğrusuna gittim durdum. Ancak Karnu’s-Seâlib’de kendime gelebildim. Başımı kaldırıp baktığım zaman, bir bulutun beni gölgelemekte olduğunu gördüm. Tekrar baktığımda, bir de ne göreyim? Bulutun içinde Cebrail var! Hemen bana seslendi: Şüphe yok ki, Allah subhanehu ve teâlâ kavminin sana söylediklerini ve sana verdikleri red cevaplarını işitti de, onlar hakkında dilediğini kendisine emredesin diye sana Dağlar Meleğini gönderdi, dedi.

Dağlar Meleği bana seslendi ve selam verdi. Sonra da: Ey Muhammed! Şüphe yok ki, Allah subhanehu ve teâlâ kavminin sana söylediklerini işitti. Ben Dağlar Meleğiyim! Rabbin, dilediğini bana emredesin diye beni sana gönderdi. Şimdi, ne dilersen, dile! Eğer onların üzerlerine iki dağı (Mekke’yi kuşatan Ebû Kubeys ve Kuaykıan dağına bakan el-Ahmer dağlarını) kapamamı dilersen dile! Hemen kapayıvereyim, dedi.

Ben: ‘Hayır! Ben onların helak olmalarını istemem. Bilakis, Allah’ın subhanehu ve teâlâ onların nesillerinden, yalnız Allah’a subhanehu ve teâlâ ibadet edecek, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayacak kimseler çıkarmasını dilerim.’ dedim, buyurmuştur.” [1]

Bu bölümde dikkatimizi çeken ilk husus bütün Peygamberlerin kendilerinde bulundurdukları hilm sıfatıdır. Onlar kavimlerinden türlü türlü eziyetler görmelerine rağmen bir an olsun nefsî davranmamışlar ve kavimlerinin hidayeti için Allah’a subhanehu ve teâlâ çokça dua etmişlerdir. Ta ki kavimlerinin azgınlıkları ve yüz çevirmeleri had safhaya ulaşınca onları Allah’a subhanehu ve teâlâ havale etmişlerdir.

Müslümanların da Allah’ın subhanehu ve teâlâ Halim ismiyle ahlaklanıp bu Peygamberleri örnek almaları gerekir. Kavimleriyle muamele ederken onlara, Allah’a subhanehu ve teâlâ isyan ettikleri için buğz etmeli ama bu durum daha çok acıma ve dua etmeyi gerektirmelidir. Davetçi ateş çukurunun kenarındaki bu insanlara son bir tekme vurmak için değil, oradan onları çekip çıkartmak için yanıp tutuşmalıdır. En önemlisi de her bir Müslüman kendi hidayet sürecini düşünmeli, onu hak edecek hiçbir şey yapmamış olmasına rağmen Rabbinin ona nasıl lütufta bulunduğunu hatırından çıkartmamalıdır.

Taif seferinin bu bölümünden çıkan başka bir nokta da İslam davasının Allah’ın subhanehu ve teâlâ davası olduğu ve her bir sürecinin bizzat onun tarafından planlandığı gerçeğidir. Dolayısıyla İslam davasının hizmetkârı olduğunu iddia eden fertler de bu hakikati akıllardan çıkartmayarak olayları değerlendirmeli ve ona göre hareket etmelidir.

Sadece Taif seferine değil Mekke’nin bütününe de baktığımızda şu durumu rahatlıkla görürüz: Müşrikler başta Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem olmak üzere sahabelerin hepsine akıl almaz sıkıntılar yaşatmışlardır. Ve bu yapılanların hepsine, sonunda komple yok olmak pahasına da olsa cevap verebilecek Müslümanlar Allah Rasûlü’nün etrafında mevcut idi. Buna rağmen bazı ani müdahaleler hariç sahabelerin bu durum karşısında kıllarını dahi kıpırdatmadıklarını, savunma pozisyonunda kalmakla yetinip dilleriyle bu zulme karşı çıktıklarını görmekteyiz. Elbette ki sahabelerin bu fiili kendi aldıkları bir karar değildi. Sahabelerin uygulaması Allah’ın subhanehu ve teâlâ İslam davasının o merhalesi için takdir ettiği ve Müslümanlara emrettiği haldi. Yani sabır hâli.

Sahabeler olaylar karşısında duygularını o kadar eğitmeliydiler ki sadece Allah için öfkelenmeli, sadece Allah subhanehu ve teâlâ için sevmeli, harekete geçecek iseler sadece Allah dediği için harekete geçmeliydiler. İşte bu yüzden Mekke’de Allah için sabreden topluluk yine Allah’ın subhanehu ve teâlâ emriyle Bedir günü babalarına, çocuklarına, kardeşlerine karşı kılıç çekebildiler. Mekke fethedildiği gün geçmişin bütün hıncını çıkartabilecek güçteyken yine Allah’ın emri ile işkencecilerini affedebildiler.

Müslümanlar şuanda umumen Mekke dönemini yaşamaktadırlar. Hemen hemen her gün kalpleri öfke ile dolduran, insanları adım atmaya zorlayan birçok hadise ile karşılaşmaktadırlar. Bu tip durumlarda öncelikle sahabelerin yaşadıkları ile kendi vakıamızı kıyas etmeli, sonra da duygular ile hareket etmeyi bir kenara bırakıp Peygamberin sallallahu aleyhi ve sellem bizzat bıraktığı Nebevî menhec üzere yol almalıyız. Unutulmamalıdır ki davanın sabır merhalesinin hakkını veremeyenler, yarın güç ellerine geçtiğinde ölçüsüz davranmaya mahkumdurlar.

Aişe annemizden zikrettiğimiz rivayet üzerinde durulması gereken başka bir husus ise Allah Rasûlü’nün yaptığı kıyaslamadır. Siyeri baştan sona okuyan bir kişi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabının yaşadığı sıkıntıların her çeşidi ile karşılaşır. Ama Uhud bunların içinde ayrı bir yere sahiptir. Daha yeni yeni oluşmaya başlayan İslam Devleti bu savaş neticesinde çok ciddi darbe almış, Peygamberin sallallahu aleyhi ve sellem en güzide sahabelerinin de aralarında bulunduğu yetmiş Müslüman şehid olmuştur. En önemlisi de Allah Rasûlü ölümle burun buruna gelmiş ve bir müddet sahabeler O’ndan haber alamamıştır.

Bu tablonun oluşturduğu ruh hâlinin başka bir zamanda yaşanması mümkün değil derken Allah Rasûlü önümüze Taif seferini koymaktadır. Ve Taif’in Uhud’dan daha zor olduğunu söylemektedir.

Peki neden? Aslında Allah Rasûlü’nün hayatına sadece okumak için değil de sanki o havayı teneffüs ediyormuş gibi bakan her Müslüman için bu sorunun cevabı apaçık ortaya çıkacaktır.

Uhud’da olan, bedene gelen zarar, yol arkadaşlarından bazılarının kaybı ve bir savaşta yenilgi yüzü görmekten ibarettir. Taif’te olan ise çok daha derindir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile Zeyd bin Harise’ye atılan taşların bedende açtığı yaralar çok basittir ve hemen kapanıp gider. Ama tüm insanlığa Peygamber olarak gönderilen, Rabbi tarafından yedi kat göğün üzerinde ağırlanmış birisinin çocuklara, kölelere ve delilere taşlattırılması kolay kolay kapanacak bir yara değildir.

İnsan şerefli bir varlıktır. Şirk ve masiyetler önce kalbini sonra tüm bedenini kirletince bu şerefinden değer kaybetmeye başlar. İslam ise insanlık şerefinin derecelerini kat ve kat arttırır. En önemlisi de insana izzet verir. İşte Allah Rasûlü’nün Taif’te karşılaştığı muamelenin ağır gelmesinin sebebi bu izzet duygularının zedelenmesidir. Bunu bilen kafirlerin Müslümanları davalarından vazgeçirmek ya da onları farklı çizgilere kaydırmak için kullandıkları yöntemlerden birisi de Muvahhidlerin izzetlerini zedeleyecek fiillere girişmeleridir. Müslüman aynı şekilde bu tip vakıalarda da soğukkanlılığını kaybetmemeli, fevri davranışlar ile İslam davasına zarar gelmesine müsaade etmemelidir.

Davamızın sonu; âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamddır.

 

[1]        .     Buhari

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver