Tağutlara Kulluğun Modern Mabedleri

Allah’a subhanehu ve teâlâ hamd, Rasûlü’ne salât ve selam olsun…

Allah subhanehu ve teâlâ insanı kendisine kulluk etsin diye yaratmıştır. Tüm güzel isimlerin ve kemal sıfatların sahibi olarak kulluğu hak eden Allah’tır… O’nun tek ve hak ilah oluşunun manası da budur. Dinin özüne Kelime-i Tevhid’i sembol kılmıştır. Kelime-i tevhid, ilah olarak, yani mabud olarak Allah’ın birlenmesi ve O’nun subhanehu ve teâlâ dışında ibadet edilen sahte ilahların ve tağutların reddedilmesidir…

“Yoksa onlar, yerden birtakım ilahlar edindiler de, onlar mı (ölüleri) diriltecekler?”    (21/Enbiya, 25)

“Andolsun, biz her ümmete: ‘Allah’a kulluk edin ve tağuttan kaçının’ (diye tebliğ etmesi için) bir elçi gönderdik.”   (16/Nahl, 36)

“Andolsun biz Nuh’u kendi kavmine (toplumuna) gönderdik. Dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur.’ ” (7/Araf, 59)

“Ad’a da (toplumuna da) kardeşleri Hud’u (gönderdik.) (Hud, kavmine:) ‘Ey kavmim, Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. Hala korkup-sakınmayacak mısınız?’ dedi.” (7/Araf, 65)

“Semud (toplumuna da) kardeşleri Salih’i (gönderdik. Salih:) ‘Ey kavmim, Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur.’ ” (7/Araf, 73)

“Medyen (toplumuna da) kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik. Şuayb onlara:) Dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur.’ ”  (7/Araf, 85)

Tüm Rasûller bu davetle yollandılar… Onlar ibadetin sadece Allah’a yapılmasını söyleseydiler, kavimleriyle aralarında yaşanan düşmanlık Kitap ve Sünnette zikredilen boyutlara ulaşmazdı. İbadetin yalnızca Allah’a yapılmasını, onların dışında insanlar da söylemişti. Ancak onlar aynı nefreti ve düşmanlığı görmemişlerdi. Örneğin, Zeyd bin Amr bin Nufeyl, Varaka bin Nevfel gibi hanifler sadece Allah’a ibadet ediyor, kullukta O’nu

subhanehu ve teâlâ

birliyorlardı… Rasûller bu noktayla beraber

‘O’nun dışında ibadet edilen insan ve putların’

batıl olduğunu, onları reddettiklerini ve onlardan uzak olduklarını haykırmışlardı. Düşman edinilmelerinin nedeni de buydu. Onlar

aleyhimusselam

: Allah dışında saygı duyulan, adak adanılan, dua edilen, korkulan, belirlediği yasalara tabi olunarak ibadet edilen atalar(!) ve onların putlarına kafa kaldırmışlardı. Öyle ki, bunları reddetmeyi getirdikleri mesaja tabi olmanın ilk ve olmaz şartı sayıyorlardı…

“Artık kim tağutu inkar edip Allah’a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması yoktur”  (2/Bakara, 256)

“Tağuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah’a içten yönelenler ise; onlar için bir müjde vardır, öyleyse kullarıma müjde ver.” (39/Zümer, 17)

İnsanları kendilerine kul kılıp, yeryüzünde büyüklenmek isteyen tağutlar hep olagelmiştir. Nerede hak sancağı dalgalanmışsa orada statü ve imkanlarını kaybedeceklerini düşünen kirli eller, o sancağa düşmanlık etmişlerdir. Rasûller aleyhisselam insanları Allah’a davet edip ‘kula kulluğa’ son vermek için geldiler. Herkes Allah’ın hükümleri önünde eşittir. Ancak üstünlük, O’na kulluk oranındadır. Kim Allah’a subhanehu ve teâlâ en iyi kulluk yaparsa, Allah subhanehu ve teâlâ nezdinde en faziletli odur.

“Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır.” (49/Hucurat, 13)

Bu üstünlük Allah subhanehu ve teâlâ katında olandır. Dünya hükmünde, emirler ve nehiyler kapsamında en üstün/müttaki olanla, en düşük/fasık aynı konumdadır. Hiçbir statü insanları Allah’a kulluktan muaf kılmaz.

İnsan fıtratıyla baş başa kalıp, tefekkür ettiğinde Allah’a karşı sorumluluklarının olacağı sonucuna ulaşması kaçınılmazdır. Nasıl böyle olmasın ki! Şu koca kainatı yaratan, her şeye en mükemmel şekilde düzen veren, yaratma, var etme ve şekil vermede akılları hayrete düşüren; tüm kainatı kendine musahhar kıldığı insanı başıboş mu bırakır?

Veya küçük-büyük her şeyi belli bir ölçü ve kanun içinde yaratan kainatın meyvesi ve anlamı olan insanı unutur mu?

Bunları anlamak için Rasûle ve vahye ihtiyaç yoktur. Bunlar fıtratın ve selim aklın gerektirdikleridir. Ondan dolayı hüccet ulaşmasa dahi, Allah’tan başkasına ibadet edenler, O’na subhanehu ve teâlâ şirk koşanlar müşrik kabul edilmiştir.

“Hani Rabbin, Ademoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şahitler kılmıştı: ‘Ben sizin Rabbi’niz değil miyim?’ (demişti de) Onlar: ‘Evet (Rabbimiz’sin), şahit olduk’ demişlerdi. (Bu,) Kıyamet günü: ‘Biz bundan habersizdik’ dememeniz içindir. Ya da: ‘Bizden önce ancak atalarımız şirk koşmuştu, biz ise onlardan sonra gelme bir kuşağız; işleri batıl olanların yaptıklarından dolayı bizi helak mı edeceksin?’ dememeniz için. İşte biz ayetleri böyle birer birer açıklarız, umulur ki dönerler.” (7/Araf, 172-174)

İnsanları kendilerine kul kılan, yeryüzünde haksız yere büyüklenen tağutlar; insanların bu hakikatleri düşünmelerini istemezler. İnsanların durup düşünmesi onlar için felaketin başlangıcıdır. Bunun için birçok yola başvururlar. Bu yöntemleri şu başlıklar altında ele alabiliriz:

1. İnsanların kendilerine ibadet edecekleri bir din uydurmak.

2. İnsanların eğlence/lehv/lağv ile oyalayıp, onları düşünmekten alıkoymak.

3. İnsanlar ile Rasûllerin aleyhimusselam daveti arasında engeller oluşturmak.

Kur’an; tüm tağutların prototipi olarak Firavun’u ve onun sistemini zikretmiştir. Rasûllerin davetleri birdir. Çünkü kaynakları ortaktır. Bunun gibi tağutların yöntemleri de birdir. Onlar da ortak kaynaktan beslenirler. Cinni şeytanların onlara vahyettiği doğrultuda hareket ederler.

Firavun kendisine ibadet etmeleri için bir din uydurmuştu. Bu dine göre mülk Firavun’a aitti, her şeyin sahibi oydu. Her şeyin en doğrusunu da o biliyordu. Öyleyse onları yediren ve mülkünde barındıran olarak, onların Rabbi de o olmalıydı.

“Firavun, kendi kavmi içinde bağırdı; dedi ki: ‘Ey kavmim, Mısır’ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz?’. ‘Yoksa ben, şundan daha hayırlı değil miyim ki o, aşağı (sınıftan) bir zavallı ve neredeyse (sözü) açıklamadan yoksun olan (biri)dir’. ‘Bu durumda (eğer doğruysa), üzerine altından bilezikler atılmalı ya da yakınında yer almış vaziyette onunla birlikte melekler gelmeli değil miydi?’ Böylelikle kendi kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Gerçekten onlar, fasık olan bir kavimdi.” ( 43/Zuhruf, 51-54)

“Sonunda (yardımcı güçlerini) topladı, seslendi; dedi ki: ‘Sizin en yüce Rabbi’niz benim.’ ” (79/Naziat, 23-24)

O bir din ve o dine dayanaklar uydursa da bunun batıl olduğunu en iyi o biliyordu. Öyleyse insanları oyalamalıydı. Onların da hoşnut olup, oyalanacağı bir şey lazımdı. Sihir… Hemen bir kurum oluşturulmuştu. İnsanlar nerede ve ne zaman isterse ulaşabilmeliydiler. Eğlendikçe müptela olacakları, devamını isteyip, bağımlı olarak peşinde koşturacakları şekilde olmalıydı. Günümüz tağutlarının sihri televizyon gibi…

Bundan sonra insanlar ile tevhid daveti arasına girmek kalıyordu. Karalama, tehdit, işkence, yurttan sürme, hapis ve katl.

” ‘İsrailoğullarının bizimle birlikte göndermen için (sana geldik).’ (Gittiler ve Firavun:) Dedi ki: ‘Biz seni içimizde daha çocukken yetiştirip büyütmedik mi? Sen ömrünün nice yıllarını aramızda geçirmedin mi?’ ” (26/Şuara, 17-18)

“(Firavun) Dedi ki: ‘Şüphesiz size gönderilmiş bulunan elçiniz, gerçekten bir delidir.’ ” 2(6/Şuara, 27)

“(Firavun) dedi ki: ‘Andolsun, benim dışımda bir ilah edinecek olursan, seni mutlaka hapse atacağım.’ ” (26/Şuara, 29)

“(Firavun) Dedi ki: ‘Ona, ben size izin vermeden önce mi inandınız? Şüphesiz, o, size büyüyü öğreten büyüğünüzdür; öyleyse yakında bileceksiniz. Şüphesiz ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim ve sizin hepinizi gerçekten asıp-sallandıracağım.’ ” (26/Şuara, 49)

Prototipleri Firavun olan günümüz tağutları da aynı metotlarla insanları kendilerine kullaştırıyorlar… Onlar da yeryüzünde büyüklük taslıyor, insanları hafife alıp, sömürüyorlar. Firavun’un insanları parçalara ayırıp zayıflaştırdığı gibi (bkz. 28/Kasas, 4)insanları işçi, memur, zengin, öğrenci ve yoksul diye gruplara ayırıyor; Türk, Kürt, Laz veya Çerkez diye birbirlerine kırdırıyorlar. Tek amaç onların ve avanelerinin büyüklenip, rahat içinde yaşaması… Daha çocuk yaştan insanlara kendi uydurdukları dinlerinin esaslarını öğretiyor, ilahlarını sevdiriyor, güçlerini ispat ediyorlar. Sevgi, tazim, övme suretiyle her yere diktikleri putuna ve resmine boyun eğdiriyorlar. Zira günümüz tağutlarının modern mabedleri okullardır. Kendilerine kul eylemek istedikleri insanlara ölçüler belirliyorlar. İyi ve kötü, umulan rahat yaşam koşulları, kimin insanlar için en doğruyu düşüneceği, en iyi yönetim biçimi, kahramanlık, sevilmesi ve uğrunda ölünmesi gerekenler, kutsallar…

Onun için okullara önem veriyor, eğitimi zorunlu kılıyorlar. Oysa bu Allah’ın subhanehu ve teâlâ değişmez kanunlarına (Sünnetullah’a) aykırıdır. Tağutlar insanların hayrını dilemezler. Onların tek amacı halkları zillet içerisinde kendilerine boyun eğdirmektir… Vakıa da bunun şahididir. Yıllarca zorunlu eğitime tabi tutulan insanların, okul sonrası iş imkanıyla ilgilenmezler. Öğrenme ve anlamaya dayalı bilgi sistemi oluşturmaz, (kendi itiraflarıyla) ezbere ve unutmaya dayalı müfredatla insanların en verimli çağını insanlardan çalarlar.

İlginçtir, okul sonrası umulan faydaların hiç biriyle ilgilenmeyen tağutlar ‘okulun kendisiyle’ ilgilenirler…

Din düşmanlığı üzerine kurulmuş ve varlığını İslam’ın yönetim biçimi olan hilafete zıtlık esasıyla tanımlayan sistemin okullarında din eğitimi zorunludur.

Çocuğun din eğitiminden muaf tutulmasını isteyen bir baba, mahkemeye başvurmuştur. Danıştay 8. Daire, anayasanın 24. Maddesine dayanak göstererek ‘Din eğitimi anayasal bir zorunluluktur’ şeklinde bu talebi reddetmiştir. Akıl sahipleri için bu kadarı bile meseleyi anlamak için yeterlidir.

Evet, bu okullar tağutların modern mabedleridir. Orada en büyük tağuta ibadet edilir ve onun kulluk ilkeleri beyinlere kazınır. Aksi halde yeryüzünde büyüklük taslamak adına koca bir halkı perişan eden, on yıllarca fakirlik ve yoksulluk pençesinde kavuran birinin ve onun yaşayan vârislerinin eğitime bu denli önem vermesi nasıl izah edilebilir?

Bir Cürmün Kur’an’a Mâl Edilmesi

İslam’ın bilgiye ve bilgiyi elde etme yöntemlerine verdiği önem malumdur. İslam’ın ilk emrinin “Oku!” olması kimilerinin cürmüne kalkan olmuştur. Madem İslam’ın ilk buyruğu “Oku!”dur, öyleyse en iyi okuyan Müslümanlar olmalıdır. Bu okullara dünyevi bir iş gibi bakmamalı, Rabb’lerinin emrine ve rızasına muvafakat edilen bir ibadet gibi düşünülmelidir. Dalaletten Allah’a subhanehu ve teâlâ sığınırız. ‘Neyi oku?’, ‘Nasıl oku?’, ‘Kimden oku?’, ‘Hangi ortam ve şartlarda oku?’ Bu sorular ise mehcurdur. Oysa bu ayete ilk muhatap olan Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem ne yaptığına bakmak, meselenin nasıl anlaşılması gerektiğinin en kısa yoludur! Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem bu ayetten sonra ne yaptı? Yahudilere veya Hristiyanlara gidip, onların dinini mi öğrendi? Mekke’li müşriklerin şairlerine gidip şiir eğitimi mi aldı? Daha basiti de, bu emirden sonra ‘okuma-yazma’ mı öğrendi?

Şayet cevap ‘hayır’ ise o zaman bu ayeti nasıl -modern mabedlerde tağutlara kulluk pahasına- ‘zorunlu eğitim’e delil alabiliriz.

İslam’ın okumaya ve ilme önem verdiği inkar edilemez bir gerçektir. İlmi hidayetin, cehli dalaletin sebebi saymıştır. İlmi ve ehlini övmüş, cehli ve sahiplerini yermiştir.

“Allah, gerçekten kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik etti; melekler ve ilim sahipleri de O’ndan başka ilah olmadığına adaletle şahitlik ettiler. Aziz ve Hakim olan O’ndan başka ilah yoktur.” (3/Âli İmran, 18)

“Allah, sizden iman edenleri ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (58/Mücadele, 21)

Ancak bu övgüler her okuma ve bilgilenme için geçerli değildir. İslam gibi ‘adalet ve doğrulukla’ tamamlanmış bir dinin, tabilerini sadece “Oku!” lafzıyla baş başa bırakması düşünülmez.

Hangi Bilgi?

İslam’ın “Oku!” emriyle teşvik ettiği, insanı Rabbi’ne kul kılacak, O’na subhanehu ve teâlâ sevgi, korku ve umudu arttıracak olan şeylerdir. Bu ayete ilk muhatap olanların anladığı da buydu. Onların birçoğu bu ayete dayanarak okuma-yazmaya yönelmediler. Allah’ın indirdiği şer’i ayetleri okuyor, kainat kitabı üzere tefekkür ediyorlardı. Ne zamanın dini eğitimi olan ehli kitap araştırmalarına ne de kültürel ve siyasi eğitimi olan edebiyat/şiir, nesep/soy ilmine ya da felsefe/hikmet ve efsaneciliğe yöneldiler. Bu da ‘Hangi bilgi?’ sorusuna en güzel cevaptır.

Bu okullarda öğretilen bilgi ise, Rasûllerin yıkmayla ve yeryüzünden silme göreviyle geldiği, cahiliyeye ait herşeydir… Öyle ki: ‘Şaz bir grup müstesna’ (İmam Şehristani’nin ifadesiyle) müşriklerin çoğunun kabul ettiği ‘yaratma, mülk, tedbir’ konuları bile bu okullarda ters-yüz edilmiştir.

Tağutların küfrüne dair bilgiler ve övülmeleri: Neredeyse okul müfredatının çoğunu bu ‘İnkar edip, kendisinden ve ibadetinden içtinpla emrolunduğumuz tağutların övülmesi ve yüceltilmesi.’ teşkil etmektedir.

Geçen asrın en büyük tağutu olan halikin(helak olan) ilke ve inkılaplarının benimsetilmesi: İslam’ın esasları, imanın esasları olduğu gibi, modern cahiliyenin esasları ve amentüsü de vardır. Bu ilke ve inkılaplar cahiliye dininin ve tağuta kulluğun sembolleridir. Bunlar: Egemenliğin Allah’a subhanehu ve teâlâ değil halka ait olması (demokrasi), dinin devlete hükmetmeyip ondan ayrı olması (laiklik) ve cahileyinin kokuşmuş mirası olan halkı, milleti ve toprağı kutsamaktır.

Yaratma, tedbir (yönetip, düzen verme) Rububiyetin esasıdır: Müşriklerin bu kadarını dahi ikrar etmesine rağmen, bu müfredatta kevni olaylar tesadüfe, sebeplere nispet edilir. Allah’ın fail ve irade sahibi oluşu ise tek satır dahi geçmez.

Vahyin insan, eşya ve medeniyet tasavvuru ters-yüz edilmiştir: Adem aleyhisselam ile başlayan insanlık, ilkel ve vahşi sıfatlarla anılır. Allah’ın her şeyi öğrettiği Adem aleyhisselam, ismi zikredilmeksizin, cehalet ve vahşiliğe nispet edilir. İslam ve onun egemen olduğu zamanları, karanlık ve geri kalınmış zamanlar olarak tasvir edilir.

Tüm müfredat –din kültürü de dahil- örnek gösterilse yeridir. Aklı selim bir insan İslam’ın “Oku!” emrinden bunları kastetmediğini anlar. İslam’ın “Oku!” dediği bilgi, bu verilen örnekleri batıl gören Hakk’ın bilgisidir.

Bilginin Ortamı

İslam emrettiği bir şeyi orta yerde bırakmaz. Onun sınırlarını en güzel şekilde çizerek, insanların hevalarıyla baş başa bırakmaz. Bir şeyi Allah subhanehu ve teâlâ emretmiş olsa dahi, onu istediğiniz ortamda yerine getiremezsiniz. Allah’ın emirlerinin icra edildiği ortamlar da, o emirler gibi temiz olmalıdır.

Namaz, Allah’ın subhanehu ve teâlâ emridir. Yeryüzünün her yeri ‘temiz’ olmak kaydıyla bu ümmete mescid kılınmıştır. Bu işe tahsis edilmiş mescidler en şerefli ve Allah’ın en sevimli mekanlarıdır. Mescidler dahi bozuk amaçlarla kurulduğu vakit orada namaz olmaz.

“Zarar vermek, inkarı (pekiştirmek), mü’minlerin arasını ayırmak ve daha önce Allah’a ve elçisine karşı savaşanı gözlemek için mescid edinenler ve: ‘Biz iyilikten başka bir şey istemedik’ diye yemin edenler (var ya,) Allah onların şüphesiz yalancı olduklarına şahitlik etmektedir. Sen bunun (böyle bir mescidin) içinde hiçbir zaman durma. Daha ilk gününden takva temeli üzerine kurulan mescid, senin bunda (namaza ve diğer işlere) durmana daha uygundur. Onda, arınmayı içten-arzulayan adamlar vardır. Allah arınanları sever.”  (9/Tevbe, 107-108)

Müslümanlar zarar, küfür ve tefrika üzere kurulmuş bir mabedde, dinin temeli olan namazı dahi kılamazlar. Çünkü temiz olan eylemler, temiz olan mekanlarda rızaya muvafakat eder.

Acaba “Oku!” emrinin icra edileceği –bu cürmü işleyenlerin zannına göre- kurumlar hangi amaç ve hedefler gözetilerek kurulmuştur? Bu sistemin ve kurumların sahiplerinden dinleyelim…

Milli Eğitim Kanunu (Madde 2): “Türk milli eğitiminin genel amacı, Türk milletinin bütün fertlerini, Atatürk ilke ve inkılâplarına ve Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türk milletinin ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren, ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan, insan haklarına ve anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye’ye karşı görev ve sorumluluklarını bilen…”

Milli Eğitimin Genel Amaçları (Madde 5): “Milli Eğitim amaç ve ilkeleri doğrultusunda, öğrencilere Atatürk ilke ve inkılâplarını benimsetme, Türkiye Cumhuriyetinin anayasasına ve demokrasinin ilkelerine… İnsan hakları, çocuk hakları, başkalarının haklarına saygı… Birey olma bilinci kazandırabilmektir.”

Şimdi soralım: Neden buralara ‘Tağutlara kulluğun modern mabedleri’ dediğimiz anlaşılıyor mu? Ve bu cürmü “Oku!” emrine mâl edenler; bu kurumların “Oku!” emri için münasip yerler olduklarından emin mi?

Sabit bin Dehhak radiyallahu anh anlatıyor: “Bir adam Allah Rasûlü’ne geldi: ‘Ben Buvane mıntıkasında bir deve kesmeyi adadım’ dedi. Allah Rasûlü: ‘Orada cahiliye putlarından, ibadet edilen bir put var mı?’ diye sordu. ‘Hayır’ dediler. ‘Öyleyse adağını yerine getir’ buyurdu.”  (Ebu Davud)

Adak; İslam’ın yerine getirilmesini emrettiği ibadetlerdendir, ancak her mekanda bu emir icra edilmez. İbadet edilen putlardan ve cahiliye bayramlarından temizlenmiş mekanlarda ancak yerine getirilebilir.

Allah’ın “Oku!” emrine binaen okulları imar ettiğini iddia edenlere biz de soralım: Bu emri yerine getirdiğinizi iddia ettiğiniz mabedlerde put ve şirk bayramları var mı?

Şayet varsa; sizler neden orada bulunuyorsunuz? Okul ve put… Okul ve cahiliye bayramları… Kalbinde zerre hayat, vicdanında ise hayâ olan insanın yüzünün kızarmaması mümkün mü? Buralar puthanelerdir. Bahçe de, sınıfta, koridor da, kitaplar da, dersler de, okul alet ve edevatında, her yerde büyük tağutun putu vardır. Tazim edilecek şekilde yükseğe asılmıştır. Ve her sabah ona ibadet edilip, bağlılık yemini yapılır. Onun putunun önünde, saygı içerisinde, kıpırdamadan, hep beraber, aynı usül ve lafızlarla… Yaradan adına, bu ibadet değilse, ibadet nedir? En katı mezhepler dahi namazda üç harekete müsaade etmişken, tek hareketin disiplin ve kınama, bazen de dayak nedeni olduğu bu törenin adı nedir?!

Bu ibadet değilse, Mekke müşriklerinin Allah’a yaklaşmak adına, Allah’ın subhanehu ve teâlâ salih kulları önünde yaptığı seremoniyi de şirk eylemi olarak adlandırmayın siyer okumalarınızda(!)

Ya bayramlar? Tağutları övdükleri gibi, onların İslam dinine zarar vermek adına yaptıkları eylemleri bayram ve etkinlik adına kutsarlar… Bu bayramlar, cahiliye bayramları gibi eğlenceden ibaret değildir. Hazırlıklara belli bir zaman önce başlanır, bir plan ve program dahilinde yapılır. Özel geçit tâkı hazırlanır.

Örnek olması açısından; Cumhuriyet’in kuruluşu bayram olarak kutlanır. İslam aleminin yas günü olması gereken bir gündür oysa… Sembol olduğu şey; İslam’ın yönetimden kaldırılması, yerine beşeri yönetime geçilmesidir. Bu bayram olarak kutlanmaktadır! Tağut bu fiilinden dolayı övülmektedir.

Bu tağutun helak olduğu gün yas tutulur. Buna yönelik etkinlikler yapılır. 2007 yılının 10 Kasım’ında bir öğretmen çocuklara şu şiiri ezberletmiştir:

Karanlığa güneşsin

Bir sönmeyen ateşsin

Sen ilahlara eşsin

Benim Sevgili Atam

Bu olay bir velinin fark etmesiyle basına yansımıştı. Tabi çocuklar ezberledikten sonra…

Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Sistem amacını açıkça ilan etmiş, bunu yönetmelikte belirtmiştir. Yapılan tüm etkinlikler ve müfredat bu doğrultudadır. Şaşılacak olan, işlediği cürmü Allah’ın subhanehu ve teâlâ “Oku!” emrine mâl edenlerin halidir.

Bilginin Alınacağı Kaynak

İslam, öğreticilerinin Rabbani olmasını emretmiştir. İlmi elinde bulunduranları “adaleti ayakta tutmak” kaydıyla övmüştür. İlmi, kendini Allah’ın ayetlerini akletmeye, O’ndan korkmaya itenlerden öğrenmeye yönlendirmiştir insanları.

Bu okullarda “Oku!” emrine istinaden çocukların teslim edildiği öğretmenler bu vasıflara uygun mudur?

Kellâ…! Bilakis aynı okullarda yetişmiş ve çocuklara bu müfredatı öğretip, çocukların bu ortamlarda bulunmasına tepkisiz olan insanlardır bunlar. İslami camiadan gelenleri ele aldığınızda ‘tağuta memurluk yapan, dilsiz şeytanlar’ olduğunu görürsünüz. Kalbinde iman kırıntısı olan birinin ‘maaş’ için bu münkerata sessiz kalması, körpe çocukların inancının ve ahlakının iğfal edilmesine ‘biz olmasak daha kötüleri gelir’ hassasiyetiyle(!) tepkisiz olması düşünülebilir mi? Acaba daha kötüsünden kastedilen nedir? Veya daha iyisi? Biri İslam’a göre ‘natık (konuşan) şeytan’, diğeri ‘ahres (dilsiz)’… İyi ve kötü arasındaki fark bu olsa gerek.

Ya ahlak… Yüzlerce insanla beraberlik yaşayan evli(!) bir öğretmenin bunu kitap haline getirmesi… Öğretmen ve öğrencilerle beraber tecavüz ve taciz olaylarına karışan yöneticiler… Ki bunlar basına yansıyanlardır. Dışlanma ve kınanma endişesiyle yaşadıklarını gizleyenler cabasıdır… Buna öğrencilerin arasında yaşanan ahlaksızlıkları da ekleyin…

İslam’ın “Oku!” diye kendinden ilim alınmaya teşvik ettiği öğretmenler bunlar olmasa gerek.

Dinin Bir Kısmına İnanıp, Bir Kısmını İnkar Edenler

İşlediği tonluk cürmü üç harfe -“Oku!”- mal edenler hakkında biraz düşünmek gerekir. “Oku!” emrine bu denli hassasiyetle yapışan ebeveynler İslam’ın özünden olup, herkesin zaruri bilmesi gereken bunca nassı neden görmezden gelirler? Sadece Allah’a ibadet, tağutları red ve onlara ibadetten içtinap, onlara ve kullarına buğz, onlardan ve kullarından ayrışma, cahiliye örf, adet ve geleneklerinden sıyrılma… Yüzlerce, binlerce ayeti üç harfli bir ayetin gölgesinde karartmaya çalışırlar…

Kur’an bu davranış için:

“…Yoksa siz, kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkar mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların dünya hayatındaki cezası aşağılık olmaktan başka değildir; kıyamet gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılacaklardır…” (2/Bakara, 85)

Bu ayetin tamamı ise konumuza ışık tutar. Bu tehdit belli bir davranış üzerine İsrailoğullarına yönelik söylenmiştir. Şöyle ki:

“Hani sizden ‘Birbirinizin kanını dökmeyin, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın’ diye misak almıştık. Sonra sizler bunu onaylamıştınız, hala (buna) şahitlik ediyorsunuz. Sonra (yine) siz, birbirinizi öldürüyor, bir bölümünüzü yurtlarından sürüp-çıkarıyor ve günah ve düşmanlıkla aleyhlerinde ittifaklar kuruyor ve size esir olarak geldiklerinde onlarla fidyeleşiyordunuz. Oysa onları çıkarmanız, size haram kılınmıştı. Yoksa siz, kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkar mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların dünya hayatındaki cezası aşağılık olmaktan başka değildir; kıyamet gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.” (2/Bakara, 84-85)

Allah subhanehu ve teâlâ Yahudilere birbirleriyle savaşmayı, birbirlerini yurtlarından çıkarmayı haram kılmıştı. Onlar Medine’de dünyevi çıkarlarından dolayı bu yasağı çiğnediler. Kimi Yahudi kabilesi Evslilerle ittifak kurdu, kimi Hazreçlilerle… Evs ve Hazreç savaştığında her Yahudi kabilesi, müttefikiyle beraber savaşa giriyordu. Karşılıklı savaşmış, birbirlerinin kanını dökmüş oluyorlardı. Savaş sonucunda esir olanları ise Tevrat’ın hükümlerine göre kurtarıyorlardı. Oysa Allah’ın subhanehu ve teâlâ yasağını çiğnedikleri için bu sonuçla karşı karşıya kalıyorlardı. Yani; önce Allah’a isyan ediyor –dünyevi çıkarlar uğruna- başlarına gelen sonuçta da Tevrat’a göre çözüm bulmaya çalışıyorlardı. İşte bu tutumları onların “…kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkar…” tehdidiyle karşılaşmalarına sebep oldu.

Allah subhanehu ve teâlâ yüzlerce nasla bu okullardan uzak durmayı emretmesine, bu okullarda şirklerin işlendiği apaçık ortada olmasına rağmen sırf dünyevi çıkarlar için buralara giden –diploma, sosyal statü, rızık- ve elleriyle kazandıklarından dolayı karşılaştıkları tesettür sıkıntısı, kimlik bunalımı, münkerat hususunda, kendilerine İslam’dan çözüm arayanlar Yahudilere ne kadar da benziyor!!!

Dünya Hayatını Ahirete Tercih Etmek!

“Oku!” emrine hassasiyetle yapışanlar(!) ne derlerse desinler, vahiy onların sorununu ifşa ediyor. Dünya hayatını ahirete tercih… ‘A’cil’ (Hemen, çabucak olan) olanı ‘Acil’ (İleride gerçekleşecek olan) olandan üstün tutma…

Yukarıda örnek olarak verdiğimiz ayetleri Allah subhanehu ve teâlâ şu sözlerle noktalıyor:

“İşte bunlar, ahireti verip dünya hayatını satın alanlardır; bundan dolayı azapları hafifletilmez ve kendilerine yardım edilmez.”   (2/Bakara, 86)

Evet, insanlar ne der endişesi, toplumda kabul ve adam yerine konma kriterleri, iş ve rızık sorunu, dünyevi imkanlardan faydalanma… Hepsi dünya hayatıyla alakalı olan bu durumların, ahiret hayatına tercihi söz konusudur. İşte bu sebepten dolayı münafıklar ayet inmesinden korkardı.

“Münafıklar, kalplerinde olanı kendilerine haber verecek bir sûrenin aleyhlerinde indirilmesinden çekiniyorlar. De ki: ‘Alay edin. Şüphesiz, Allah kaçınmakta olduklarınızı açığa çıkarandır.’ ”  (9/Tevbe, 64)

Çünkü, Kur’an onların yaşadığı bir olayı anlattıktan sonra, sahiplerinin tüm mazeret yollarını kesecek ‘asıl illeti’ de haber veriyordu. Kitabın bir kısmını görüp bir kısmına da kör olanların hastalığı dünyevi çıkarlarıdır.

Bu noktayı aydınlatması açısından, benzer bir olay da münafıklar arasında yaşanmıştı. Allah subhanehu ve teâlâ Müslümanlara, Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyi yasaklamıştı. Kalbinde hastalık bulunanlar ise onları dost edinmeye devam ediyordu. Kendilerine Allah’ın subhanehu ve teâlâ yasaklaması hatırlatılınca: ‘Biz müminlerle ehli kitabın arasını ıslah ediyoruz’ diyorlardı. Yani bizler arabulucuyuz. Bir sıkıntı olması halinde ilişkilerin düzelmesi için onlarla dostluğumuzu bozmuyoruz. Bunun üzerine şu ayetler indi:

“Kendilerine: ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın’ denildiğinde: ‘Biz sadece ıslah edicileriz’ derler. Bilin ki; gerçekten, asıl fesatçılar bunlardır, ama şuurunda değildirler.”  (2/Bakara, 11-12)

Ayetler onların cürmünü ve içinde bulundukları tezatı ne güzel resmediyor. Dinin ‘yapma’ dediğini ‘dinin maslahatı’, ‘müminlerin faydası’ için yapmak. Zahiri süslü, içi boş ve anlamsız bir iddia… Allah bu vakıada da sorunun temelini açıklıyordu;

“İşte bunlar, hidayete karşılık sapıklığı satın almışlardır; fakat bu alış-verişleri bir yarar sağlamamış; hidayeti de bulmamışlardır.” (2/Bakara, 16)

Okullarda bulunan ve İslam’ın temellerine aykırı haller kendilerine hatırlatıldığında: ‘Müslümanlar cahil mi kalsın?’, ‘Bizler İslam’ın maslahatı için bunları yapıyoruz’, ‘Her yerde onlar mı olsun?’, ‘Kim bizi temsil edecek?’ diyenler, seleflerine ne kadar da benziyorlar. Allah’ın ‘yapma’, ‘reddet’, ‘uzak dur’ dediği şeylerle, Allah’ın dinine ve Müslümanlara hizmet…

“Bilin ki; gerçekten, asıl fesatçılar bunlardır, ama şuurunda değildirler.” (2/Bakara, 12)

Sizler de dikkatli olun ey Muvahhidler. Bunların farkında olmaması sizleri aldatmasın. Allah’ın ‘yapma’, ‘yaklaşma’, ‘reddet’ dediğini yapanlar, bu hallerinin bozgunculuk olduğunu fark etmese de, bozguncudur. Ve ahiretleri, karşılığında sattıkları dünyaları da zarara uğramıştır. Yaptıkları karsız bir ticarettir.

En Büyük İhanet

Çocuklar, ebeveyne verilmiş en güzel nimetlerdendir. Ayrıca Allah’ın ebeveyne emanetidir çocuklar. Allah çocuğu fıtrat üzere, yani tevhid üzere/tevhide meyilli yaratmıştır. Onu tevhid üzere muhafaza, şirkten koruma görevi ebeveyne aittir.

“Ey iman edenler, kendinizi ve yakınlarınızı ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır; üzerinde oldukça sert, güçlü melekler vardır. Allah kendilerine neyi emretmişse ona isyan etmezler ve emredildiklerini yerine getirirler.” (66/Tahrim, 6)

“Her çocuk fıtrat üzere doğar. Anne-babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusileştirir.” (Bir rivayette müşrikleştirir; Müslim; Kader)

“Ben kullarımın hepsini hanif olarak yarattım. Sonra şeytanlar onlara gelip dinlerini alıp götürdüler, kendilerine helal kıldığım şeyleri haram kıldılar. Kendisine bir güç vermediğim şeyi bana şirk koşmalarını emrettiler.” (Müslim; Kudsi Hadis)

“Dikkat edin hepiniz çobansınız ve her biriniz güttüklerinizden sorumlusunuz.” (Buhari)

Çocukların korumasızlığı, dış müdahale ve etkilere açık oluşu herkesin malumudur. Geçen satırlarda; bu okulların kuruluş amacını yazmıştık. Sistem sahipleri her bireyi; Allah’ın yarattığı hanif fıtrattan çevirmek, asli olmayan ve bozulmuş şirk dinine sokmak istediklerini sarahaten ifade etmişlerdir. Bunu gizlemedikleri gibi hazırlanan müfredat ve okul içinde günlük/haftalık/yıllık programın her aşaması buna göre düzenlenmiştir.

Bunlar herkese açık ve ortadayken; bu körpe zihinleri bu kurumlara teslim etmek ihanetlerin en büyüğüdür. Oturduğu her mecliste çocuğunun okulda bulunan bazı çocuklardan olumsuz yönde etkilendiğini dillendiren ve kendi çocuğunun aslında terbiyeli(!) olduğunu, diğer çocuklardan bazı davranışları kaptığından yakınan anne-babalar, okuldaki sistematik ve kurgulanmış mürikleştirmeye karşı çocuklarını koruyacaklarını zannediyorlar? Acaba masumca işlenen ve etkileme amacı olmayan davranışlara karşı koyamayan, etkilenen çocuk, bu sistemli ve neredeyse yüzyılın aklı olan mürikleştirmeye nasıl karşı koyacaktır?

Allah’ın insana en ciddi emanetlerinden olan çocuklara ihanet, dünya ve ahirette hıyanetlerin en çirkinidir.

“Siz, O’nun dışında dilediklerinize ibadet edin. De ki: ‘Gerçekten hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendilerini, hem yakınlarını hüsrana uğratanlardır. Haberiniz olsun; bu apaçık olan hüsranın kendisidir.’ ”  (39/Zümer, 15)

“Onları görürsün; zilletten başları önlerine düşmüş bir halde, ona (ateşe) sunulurlarken göz ucuyla sezdirmeden bakarlar. İman edenler de: ‘Gerçekten hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendi nefislerini, hem yakın akraba (veya yandaş)larını da hüsrana uğratmışlardır’ dediler.” (42/Şura, 45)

Okullar ve İnsanların Durumu

Mevcut okullara karşı insanlar üç farklı tutum içerisindedir. Bunları tafsilatıyla inceleyelim.

1. Muvahhidler

Muvahhid: Sadece Allah’a kulluk eden, dini Allah’a halis kılan, tek ilah edinen; Rububiyet, Uluhiyet, isim ve sıfatlarında Rabbi’ne şirk koşmayandır. Ona göre dünya hayatındaki en önemli maslahat bunun yerine gelmesi, en çirkin mefsedet bunun bozulmasıdır. Kelime-i tevhid muvahhidin Rabbi’yle arasındaki ahittir. Bu sözle dine girdiği gibi, bu söz üzere öleceğine ve hiçbir şeyi bu söze ve gereklerine tercih etmeyeceğine dair Rabbi’ne söz vermiştir.

Bu sözü ve ahdi sözlü, fiili ve itikadi olarak, bozmak için inşa edilmiş modern mabedlerden kaçınır, buralardan kendini ve ona Rabbi’nin emaneti olan çocuğunu muhafaza eder.

Çünkü, tağuta ibadet, onu övme, ona saygı, küfürlerini kutlama ile Allah’a subhanehu ve teâlâ iman bir arada bulunmaz. Bu İslam’a girişin ilk şartı ve kelime-i tevhidin ilk lafzının içerdiği ‘tağutu red ve ondan içtinaba’ aykırıdır.

“Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp Allah’a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir.” (2/Bakara, 256)

“Tağuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah’a içten yönelenler ise; onlar için bir müjde vardır, öyleyse kullarıma müjde ver.” (39/Zümer, 17)

Bu kurumların tağutlara kulluğun modern mabedleri olması bizlerin iddiası değildir. Bilakis kurum sahiplerinin ve vakıanın da her şeyiyle tasdik ettiği beyanlardır. Allah’a imanla, tağuta kulluk bir arada olmayacağına, bunun sapa sağlam kulpu ve Allah’a verilmiş ahdi bozmak olduğuna göre muvahhid nasıl buralarda bulunabilir.

Allah’a verilen söz (kelime-i tevhid) müşriklerden ve onların şirklerinden beri olmayı gerektirir. Bu kelime dili ıslatıp, kalbi harekete geçirdiği an bu mana ortaya çıkar. Bu kelime iki bölümden oluşan (nefy-ispat) bir ahittir.

İspat edilmesi gereken ispat edilmeden, ona aykırı ve zıt ne varsa inkarını önceler, çünkü arınılması gerekenden arınılmadan ispat edilmesi gerekenin ispatı mümkün değildir.

“Hani İbrahim babasına ve kendi kavmine demişti ki: ‘Şüphesiz ben, sizin taptıklarınızdan uzağım’. ‘(Ancak) Beni yaratan başka. İşte O beni hidayete yöneltip-iletecektir’. Ve bunu (bu tevhid inancını) belki (insanlar Allah’a) dönerler diye ardında (kendi soyunda) kalıcı bir kelime olarak kıldı-bıraktı.” (43/Zuhruf, 26-28)

İbrahim’in aleyhisselam ardından, insanlar tabi olup, ona dönsünler diye kalıcı kılınmıştır tevhid kelimesi. Evet, kelime-i tevhid; Yaratan dışında ibadet edilenlerden teberri etmektir. Öyleyse muvahhid Allah’ın dışında kendisine ibadet edilen putlara, ilahlara denk tutulan, kabri Kabe’ye tercih edilen, Rasûlullah’a takdim edilen bir put ve ona ibadet edilen modern mabedlerden nasıl kaçmasın ki?

Allah subhanehu ve teâlâ müminlere hitaben:

“…o halde pisliğin ta kendisi olan putlardan uzak durun, yalan söylemekten kaçının, yalnız Allah’a yönelenler olarak ve ona şirk koşmaksızın… Kim Allah’a ortak koşarsa o sanki gökyüzünden düşüp, kuşların kaptığı yahut rüzgarın kendisini uzak yere attığı kimseye benzer.” (22/Hac, 30-31)

Allah’ın subhanehu ve teâlâ kullarından istediği buyken, muvahhidin o putların mabedi olan yere, tevhidinin muhafazası kendisine emanet edilmiş çocuğunu terk etmesi olur şey mi? Çocuk o ortamda hiçbir şey yapmasa dahi –ki bu mümkün değildir- Allah’ın mümin kulları için indirdiği şu hüküm, o ortamda bulunmaya engeldir:

“O, size Kitap’ta: ‘Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar bir başka söze dalıp geçinceye kadar, onlarla oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz’ diye indirdi. Doğrusu Allah, münafıkların ve kafirlerin tümünü cehennemde toplayacak olandır.” (4/Nisa, 140)

Buralarda Allah’ın subhanehu ve teâlâ şeriatı küçümseniyor, İslam’ın şiarlarıyla dalga geçiliyor, Allah’ın yaratıcılığı yok sayılıyor. Bu meclislerde inkar etmeden oturmak “siz de onlar gibi olursunuz” hükmüne muhatap kılar insanı.

2. Bu Kurumlarda Bulunup Bunları Dert Edinmeyenler

Bunlar vahyin uyarılarından yüz çevirmiş, tağuta zillet içerisinde kulluğu, Allah’a izzetlice kul olmaya tercih etmişlerdir. Onlar için mühim olan dünya hayatı ve onun maslahatlarıdır. Rabbi’m hidayet versin.

Bunlar okul meselesinin haricinde; uyarıldıkları, yüz çevirmekle emrolundukları, Allah’ın dışında varlıklardan hayat nizamını alma, korku, sevgi, umut noktasında onlara bağlanmak suretiyle de müşriklerdir.

“…Kafirler uyarıldıkları şeyden yüz çevirirler.” (46/Ahkaf, 3)

“Buna rağmen, bunlara ne oluyor ki öğütten yüz çevirip duruyorlar? Sanki onlar, ürkmüş yaban eşekleri gibidirler; arslandan korkup-kaçmışlar.” (74/Müddesir, 49-51)

3. Bu Kurumlarda Mazeretle Bulunanlar

Bu sınıfla alakalı inancımızı yazmadan önce şunları paylaşmanın faydalı olacağını düşünüyoruz.

Allah subhanehu ve teâlâ müminleri imtihan için dünyaya göndermiştir. O subhanehu ve teâlâ kimin iman, kimin küfür ehli olacağını mutlak ilmiyle bilir. O subhanehu ve teâlâ insanları ilmiyle değil, onlardan sudur eden amellerle yargılar. Ve bu imtihan ölüme kadar devam eder. İmtihan şer’i imtihan ve kaderi/kevni imtihan olmak üzere iki alanda gerçekleşir. Allah’ın kulları için yazdığı kader, emir ve nehyetmek suretiyle belirlediği hükümler, imtihanın aracıdır. İman edenler Allah’a subhanehu ve teâlâ seyrederken, her gün karşılarına yeni bir imtihan çıkar. Ve bu imtihanlar Allah’ın subhanehu ve teâlâ safları temizlediği süreçlerdir. Allah’ın bir lütfudur. Mutlak ilmi ve eşyanın esrarından haberdar olması hasebiyle, Müslümanların saflarına layık olmayanları, bazen onları yormadan, bazen yazdığı bir musibet, bazen de talep edip, yasakladığı bir emir vasıtasıyla Müslüman saflarından temizlemiş oluyor… Böylece Allah’a teslim olanlarla, alışkanlıkları, toplumsal kabulleri, dünyevi çıkarlarla çatışmadıkça Allah’a kul olanlar(!) birbirinden ayrışmış olur.

Allah subhanehu ve teâlâ Mekke’de Müslüman olmuş olanlara hicreti emretmişti. Bu zor bir imtihandı. Size ait olan ve her şeyinizle bağlı olduğunuz yeri, hiç bilmediğiniz ve size ait hiçbir şeyin olmadığı başka bir yer için terk etmek… Kimisi ‘Lebbeyk’ diyerek bu emre icabet etmiştir, kimi yol bulamamış, gözleri yaşlı ve hasret içinde geride kalmıştı. Üçüncü bir grup daha vardı. Hicred için tüm imkanları vardı. Ancak eşleri gitmek istemiyordu. Birikmiş mallarını bırakmak zordu. Yabancı bir memlekete hicret etmenin oluşturacağı gurbet sancısını gözleri kesmiyordu.

‘Lebbeyk’ deyip, hicret edenler Medine’ye yerleştikten sonra bu durumu konuşmaya başladılar.(Ayetin nüzul sebebinde farklı rivayetlerde vardır. Ayetin lafızları, hicretle ilgili olarak Avfi’nin radıyallahu anh İbni Abbas’tan radıyallahu anh olan rivayetini destekler. Yazıda zikredilen sebep.)

Kimisi geride kalanların öldürülmesini ve onlarla bir bağlarının kalmadığını söylüyordu. Kimisi de: ‘Onlar bizim kardeşlerimiz’ diyordu. Bunun üzerine şu ayet indi:

“Şu halde münafıklar konusunda ikiye bölünmeniz ne diye? Oysa Allah, onları kazandıkları dolayısıyla tepe taklak etmiştir. Allah’ın saptırdığını hidayete erdirmek mi istiyorsunuz? Allah kimi saptırırsa, artık sen ona kesin olarak bir yol bulamazsın. Onlar, kendilerinin inkara sapmaları gibi sizin de inkara sapmanızı istediler. Böylelikle bir olacaktınız. Öyleyse Allah yolunda hicret edinceye kadar onlardan veliler (dostlar) edinmeyin. Şayet yine yüz çevirirlerse, artık onları tutun ve her nerede ele geçirirseniz öldürün. Onlardan ne bir veli (dost) edinin, ne de bir yardımcı.”(4/Nisa, 88-89)

Allah subhanehu ve teâlâ Müslümanlara ölçü verdi. Karşılaştıkları imtihanlarda, dünyevi çıkarlarını önceleyip Allah’ın emrine icabet etmeyenleri tartışmak, onlar hakkında ihtilaf etmek Müslümanlara yakışmaz. Ki ayette zikredilen nüzul sebebi ister hicret edememek, ister Uhud günü geri dönüp orduyu yüz üstü bırakmak olsun… İkisi de küfür ve şirk seviyesine ulaşmayan büyük günahlardır. Bizim konumuz ise Allah’ın subhanehu ve teâlâ dışındaki varlıklara ibadet meselesidir. Tağutların övülmesi, onların küfürlerinden ötürü tazim ve sevilmelidir.

Müslümanlar bu imtihanı kaybedenleri tartışmakla en büyük zararı kendilerine veriyorlar. Bu cürmün sahipleri, tartışmanın uzaması ve netlik olmadığından sapkınlıklarına devam ediyor; zayıf imanlı, İslam’la yeni tanışan olan insanları da kendi fitnelerine çekiyorlar. Bizim bunlara dair bir şüphemiz yoktur. Pişkinlikleri, içinde bulundukları halin tercümanıdır. Amacımız; Kur’an’ın menheci olan açıklık ve tafsilatla, salihlerle, mürcimlerin yolunun ayrışmasına muvafakat etmektir.

“Suçlu-günahkarların yolu apaçık ortaya çıksın diye, ayetlerimizi işte böyle birer birer açıklıyoruz.” (6/En’am, 55)

Bu cürmün sahibi mürcimlerin bazı mazeretleri ve arkasına sığındıkları iddiaları vardır. Bunlardan yaygın olarak dillendirilenlere değinecek olursak:

Onlar Derler ki;

‘Bu anlatılanların hepsi okulda vardır. Ancak biz çocuklarımızı bunlardan sakındırıyoruz. Okulda bu küfürlerle beraber okuma-yazma vb. eğitim de vardır. Amacımız; bunlardan sakınmak suretiyle eğitimden istifade etmektir. İstemediğimiz küfürden dolayı kimse bizi yargılayamaz. Olsa olsa münkeratın bulunduğu ortamlarda bulunmakla haram işlemiş oluruz.’

Deriz ki:

Bu söyleneler kısmen doğrudur. Ancak var olan küfürlerden ‘çocuğun sakındırılması’ iddiadan ibarettir. Şayet bu iddia doğrulanırsa söylenenler anlam kazanır.

a. İslam her söz söyleyenin sözünü kabul etmez. Sözün kabulü için adalet şarttır. Burada yaptığı fiilin haramlığını ikrar eden bir fasıkla karşı karşıyayız. Yıllarca ve her gün düzenli olarak yapılan bir haram var ortada (cürüm sahiplerinin ikrarına binaen). Acaba İslam bu haberi kabul ediyor mu?

“Ey iman edenler, eğer bir fasık, size bir haber getirirse, onu ‘etraflıca araştırın’. Yoksa cehalet sonucu, bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz.” (49/Hucurat, 6)

“…Aranızda adalet sahibi iki kişiyi şahit tutun…” (65/Talak, 2)

“…Razı olacağınız şahitler…” (2/Bakara, 282)

İslam alimlerinin bu noktada ittifakı vardır. Adalet sıfatına sahip olmayan kişinin söz ve şahitliğinin geçerliliği yoktur. Adalet sıfatı şirk, bidat ve fısk yani büyük günahları işlemekle düşer.

b. Bu muarızdan hali bir iddia değildir. Yani; bu cürmü işleyenlerin iddiası bu olduğu gibi, bu okulları bilen ve bu okullarda okumuş muvahhidler de sakınmanın mümkün olmadığını iddia ediyorlar.

c. Bu fasık birinin kendini küfür töhmetinden kurtarmak için yaptığı bir şahitliktir. Yani lehte olan bir iddiadır. İslam alimleri; İnsanların bozulduğu, adalet sıfatını yitirdikleri toplumlarda kişinin kendi, yakınları ve tanıdıkları lehine yaptıkları şahitliğe ihtiyatlı yaklaşmışlardır.

d. Vakıa bu iddianın geçersiz olduğunu kanıtlayan onlarca karineye sahiptir.

Sakınma iddiasının sahipleri fasık, sakınılmayacağı iddiasının sahipleri bu konuda adildir.

Sakınma iddiasında bulunanlar ikrar ettikleri ‘haramlık’ hükmüyle, dinlerinde lakayt olduklarını göstermişlerdir. Kalbinde hayat olan bir Müslümanın uzun yılar aynı haramı işlemesi düşünülebilir mi?

Okulların sahipleri ve okulların varoluş amacı sakınılmanın mümkün olmadığını gösterir. Çünkü asıl amaç olan tağuta kulluk ve ilkelerini benimsetme her aşamaya sistemli ve bilinçli bir şekilde serpilmiştir.

Çocuğun korunmaya muhtaç olması ve kendi başına korunmasının mümkün olmayışından dolayı, sakınma konusu gündeme gelmektedir. Şayet okulun her aşamasında sistemli bir şekilde yerleştirilmiş şirkler varsa; velinin her anında çocuğunun yanında olması gerekmektedir. Bu mümkün değildir.

Sakınmacılar, normal zamanlarda kendileri gibi bu cürümde ortak oldukları insanlarla konuşuyorken; çocuğun çevresindeki her olumsuzluktan etkilendiği, okulda bulunan edepsiz çocukların davranışlarını taklit ettiğinden yakınırlar!! Gelişigüzel var olan İslam’a aykırı unsurlardan çocuklarını sakındıramayanların, sistemli ve her aşamada bulunan şirklerden sakındırıyor olma iddiası ilginçtir.

Çocuklarına dünyaya dair hiçbir işini ‘çocuktur beceremez’ diye teslim edemeyenlerin, imanlarını ve Allah’a olan ahitlerini çocuklara teslim edip ‘sakınmak suretiyle bizleri de koru’ talebi ilginç, ilginç olduğu kadar da komiktir.

Kendileri koca insanlarken cahiliyenin etkisinden sakınamamış insanların, çocuklarını sakındıracağı iddiası ironiktir. Allah’ın bunca yasağının varlığına, konunun hem vakıa hem de nas yönünden bu denli açık olmasına rağmen ‘diploma, rızık endişesi, sosyal statü, toplumda kabul kriterleri, kınanma sebebi’ gibi cahiliye ölçülerinden sıyrılmadıkları için çocuklarını şirk yuvalarına teslim ederler. Kendileri içinde yaşadıkları cahileyinin hayat ölçüleri altında, vahye taban tabana zıt olmasına rağmen ezilmiş ve korunamamışlardır. Bunu çocuklardan beklemeleri ne denli gerçekçi olur?

Çoğunun, çocuğu okula yollama nedeni ‘evde eğitim verememe’ iddiasıdır. Eğitime gelince ‘kendi ikrarıyla’ beceriksiz olanlar, ondan daha tehlikeli ve zor olan sakındırma işinde pek mahirler. Ne tuhaf değil mi!

Hakikat ise;

“(Sözde) Allah’ı ve iman edenleri aldatırlar. Oysa onlar, yalnızca kendilerini aldatıyorlar ve şuurunda değiller.” (2/Bakara, 9)

Bununla beraber:

Sakınmak mümkün olmasa da, sakındırdıklarını farz edelim. Bu fiilleri yapmasa dahi bir Müslümanın o meclislerde bulunması mümkün değildir. Allah sadece küfrü yasaklamamış, onun icra edildiği meclislerde bulunmayı da –inkar etmeksizin- yasaklamıştır.

“Münafıklara müjde ver: Onlar için gerçekten acıklı bir azap vardır. Onlar, mü’minleri bırakıp kafirleri dostlar (veliler) edinirler. ‘Kuvvet ve onuru (izzeti)’ onların yanında mı arıyorlar? Şüphesiz, ‘bütün kuvvet ve onur,’ Allah’ındır. O, size Kitap’ta; ‘Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar bir başka söze dalıp geçinceye kadar, onlarla oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz’ diye indirdi. Doğrusu Allah, münafıkların ve kafirlerin tümünü cehennemde toplayacak olandır.” (4/Nisa, 138-140)

Ayetlerin anlattığı konu siyak-sibak içerisinde vakıamıza ışık tutar. Allah subhanehu ve teâlâ münafıkları ateşle müjdeliyor. Bu defa yaptıkları şey ‘dünyada güçlü olma, imkanlara kavuşma’ adına kafirleri dost edinmektir. Onlar kafirlerde bulunan birtakım imkanlar –ki bu güç ve izzettir(!)- için Allah’ın yasağını çiğnemişlerdir. Onlarla beraber olmaları, aynı ortamları paylaşmaları onları birtakım sıkıntılara düşürmektedir. Kafirler kafirlikleri gereği Allah’ın ayetlerini inkar ediyor, dalga geçiyorlar. İnkar etmeksizin onlarla beraber bulunanları ‘siz de onlar gibi olursunuz’ diyerek tehdit ediyor. Kur’an ayetlerin zahirinden sapmayı adet edinenlerin ‘günahta mı, küfürde mi’ ortak olurlar tartışmasının önünü kesercesine: “Doğrusu Allah, münafıkların ve kafirlerin tümünü cehennemde toplayacak olandır” diyor Allah.

Günümüz insanı da aynı değil midir? Kafirlerin yanında umdukları dünyevi çıkarlar için Allah’ın hudutlarını çiğneyip, Allah’ın şirk, bidat ve haram anlamında yasakladığı ne kadar fuhşiyat varsa bunları barındıran okullara, çocuklarını teslim ediyor, böylelikle de ‘küfrün icra edildiği’ meclislerde bulunmak durumunda kalıyorlar.

Şayet inkar etseler, okulda öğrenci olarak bulunmaları mümkün değildir.

Sussalar ayetteki tehdide muhatap oluyorlar. Hem susup hem de susmuyormuş gibi yaparak Allah’ı ve müminleri kandırdıklarını sanıyorlar. Sonuçta hem kanan, hem de kandıran kendi nefisleridir.

Nisa 140’a Dair Bir Şüphe: ‘Küfre Rıza Küfür Müdür?’

Kimileri bu kaidenin ‘Muttefekun Aleyh’ olmadığını, bazı alimlerin farklı düşünce bildirdiğini söyler. Hanefi ulemasının bazıları: ‘Küfre her rıza küfür değildir. Bu konuda tafsilat vardır’ demişlerdir. Buna binaen: ‘Çocuğunu sakındırdığını iddia eden Nisa 140’a muhalif olmaz. Bunda ihtilaf vardır. İhtilafın olduğu yerde ‘küfre girmekten’ söz edilemez’ demişlerdir.

Deriz ki:

Son zamanların ‘meşhur fitnesi’ ile karşı karşıyayız. Cahilin ortaya attığı şüpheyi izale etmek kolaydır. İlimden haberdar, ihtilaflara vakıf insanların şüpheleri ise böyle değildir. Gerek konuşanın alim olması, gerek konuyu ifade ediş biçimi, şüphenin halkta makes bulmasını sağlıyor. Buna maddeler halinde cevap verecek olursak:

a. Küfür meclislerinde, inkar edilmeksizin oturmak, ayetin nassıyla yasaklanmıştır. Ve bu yasağı çiğnemenin kişiyi “Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini ve onlarla alay edildiğini…” aynı hükme sokacağı ibare-i nastır… Yani bir ayetin bir şeye delalet etmesi için indirilmesi ve bunun lafızlardan direk anlaşılmasıdır. İsterseniz ‘mantuk-u salih asaleten’ deyiniz. Bu; şer’i bir nassın, bir hükme delalet etmesinin en kuvvetli halidir. Bunu bir kenara kaydedelim. Bilelim ki; ayetin konuya delaletinde hiçbir ihtilaf ve kapalılık yoktur.

b. Ayetin siyak ve sibakı delaletine kuvvet katar. Kendi en kuvvetli ve üst mertebede hükme delalet eden ayetin; öncesi ve sonrası da onu destekler. Ayet dünyevi çıkarları için Allah’ın subhanehu ve teâlâ yasaklarını çiğneyen münafıklardan söz etmektedir. Ayetin sonunda: “Doğrusu Allah, münafıkların ve kafirlerin tümünü cehennemde toplayacak olandır.” buyurularak, kastedilen mesele vuzuha kavuşturulmuştur.

c. Hükmün başladığı nokta, rıza meselesi değildir. Bu lafız ayette geçmez dahi…

Hüküm (…siz de onlar gibi olursunuz): Zahir ve kural altına alınabilecek bir noktaya ‘o mecliste inkar etmeksizin bulunmak’ bağlanmıştır. Bu çok önemli bir noktadır.

Rıza meselesini alimler tefsirlerde zikretmiştir. Zaten rıza kalbi/içsel bir meseledir. Hüküm ona bağlanamaz. İslam zahirle hükmeder. Yani somut şeylerle olayları hükme bağlar. Soyut olanlar; elle tutulup, gözle görülmediği için hükümler ona bağlanamaz. Bu da lehte ve aleyhte adaletin ta kendisidir. Kalbe bağlı olan şeyler Allah’a aittir. Kıyamette açığa çıkarılacak ve ona göre hükmedilecektir.

Alimlerin ‘Küfre rıza küfürdür’ kaidesini bu ayette zikretmeleri; ‘O meclislerde oturan küfre girer, bunun sebebi de budur. Yani meselenin içsel boyutu budur.’ kabilindendir. Örneğin ‘Peygamber katletmek küfürdür’, ‘Allah’a sövmek küfürdür’, ‘Kur’an’ı pisliğe atmak küfürdür’ derler, sonra; bu ‘O şahsın bunları tazim etmediğinin ve kalbinde bunlara dair imanın bittiğini gösterir.’ derler. (Bu metodun ehli sünnet metoduna uygun olmadığını, mürcie-i fukaha olan Eşari ve Maturidilerin metodu olduğunu belirtelim.)

Mesela bir insan Allah’a sövdü ve ‘Bunu yaptım ama ben Rabbi’mi seviyorum, O’na inanıyor ve tazim ediyorum’ dedi. Bu sözünü kâle almazlar. Sövme fiiliyle onu tekfir ederler. Çünkü ‘tazim etmeme, kalpte sevgi’ hükmün sebebi değildir. Küfre girmenin sebebi mücerred sövmektir, hükmün bağlandığı nokta, somut olmalıdır. ‘Tazim etmeme’ gibi kalbi durumların bildirilmesi konunun daha iyi anlaşılması için altyapısının zikredilmesinden ibarettir.

Nisa 140’ncı ayet de böyledir. Hüküm (küfre girme): ‘O meclislerde oturmaya’ bağlanmıştır. Orada inkar etmeksizin oturan ‘ben bunu yaptım ama küfre razı değilim’ dese dahi, bu sözü anlam ifade etmez.

d. Hanefi alimlerinin sözünün açıklanması: Hanefi alimleri birkaç örneği bu kaideden istisna kılmak için, bu kaide hakkında konuşmuşlardır. Mesela, İslam düşmanı küfrün önderleri için beddua etmek: ‘Musa aleyhisselam ve Nuh aleyhisselam onların küfür üzere ölmesi için beddua etmişti. Bu onların küfür üzere kalmasını istemek gibidir. Demek bunun gibi zahiri küfre rızaymış gibi görünen her suret küfre rıza değildir.’

Ya da bir insan ‘ben Müslüman olacağım’ diye geldi. Talepte bulunduğunda ‘önce gusül al’ denildi. Gusül müddetince küfürde kalmasına sebep olundu. Bir nevi rıza gösterilmiş gibi oldu. Burada küfre rıza yoktur.

Hanefi alimleri bu iki örneği zikrederek: ‘Bunların zahiri küfre rıza olsa da öyle değildir. ‘Küfre rıza küfürdür’ kaidesinde dikkatli olmak lazımdır. Bu tafsilata gidilmezse birileri bu yanlışa düşebilir.’ demişlerdir. Şimdi dikkatlice düşünürsek:

Hanefi alimleri Nisa 140’ıncı ayeti konuşmuyorlar. Onun delaleti olan ‘küfür meclislerinden inkar etmeksizin oturmak’ konusu değildir meseleleri. Konuştukları şey; Küfre rıza kaidesinden istisna edilen hususlardır.

Bu tüm Hanefilerin değil, bazılarının görüşüdür. Ez-Zahire sahibi İmam Ebu Hanife’den: ‘Her küfre rıza küfürdür’ der.

Hanefilerin istisna tuttuğu iki örnekle; bir yavruyu, her aşamasında küfrün bulunduğu bir okula göndermenin arasında nasıl bir alaka olabilir?

Bu, alimlerin ihtilaflarını bilecek kadar ilme vakıf olma nimetine nankörlük değil midir? Başlıklar benziyor diye alakasız bir ihtilafı, vakıada yaşanana benziyormuş gibi göstermek ve binlerce insanı fitneye düşürmek nasıl bir vebaldir?

Hanefiler bu konuda ihtilaf etmiş olsa da (vakıayla alakası olmamasına rağmen) okul ve içindeki meselenin benzerlerini tartışırken bu konuyu gündeme getirmemişlerdir.

Hanefi ulemasından Osmanlı Şeyhu’l-İslam’ı Mustafa Sabri Efendi:

‘Bir baba namazını kılar, orucunu tutar, Müslümanlık hakkında olumsuz bir şey dinlemeye tahammül edemez, dini yolunda canını esirgemez. Fakat hamur gibi yumuşak ve değişime kabil çocuğunu Avrupa’ya (eğitim amaçlı) gönderip, okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkmasına önem vermez. Bu durum aklın alamayacağı bir zıtlıktır. Evladını küfür ve inkar yollarına sevk eden babanın namazının ve diğer ibadetlerinin kendisine faydası yoktur.’ (Hilafeti Muazzama)

Yaşamış son dönem Hanefi Fukahasından Hafız Ali Reşat(1960’lar):

‘Atatürk’ün bir tek ilkesine uyan ve bunları öğreten o öğretmenlere gidenlerin namaz kılmalarına, oruç tutmalarına gerek yoktur.’ (Muhafazakar Gazetesi)

Eski alimler okulda yapılanlara benzer durumlar hakkında:

‘Bir kişi Nevruz günü Mecusilerin toplandığı yere gitse kafir olur. Çünkü bu küfrünü ilan demektir.’

‘Bir kimse Nevruz günü, bugüne saygı için müşriklere bir şey hediye etse Allah’a elli yıllık ibadetin zayii olur.’ (Fıhu’l-Ekber Şerhi, Molla Aliyu’l-Kari, 345) fetvalarını vermişlerdir.

Bu fetvaların doğruluğu veya içtihat hatası olduğunu düşünmeniz önemli değildir. Bunları zikretmemin nedeni, Hanefi Fukahasının ‘Küfre rıza küfürdür’ kaidesindeki tafsilatlarının konumuzla uzaktan-yakından alakası yoktur. Bizzat okul meselesi veya okulda işlenen cürümlere benzer durumlarda, bu kaidede zikrettikleri tafsilatı dahi zikretmemişlerdir.

Bu açıklamayla ‘hakla batılın karıştırılıp, hakkın gizlenmesi’ ayetine örnek vermiş olduktan sonra konunun ‘tam izahı’ babından şu açıklamaları yapmakta fayda görüyoruz.

Tafsilatın Nedeni

“Musa dedi ki: ‘Rabbimiz, şüphesiz sen, Firavun’a ve önde gelen çevresine dünya hayatında bir çekicilik (güç, ihtişam) ve mallar verdin. Rabbimiz, senin yolundan saptırmaları için (mi?) Rabbimiz, mallarını yerin dibine geçir ve onların kalplerinin üzerini şiddetle bağla; onlar acı azabı görecekleri zamana kadar iman etmeyecekler.’ ” (10/Yunus, 88)

Hanefi Fukahası: Musa aleyhisselam Firavun’un küfür üzere ölmesini istemiştir. Öyleyse her küfre rıza küfür değildir. Bunun gibi durumlar, bu kaidenin kapsamında değerlendirilmemelidir. Bu düşünce ile kaidede tafsilata gitmişlerdir.

Abdullah b. Ebi Serh mürted olup Mekke’ye kaçtı. Allah Rasûlü’ne, sahabeye dil uzatıp, onları hicvediyordu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

“Onu Kabe örtüsüne sarılı bulsanız da öldürün” diye emretti. Fetih günü Osman radıyallahu anh onu arkasında getirdi. Allah Rasûlü’nden sallallahu aleyhi ve sellem onu bağışlamasını istedi. Üç defa talebini tekrarladı. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem cevap vermedi. Üçüncüde elini uzattı ve “Kabul ettim”, İbni Ebi Serh meclisten ayrılınca sahabeye dönerek: “İçinizden üç defa elini tutmadığım bir adamı öldürecek kadar akıllı kimse yok muydu?” diyerek sitemde bulundu.

“Keşke bir işarette bulunsaydın” dediler. Allah Rasûlü: “Hiçbir Peygambere hain göz yakışmaz’ dedi.”

Bu kıssadan anlaşılan: Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem onun küfür üzere kalmasını istemiştir.

Bu ve benzeri örnekleri istisna kılmak için Hanefi Fukahası tafsilata gitmiştir.

Bu iki örnek dikkatlice incelendiğinde konu daha iyi anlaşılacak ve iki vakıanın da ‘Küfre rıza küfürdür’ kaidesiyle alakasının olmadığı netleşecektir.

Musa’nın aleyhisselam bu talebi bilgiye dayalıdır. Allah ona Firavun’un helak olacağını, küfür üzere öleceğini haber vermiştir. Davetin ilk aşamasında Firavun’a:

“Andolsun, biz Musa’ya apaçık dokuz ayet (mucize) vermiştik; işte İsrailoğulları’na sor; onlara geldiği zaman Firavun ona: ‘Gerçekten ben seni büyülenmiş sanıyorum’ demişti. O da: ‘Andolsun, bunları görülecek belgeler olarak göklerin ve yerin Rabbinden başkasının indirmediğini sen de bilmişsin; gerçekten ben de seni yıkılmış-harap olmuş sanıyorum’ demişti.” (17/İsra, 101-102)

Ayet açıktır. Firavun’un helak olacağı davetin en başından bellidir. İster bu Musa’ya aleyhisselam bildirilmiş olsun, ister o zannını dillendirdiğinde Allah subhanehu ve teâlâ ona müdahale etmeyip ikrar etmiş olsun fark etmez. Küfür üzere olup, helak olacağı belli bir insana beddua etmenin ‘Küfre rıza kaidesi’ ile ne alakası olabilir?

Örneğin, Uhud gününde Allah Rasûlü’nün dişi kırılmış, yüzü yaralanmıştı. Bu manzara karşısında ‘Rasûllerinin başını yaran bir kavim nasıl felah bulur ki?’ diye serzenişte bulundu. Allah subhanehu ve teâlâ onu hemen uyardı ve bu sözün yanlış olduğunu ifade eden şu ayetleri indirdi:

“(Allah’ın) Onların tevbelerini kabul etmesi veya zalim olduklarından dolayı azaplandırması işinden sana bir şey (sorumluluk ve görev) yoktur.” (3/Ali İmran, 128)

Gerçekten Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem böyle dediği insanlar Mekke fethinde Müslüman oldular. Ve Allah onları tevbeye muvaffak kıldı. Musa’nın aleyhisselam bu talebi yanlış olsaydı o da uyarılırdı. Uyarılmaması, bunun ona bildirildiğini veya zannının ikrar edildiğini, onun da aleyhisselam bunu anladığını gösterir.

Abdullah İbni Ebi Serh’e gelince: İslam da mürted iki kısımdır.

Mücerred Riddet: Kişinin İslam’dan sonra küfre dönmesidir. Bunlar tevbe ederse tevbeleri kabul edilir.

Muğallaz Riddet: Mürted olduktan sonra küfürde azgınlaşmaktır. Bu sürekli din değiştirmek suretiyle olabileceği gibi, mürted olduktan sonra Müslümanlarla savaşmak, onları dil ile hicvetmek gibi küfrüne küfür katıp azgınlaşmakla da olur.

“Doğrusu, imanlarından sonra inkar edenler, sonra inkarlarını arttıranlar; bunların tevbeleri kesinlikle kabul edilmez. İşte bunlar, sapıkların ta kendileridir.” (3/Ali İmran, 90)

“Gerçek şu, iman edip sonra inkara sapanlar, sonra yine iman edip sonra inkara sapanlar sonra da inkarları artanlar Allah onları bağışlayacak değildir, onları doğru yola da iletecek değildir.” (4/Nisa, 137)

Bu insanların tevbesi kabul edilmeyebilir. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem İbni Ebi Serh’in riddeti muğallaz olduğundan tevbesini kabul etmek istememiştir.

Acaba bu örnekler ve buna bağlı olarak bazı alimlerin tafsilata gitmesiyle, körpe yavruları, fıtratlarında olan tevhidi bozmak ve her türlü şirke bulaştırma arasındaki alaka nedir?

Derlerse:

‘Bizler bunların varlığını kabul ediyoruz. Ancak o ortamlarda bulunurken, kalbimizle buğz ediyoruz. Bu konuda hadis vardır. Allah Rasûlü: “Sizden kim bir münkeri görürse onu eliyle değiştirsin, buna gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Buna da gücü yetmeyen kalbinden buğz etsin, bu imanın en zayıf noktasıdır.”  (Müslim)

İmanın en zayıf hali de olsa, hadis bizler için imanı ispat ediyor. Kimse bizleri küfürle itham edemez.’

Deriz ki:

Bu meseleye Nisa140’ıncı ayet kapsamında değinmiştik. Şu kat’iyyen bilinmelidir ki: Kalbî/İçsel mazeretlerin dünya hükmünde geçerliliği yoktur. Bunun tek istisnası ikrahtır. İkrah halinde, kişinin zahirinde küfür olmasına rağmen kalbin imanla dopdolu olması yeterlidir.

“Kim imanından sonra Allah’a (karşı) inkara sapıp da, -kalbi imanla tatmin bulmuş olduğu halde baskı altında zorlanan hariç- inkara göğüs açarsa, işte onların üstünde Allah’tan bir gazap vardır ve büyük azap onlarındır.” (16/Nahl, 106)

Zaten küfür noktasında sadece ikrahın istisna tutulması, bunun dışındaki durumları kapsamadığını gösterir.

Kalbi durumların (buğz gibi) geçerliliğine sadece Alemlerin Rabbi olan Allah subhanehu ve teâlâ karar verir. Bizlerin ise bunu bilme lüksü yoktur. Allah Rasûlü yaşarken benzer hadiseler olmuştur. Allah vahiyle sahabeyi doğrulamıştı. İçindekinin zahirinin aksine olduğunu söyleyen Hatıp İbni bin Belta’yı vahiy doğrulamış, Allah Rasûlü onu tekfir etmemişti. Bunun yanında yeminler ederek kendilerini savunan münafıkların içlerindekinin farklı olduğunu yine vahiy bildirmişti. İki zıt tablo… Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem vefat edince sahabe bu noktayı açıklığa kavuşturmak istedi. Kalbî olan durumların sadece Allah Rasûlü yaşarken geçerli olduğunu, vahiy indiği için kalplerine ve esrarına muttali olan Allah’ın buna karar vereceğini, vahiy kesildikten sonra bunun geçerli olmayacağını ilan ettiler.

Ömer radıyallahu anh halifeliği döneminde hutbeye çıktı ve şöyle dedi:

‘İnsanlar Allah Rasûlü döneminde vahiyle yargılanırdı. Muhakkak vahiy kesildi (Allah Rasûlü’nün ölümüyle). Biz sizleri açığa çıkan amellerinizle yargılarız. Kim bize güzellik izhar ederse, ona güvenir ve kendimize yakınlaştırırız. Onun içinde olan bizi ilgilendirmez. Onu hesaba çekecek olan (içinde olandan dolayı) Allah’tır. Kim de bize kötülük izhar ederse, ona güvenmez ve onu tasdik etmeyiz velev içinde olanın güzellik olduğunu söylese de.’ (Buhari)

Sahabe ölçüyü koymuştur. Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem vefatı ve vahyin kesilmesiyle kalbî/içsel iddialar geçerliliğini yitirmiştir. Buna hükmedecek Allah’tır. Bizlere düşen zahirle ve insanların amelleriyle hükmetmektir.

Ayrıca hadiste zikredilen “kalple buğz”, belli merhaleler yaşandıktan sonra geçerli olan bir durumdur. Öncesinde iki merhale olan el ve dil ile karşı koyma zikredilmiştir.

Bugün bu cürmü işleyenler el ve dil aşamasında ne yapıp aciz kaldılar da kalp boyutuna geçtiler?

İslam bir şeyi “güç yetirmeye” bağlamışsa, bunun takdirini heva ve hevese bırakmamıştır. Her ‘gücüm yetmiyor’ diyenin iddiası geçerli değildir. Mesela cihad etme, emirlere itaat vs. güç yetirilmeye bağlanmıştır. Ancak gücüm yetmiyor bahanesiyle geri kalanlara “münafık” denmiştir. Çünkü bu insanlar ‘canım istemiyor’, ‘dünya lezzetleri’, ‘egoist ve bireysel yaşam bana daha sevimli ve rahat geliyor’ düşünceleriyle, güç yetirmeyi karıştırmıştır. İslam’ın bu ve benzerlerine yaklaşımını öğrenmek isteyenler, Tevbe Suresi’ni bu açıdan bir daha okumalıdır.

Bugün kalbinden buğz iddiasında olanların durumu da böyledir. Onlara deriz ki: ‘Bu iddianız kıyamette geçerli olacaktır. Allah subhanehu ve teâlâ içinizdekini açığa çıkaracak sonra doğruluğuna veya yalan olmasına hükmedecektir. Şunu bilin ki: sizin bu cürmü işlemeniz, rızık endişesi, toplumda adam yerine konma, okuma-yazma öğrenme, dünyalık çıkarlarsa kalbî iddianız yüzünüze çarpılacaktır. Dünya hükmüne gelince bunun hiçbir geçerliliği yoktur. İslam alimleri bu noktada bir açıklama yapmışlardır: ‘Kalbî buğz ve susma, münkerle isteği dışında karşılaşan insanlar için geçerlidir. Çünkü ona vazife olan, değiştiremediği münker ve münkerin işlendiği ortamdan uzak durmasıdır.’

Rızık endişesi ve dalkavukluk amacıyla sultanların saraylarına giden saray mollaları vardı. Bunlar birçok münkeri görüyor, sultanın gazabından çekindikleri için sükût ediyorlardı. İnsanlar sorduğunda hadis zikredip, kalplerinden buğz ettiklerini söylüyorlardı… İmam Gazali rahimehullah İhya-ı Ulumud’din’de bu konuya değinmiştir:

‘…Sükût etmeye gelince: Zalim sultanların huzuruna giren, onların meclislerindeki ipekli sergiler, gümüş kaplar, kendilerinin ve hizmetçilerinin sırtında haram olan ipekli elbiseler görecektir. Halbuki herhangi bir Müslüman, haram bir şeyi gördüğünde sükût edip itiraz etmezse, o haramda ortak olur… Eğer derse: ‘Nefsinden korktuğu için susmakla mazur olur mu?’

Cevap olarak deriz ki: Senin bu sözlerin haktır. Fakat adamın da herhangi bir zaruret olmadığı halde, nefsini mubah olmayan bir şeyi yapmaya zorlama hakkı yoktur. Zira kişi o ortama girip, o münkerleri görmeseydi onlardan sorumlu olmazdı… Yeri gelmişken söylemek isterim: Herhangi bir yerde gayrı-meşru bir şeyin olduğunu bile bile ve onu değiştirmesi mümkün değilse oraya gitmek caiz değildir…’ (İhya, 2/342)

Şayet Derlerse:

‘Bugün kafirler çok güçlüdür. Teknoloji onların elindedir. Müslümanlar da güçlü olmalıdır. Çünkü mücadele için güç dengesi şarttır. Bu güç ve imkana ulaşmanın yolu okullardır. Hem Müslümanlar geri mi kalsın?’

Deriz ki:

Allah sizlere hidayet versin. Tarihin hangi evresinde kafirlerle-Müslümanlar arasında güç dengesi olmuştur? Ne zaman Müslümanlar onların yarı gücüne ulaşmıştır? Yoksa Allah’ın değişmez sünnetlerini siz mi değiştireceksiniz?

Şunu bilin ki güç, kuvvet Allah’ın subhanehu ve teâlâ elindedir. Ve yardım ancak O’nun katındadır. Ve buna ulaşmanın tek yolu sabır ve takvadır.

“Andolsun, siz güçsüz iken Allah size Bedir’de yardımıyla zafer verdi. Şu halde Allah’tan sakının, O’na şükredebilesiniz. Sen mü’minlere: ‘Rabbinizin size meleklerden indirilmiş üç bin kişiyle yardım-iletmesi size yetmez mi?’ diyordun. Evet, eğer sabrederseniz, sakınırsanız ve onlar da aniden üstünüze çullanıverirlerse, Rabbiniz size meleklerden nişanlı beş bin kişiyle yardım ulaştıracaktır. Allah bunu (yardımı) size ancak bir müjde olsun ve kalpleriniz bununla tatmin bulsun diye yaptı. ‘Yardım ve zafer’ (nusret) ancak üstün ve güçlü, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah’ın Katındandır.” (3/Ali İmran, 123-126)

“Ve onların içinden, sabrettikleri zaman emrimizle doğru yola iletip-yönelten önderler kıldık; onlar bizim ayetlerimize kesin bilgiyle inanıyorlardı.” 32/Secde, 24)

Evet yardımın sebebi sabır ve takvadır. Yani Allah’ın emirlerine riayet etmek, O’nun nehyettiklerinden sakınmaktır. Bununla beraber sabırlı olmaktır. Küfrün dayattığı vakıaya karşı dişini sıkmak ve istikametten ayrılmamaktır. İkisi de (sabır ve takva) dayatmalara karşı dik durmayı sağlayan dinamiklerdir. Özellikle Müslümanların mustazaf olduğu (vakıamız gibi) dönemlerde istikamet üzerinde sebat etmek, bozmadan emanete sahip çıkmak çok zordur. Ancak seçkin insanlar bu konuda dik durabilir.

Şayet, amacınız Allah’ın subhanehu ve teâlâ dini için mücadele etmekse, bunun yolu yasakları çiğnemek, her baskıda istikametten ayrılmak değildir. Derdi ve amacı Allah için mücadele etmek olan sahabelere bakalım. Onlar neyle mücadele ettiler?

Bedir gazvesini bir daha okuyalım… Mute’yi… Tebuk’u… Her iki taife arasında sayı bakımından aklın almadığı uçurumlar vardı. Ama Allah sabırları ve takvalarından dolayı onlara yardım ediyordu.

Oysa o günün güç ölçüsü sayılan, silah üretimine, şiire, felsefeye, Roma’nın sanatına, sihir ve kehanete sahip değillerdi. Daha ötesi çoğu okuma-yazma dahi bilmiyordu. Ümmi bir Rasûl’ün sallallahu aleyhi ve sellem komutasında ümmi bir ümmettiler. Ancak izzet ve zafer onların vasfıydı. Bedir gününde, esirleri, Müslümanlar okuma-yazma öğretme karşılığında serbest bırakıyorlardı. Onlar dinlerinden taviz vererek Allah’ın yasak kıldıklarını çiğnememişlerdi. Allah subhanehu ve teâlâ gücü onlara nasip ettiği gibi, güç sahiplerinin imkanlarını da onların ayakları altına sermişti.

Dünyada sosyal, ekonomik, askeri ve siyasi anlamda süper güç olan iki devlet, otuz yıl içinde onlara boyun eğmişti. Hem de tüm imkanları ve güçleriyle beraber…

İşte vahyin güç ölçüsü, işte pratik vakıa… Peki gücün kafirlere benzemek ve onların sahip olduklarına sahip olmak olduğunu kim söyledi sizlere?!

Acaba hayat ölçülerinizi belirleyen ‘sadece araç olarak’ kullandığınızı iddia ettiğiniz okullar olmasın? Çünkü savaşlar ve mücadeleler anlatılırken güç ve zafer ölçüsünü bu noktaya bağlayan müfredatlardır.

Bugün sizin iddianızla bu mabedleri imar eden binlerce insan var. Ne yapıyorlar? İlginç değil mi? Bir kısım mücadele edilesi tağutların hayat nizamını ve programlarını icra etmekle meşgul okumuş bürokratlar… Bir kısmıysa mücadele adı altında demokratik tepkilerini ortaya koyuyorlar. Kalan da onların koyduğu hayat ölçüsüne göre iş-yemek-yatak odası-lavabo arasında ömür tüketiyor. Dünyada sahabi misali onlara kafa tutan ve onlara diz çöktüren Müslüman toplumlara bakın. Onlar ancak bu okulların encas müfredatına (Necis Müfredat) tabi olmayanlardır.

Sormak lazım sizlere… Bir iddianız var… Ve bu iddianızı, ne vahiy ne tarih ne de vakıa doğruluyor. Bilakis hem teori hem de pratik olarak yalanlıyor. Hala devam edecek misiniz bu iddianıza?

Bir başka sorum daha var! İslam adına okuyan bu insanlar nerede? Mücadelenin yaşandığı ortamlarda bu insanları hiç göremedik. Her fırsatta ‘hizmet’ için okuduğunu iddia edenler, hangi cephede tedavi yapıyorlar!?

Müslümanların çocuklarına bedava hizmet mi veriyorlar!? Fakir Müslümanlara karşılıksız eğitim verip, tedavi edip, maddi yardımda mı bulunuyorlar?

Evet, istisnai şahsiyetler vardır. Zaten onlar da çocuklarını bu mabedlerden uzak tutan Müslümanlardır.

“Hiç şüphesiz, bunda, kalbi olan ya da bir şahid olarak kulak veren kimse için elbette bir öğüt (zikir) vardır.”  (50/Kaf, 37)

Derlerse:

‘Bu çocukların okuma-yazma öğrenmesi gerekir. Dinlerini öğrenmeleri için en azından bu kadarı gereklidir.’

Deriz ki:

Bu sizin sorumluluğunuzdadır. Anne-baba olarak onlarla ilgilenmek, buluğ çağına kadar dini ve dünyevi ihtiyaçlarında onlara yardımcı olmak, sizin vazifenizdir.

Müslüman olmak için okuma-yazma şart değildir. Yeryüzünün en seçkin topluluğu (sahabeler) okuma-yazma bilmiyordu. Bu onların İslam’a girmesine engel olmadığı gibi, hidayet imamı olmalarına da engel teşkil etmedi. Evet, okuma-yazma bilmek faydalıdır. Ancak kulluğun esası için şart değildir. Farkındaysanız bir iddianızda daha, vahyin değil bu müfredatların ölçüsüyle hareket ettiniz.

Derlerse:

‘Okul okumayan çocukların psikolojisi bozuluyor. Sosyal ortamdan uzak kaldığı için kişilik bozuklukları yaşıyor.’

Deriz ki:

Allah’tan korkunuz. İnsan psikolojinin en bereketli ilacı doğruluk ve dengeli ortamdır. En zararlı ve bozucu şey yalan/ikiyüzlülük ve aşırı uçların yaşandığı ortamlardır. Bu hem karakteri hem de kişiliği olumsuz yönde etkiler.

Örneğin bir pedagoga veya psikoloğa gidin, deyin ki: ‘Biz çocuğumuzu bir ortama yolluyoruz. Tüm değerlerimiz çatışıyor. Onlarda iyi olan bizde kötü, onların kahramanlık dediği bizde haddi aşma, onların güzel dediği bizde çirkin, onların modern dediği bizde ilkel ve cahiliye…’

Sonra bakın bakalım pedagog veya uzman sizinle mi, çocuğunuzla mı ilgileniyor? Emin olun bu ucube davranış biçiminizden dolayı, psikolojik olarak ilgilenilmeye sizin muhtaç olduğunuza kanaat getirecektir.

Ve size psikolojinin A, B, C’si olan şu bilgiyi verecektir: ‘İnanılan ile yapılan çelişiyorsa, ya inancın ya da davranışın değiştirilmesi şarttır. Aksi halde travma kaçınılmazdır.’

Yani siz bilim ve psikoloji müptelalarına şunu diyeceklerdir: ‘Ya inandığınız esasları değiştirin, şirk, tağut, tevhid, dostluk-düşmanlık inancına dair sisteminizi değiştirin. Ya da davranışınız olan cürmü değiştirin.’

Asıl bu çocukları yalan/ikiyüzlülük/inandığı gibi yaşamama yüküyle karşı karşıya bıraktığınız için onların psikolojisi bozanlar sizlersiniz.

Bu ortamlara dair yapılan araştırmaları da okumanızı tavsiye ederiz. İnsan kişilik ve karakterini belirleyen hiçbir duygu bu ortamlarda dengeli gelişmiyor. Ya aşırı ve zamansız ilerleme ya da yeterince doyurulmama şeklinde onarılmaz yaralara sebep oluyor.

Hem ABD ve Avrupa’da (sizlerin uğruna dininizi feda ettiğiniz hayat standartlarına sahip olanlar) çocuklar sizin gerekçelerinizle okullara yollanmıyor. Vahye ait olmayan indî ölçüler böyledir işte. Bir yerde secde edilir, bir yerde helva diye yenir. Aynı hayatı ve imkânları arzulayan iki toplum var. Biri: ‘Çocuğumun kişilik ve karakteri bozuluyor’ diye okula yollamıyor, evde özel eğitim veriyor. Onun ölçüleriyle aydınlanmış(!) başka bir toplum: ‘Çocuğun kişilik ve karakteri evde bozuluyor’ diye, çocuğu okula yolluyor.

Derlerse:

‘İş imkanları için okullar şarttır. İnsanların maişetlerini karşılamaları için çalışmaları gerekiyor, bu da okullardan geçiyor. Öyle ki basit birçok ihtiyaç dahi okumaya bağlıdır.’

Deriz ki:

Bu meseleye ‘rızk endişesi’ deseniz daha iyi anlaşılır. Biz de bunu anlatıyoruz. Tüm ölçülerinizin gayri-İslami olduğunu ve sizleri bu hale getirmiş sistemin, çocuklar üzerindeki tahribatlarını düşünemiyoruz bile.

Rızk Allah’ın yanındadır… Onun ölçüsünü belirleyen Allah’tır. Rızık için çalışmak ibadettir. Ancak haram olan hiçbir yol, rızık elde etmeye aracı olamaz. Zaten sizlerin söylemeye çekindiğiniz durum daha farklıdır. Sizler yaşamak için gerekli olan rızkı değil, kafirlerin ölçüsünde ve onların standartların da yaşamak için gerekli olan rızıktan söz ediyorsunuz.

Bakın yaratılış gayesi ve rızık endişesi arasında nasıl bir bağ vardır:

“Ben, cinleri ve insanları yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım. Ben, onlardan bir rızık istemiyorum ve onların beni doyurup-beslemelerini de istemiyorum. Hiç şüphesiz, rızık veren O, metin kuvvet sahibi olan Allah’tır.” (51/Zariyat, 56-58)

İnsanlar iki kısımdır. Birinci kısım gayesi Allah’a kulluk olanlardır. Bunu asıl bilip, bunun dışında ki her şeyi bunun aracısı görürler… Bir diğer grup da rızık endişesi ile yaşayanlardır. Onlar da rızkı ve rızkın teminini asıl bilip her şeyi buna aracı görürler. İki zümrenin arasındaki fark tercihlerde açığa çıkar. Birinci grup –muvahhid- hayatında bulunan her şeye ‘kulluk’ ölçüsüyle bakar. Kendisiyle Rabbi’ne kulluk edebiliyorsa o aracı meşru sayar ve Ubudiyyet bilinciyle yapar. İkisi çatıştığında hiç tereddüt etmeden ‘kulluğu’ seçer.

İkinci grup da böyledir… ‘Rızık’ asıl gayedir. Allah için kendince belirlediği ‘kulluk’, rızkına mani oluyorsa hiç tereddüt etmeden bu ameli terk eder. Çünkü asıl olan ‘rızık’ elde etmektir.

Allah subhanehu ve teâlâ bu noktada kullarını uyarıyor. ‘Er-Rezzak benim. Siz kulluğunuzu yapın…’ diye…

Bu, tüm insanların uyarıldığı bir mesele olduğu gibi, Allah Rasûlü’nün hususi uyarıldığı ve onun sallallahu aleyhi ve sellem şahsında bizlerin de umumi olarak uyarıldığımız bir meseledir.

“Onlardan bazı gruplara, kendilerini denemek için yararlandırdığımız dünya hayatının süsüne gözünü dikme. Senin Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha süreklidir. Ehline (ümmetine) namazı emret ve onda kararlı davran. Biz senden rızık istemiyoruz, biz sana rızık veriyoruz. Sonuç da takvanındır.” (20/Taha, 131-132)

Allah Rasûlü bizlere hitaben:

“Rızkınızın yavaşlaması (azlığı) sizleri onu haram yolla elde etmeye sevk etmesin. Allah’ın yanında olanlar ancak O’na itaatle elde edilir.” buyurmuştur.

Bu yol, yol değildir. Dünyevi çıkarlar, Allah’ın garanti altına aldığı rızık vb. şeyler için, dinin özünden olan temeller feda edilmez. Böyle bir çocuğun dinine vereceği kıymet de ancak bu kadar olur. Anne-babasından pratik olarak aldığı eğitimle, dini ve çıkarı her çatıştığında, dinini feda eder. Bu noktada öğretmeni anne-babasıdır. Belki de bu nokta iyi düşünüldüğünde ‘İslam için okuyan ama hayata atılınca İslam’ı da bir kenara atan’ nesillerin sırrı çözülür. Anlamamakta direnenler için:

“Allah’a verdikleri sözü, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozanlar, Allah’ın ulaştırılmasını emrettiği şeyi kesip-koparanlar ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar; işte onlar, lanet onlar içindir ve yurdun kötü olanı da onlar içindir. Allah dilediğine rızkı genişletir-yayar ve daraltır da. Onlar ise dünya hayatına sevindiler. Oysaki dünya hayatı, ahirette (ki sınırsız mutluluk yanında geçici) bir meta’dan başkası değildir.” 13/Ra’d, 25-26)

Allah’a subhanehu ve teâlâ, verdikleri sözü bozanlara, Allah’ın bu gerçeği hatırlatması manidardır. Çünkü Allah’ın emirlerinden insanları alıkoyup, yasaklarına düşüren bu hakikatten gafil olmalarıdır. Kur’an’da bu gerçeğe vurgu yapan ayetlerin, bu ve benzeri manaların siyakında sunulması dikkate değerdir. (Bkz. (17/İsra, 30), (28/Kasas, 82), (30/Rum, 37), (34/Sebe, 36 ve 39), (39/Zümer, 52), (42/Şura, 12)

İlgili ayetlerin hemen hepsi Allah’ın isteklerinden yüz çeviren, başka şeylere yönelen, O’nun subhanehu ve teâlâ dışında dostlar edinen, zorda O’na subhanehu ve teâlâ rahatlıkta putlara yönelenlere hitaptır. Onları Allah’tan alıkoyanın bu manada yaşadıkları problemler olduğunu anlıyoruz. Günümüzde de durum aynıdır. Sadece Allah’ı birleyip, tağutlardan içtinap edeceğine dair Allah’a söz veren insanlar, rızık endişesi dolayısıyla sözlerini bozuyorlar.

Şayet Derlerse:

Bizler bu mekânlarda olan şirkleri biliyoruz. Ancak buraları bırakıp kaçmak yerine, buralarda bulunup mücadele etmeliyiz. Çocuklarımız temelde mücadele ruhuyla yetişmelidirler. Hem Musa aleyhisselam Firavun’un sarayında büyüyüp, karşısına dikilmedi mi?’

Deriz ki:

Bu iddialarınız gerçekten ilginçtir. Sizler toplum baskılarına ve onların dayattığı hayat ölçülerine karşı duramıyor, altında eziliyorsunuz. Ya onların tepki vermeleri ya da ‘yaşamak için gereklidir’ dedikleri dünyevi maslahatları kaybetmek korkusuyla Rabbi’nizin emanetine hıyanet ediyorsunuz. Allah adına söyleyin! Kendi yapamadığınız şeyi bu çocuklardan beklemek ne kadar normaldir? Sizin yapamadığınız mücadeleyi, bu körpe yavrular nasıl yapsın? Sizler Rabbi’nin buyruklarına aykırı durumlar karşısında istikamet üzere kalıp ‘Biz Müslümanız, sizleri ve Allah’ın dışında ibadet ettiklerinizi terk edip, Allah’a hicret ediyoruz’ diyememişsiniz. Bunu gün içinde onlarca defa yaşayan bu çocuklar mı yapacak?

Buralarda çocuklar mücadeleyi değil, ikiyüzlülüğü öğreniyor. Mücadelede ilk basamak dürüst olmaktır. Kendi değer ve inançlarına karşı dürüst olmayanların, başkalarına verecek bir şeyleri yoktur.

Mücadele etmek istiyorsanız o mekanları onların fiillerine iştirak etmeden Allah Rasûlü’nün yaptığı gibi davet alanlarına çevirin. Allah Rasûlü ve sahabe davet yapıyordu. Onların meclislerine gidiyor hakkı anlatıyorlardı. Bunu, onlarla aynı ibadetleri yaparak değil, dışardan yapıyorlardı.

Musa aleyhisselam için Allah:

“… Ve ben tarafımdan senin üzerine bir muhabbet bıraktım, benim gözetimimde yetişesin diye.” (20/Taha, 39)

Allah Musa’yı aleyhisselam kendi gözetiminde büyüttü. Aynı ‘özel koruma’ sizin çocuklarınız için de geçerliyse hiç durmayın çocuğu bir sandık içinde denize bırakın. Emin olun Allah subhanehu ve teâlâ onu koruyup en güzel şekilde yetişmesini sağlayacaktır. Çünkü Musa aleyhisselam Firavun’un sarayına girmeden önce, bu hitapla Nil nehrine bırakılmıştı. Şayet bu kitaba güvenip çocukları bırakamayacaksanız o zaman bu mabedlere de bırakmayınız!

Allah subhanehu ve teâlâ bizleri muhafaza etsin. Bu konuda haktan sapanları hakka hidayet etsin. Onları bu şirkten tevbeye muvaffak kılsın. Şeytanın onlara vahyettiği ve hak ölçüsünde güneş karşısında buz misali şüphelerin fitnesinden onları kurtarsın. Allahümme Amin.

Selam ve Dua ile Ebu Hanzala…

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver