Şeriat ve Maslahat Açısından Gösteriler ve Gayri İslami Yapılarla Ortak Çalışma

Allah’a subhanehu ve teâla hamd, Rasûlü’ne salât ve selam olsun.

Gösteriler ve mitingler yoluyla hak talebinde bulunmak ve İslam ehli olmayan topluluklarla ortak bir hedef gözeterek beraber hareket etmenin İslam açısından hükmü nedir? Bu ayki başyazımızı bu konunun cevabını aramaya ayıracağız. Temmuz ayı ortalarında karşılaştığımız son darbe kalkışmasıyla beraber Müslümanların gündemine yeniden giren ve etrafında hararetle tartışılan bu konuya dergimizin 10., 16., 22., 32. ve 36. sayılarının başyazılarında değinmiştik. Bu sayılarda ilgili konuyu tafsilatlı bir şekilde işlemeden ara bir konu olarak düşüncelerimize değinmiş konunun ayrıntılarına girmemiştik. Bu ay ise kendimiz ve kardeşlerimiz için yol gösterici bir yazı hazırlayalım ve Müslümanların istifadesine sunalım istedik.

Başyazımızı mezkur konuya ayırma nedenlerimizden biri de çokça konuşulmasına rağmen konuya delil açısından yaklaşılmaması, kabul edip savunanların ve reddedip karşı çıkanların duygusal yaklaşımlarıdır. Oysa İslam teslim olmaktır. Bu da herhangi bir konuda duygusallık ve aklı bir kenara koyup Kur’an’a ve onun açıklaması olan sünnete ittiba etmeyi gerektirir.

Rabbimizden bizleri muvaffak kılmasını temenni ederek başlıyoruz:

Gösteri ve Mitinglerin İslam Şeriatı ve Maslahat Açısından Açıklanması

Gösteri ve Mitingler Birer Vesiledir

Gösteri ve mitingler birer vesiledir. İslam’ın vesileler hakkındaki genel hükmü bunlar için de geçerlidir. Hakkında özel bir yasak bulunmayan her vesile mubahtır ve hizmet ettiği gayeye göre hüküm alır. Şayet bu vesile İslam’ın vacip kabul ettiği bir sonuca hizmet edip vesile oluyorsa vacip, sünnete aracı olursa sünnet, harama veya mekruha aracı olursa haram ve mekruh hükmü alır.

Yolculuk; hakkında özel bir yasak bulunmayan, insanların amaçlarına hizmet eden mubah vesilelerdendir. Kişi Allah yolunda cihad etmek, ilim talep etmek ve Müslümanların sıkıntılarını gidermek için yolculuğa çıktığında mubah olan yolculuk hizmet ettiği gayenin hükmünü alır.

“Medine halkına ve çevresindeki bedevilere, Allah’ın elçisinden geri kalmaları, kendi nefislerini onun nefsine tercih etmeleri yakışmaz. Bu, gerçekten onların Allah yolunda bir susuzluk, bir yorgunluk, dayanılmaz bir açlık (çekmeleri), kâfirleri kin ve öfkeyle ayaklandıracak bir yere ayak basmaları ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları karşılığında, mutlaka onlara bununla salih bir amel yazılmış olması nedeniyledir. Şüphesiz Allah, iyilik yapanların ecrini kaybetmez. Küçük, büyük infak ettileri her nafaka ve (Allah yolunda) aştıkları her vadi, mutlaka Allah’ın yaptıklarının daha güzeliyle onlara karşılığını vermesi için, (bunlar) onlar adına yazılmıştır.” (9/Tevbe, 120-121)

Ayet-i kerimede insanları Allah’ın razı olduğu cihada götüren tüm vesileler için Allah subhanehu ve teâla ayrı ayrı ecir vadedip bunların salih amel olarak kaydedildiğini belirtmiştir.

“Kim ilim öğrenmek için bir yola çıkarsa Allah onu cennete giden yollardan birine dahil etmiş demektir.” ( Ebu Davud, Tirmizi.)

İlim meşru bir gaye olduğundan onun için yapılacak yolculuk da ilim talebine vadedilen faziletten nasibini almıştır. Benzer bir teşviği farz namazları kılmak için mescide giden insanların attığı adımlar için görürüz:

“Allah Rasûlü Selemeoğulları’nın mescidin yakınına taşınmak istediklerini duydu. ‘Sizin mescidin yakınına taşınmak istediğinizi duydum’ dedi. Onlar ‘Evet ey Allah’ın Rasûlü’ dediler. Dedi ki: ‘Yerinizden ayrılmayın ey Selemeoğulları, sizin tüm adımlarınız ecir olarak yazılıyor.” (Müslim)

Aynı durumun yasaklar için de geçerli olduğunu görüyoruz:

“Ey Peygamberin kadınları, siz kadınlardan herhangi biri (gibi) değilsiniz; eğer sakınıyorsanız, artık sözü çekicilikle söylemeyin ki, sonra kalbinde hastalık bulunan kimse tamah eder. Sözü maruf bir tarzda söyleyin.” (33/Ahzab, 32)

Bir kadın konuşurken yatatılışı gereği erkekten farklı konuşur. Konuşmasındaki bu kadınsılık aslen haram değildir. Ancak kalbinde hastalık bulunan birinin ona tamah etme ihtimali böyle konuşmasını yasaklamıştır. Kadın evinin dışında bu uslupla konuştuğunda Allah’ın yasakladığı bir şeyi yaptığından haram işlemiş olacaktır. Aynı kadın, günah kazandığı bu konuşmayı eşine yapsa ve bununla Allah’ı razı etmeyi umsa ecir kazanacaktır.

Gösteriler de haddi zatında birer vesiledirler. Küfür olan bir inancın yayılması ve var olması için, bir münkerin serbest olması adına ya da İslam’ın haram kıldığı herhangi bir gaye için yapılan gösteriler İslam’ın yasakladığı bir neticeye hizmet ettiğinden vesile olduğu sonuca göre küfür veya haram olur. Allah’ın şeriatını istemek, İslamî bir şiarın geri dönmesi veya bir münkerin izalesi için yapılan gösteriler de, vesile olduğu neticenin hükmünü alır.

Mazlumun Toplum Desteğiyle Zulmü Defetmesi

“Ebu Cuhayfe’den radıyallahu anh rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Bir adam, komşusunu Peygamber’e sallallahu aleyhi ve sellem şikayet etti. Peygamber ona:

‘Eşyanı taşıyıp yol üzerine koy. Kim bu eşyaya uğrarsa, ona lanet eder.’ buyurdu. Adam Peygamberin tavsiyesini yerine getirdi. Bu eşyaya her uğrayan, o kötü komşuya lanet etmeye başladı. Bunun üzerine kötü komşu, Peygamber’e gelip; ‘İnsanlardan karşılaştığım ve gördüğüm (bu hakaret ve lanet) nedir?’ dedi. Peygamber: ‘Gerçekten Allah’ın laneti, insanların lanetinin üstündedir.’ buyurdu.

Sonra bu adam, şikayet edene: ‘Korunmuş oldun!’ dedi. Veya buna benzer söz söyledi.” (Edebu’l Müfred, Ebu Davud)

Komşusu kendine sürekli eziyet eden bir adam durumunu Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem arz ediyor. Bazı rivayetlere göre Nebi kendisine sabır etmesini öğütlüyor. Adam bir kaç defa şikayet edince eziyete maruz kaldığı eşyalarıyla beraber yola oturmasını ve insanların bu duruma şahitlik etmesini istiyor. Adam her sorana mağduriyetini anlatıyor. Her yoldan geçen zalim komşuya lanet ediyor. Bütün bir şehir ahalisinin hakaret ve laneti zalimi etkiliyor ve zulmünden vazgeçiyor.

İbnu’l Kayyım rahimehullah bu hadis için şöyle der: ‘İnsanların zalime beddua edip ona hakaret etmelerini sağlamak için mazlumun bazı yollara başvurmasında bir sakınca yoktur. Umulurki bu vesileyle onu zulümden alıkoyar. İnsanların dikkatini çekmek için eski ve pejmürde kıyafetler giymesi, ağlayıp inlemesi, kendisine eziyet ettiği yerden dışarı çıkması ve eşyalarını yola atması ya da yükünü yola atıp oturup ağlaması bu yollardan meşru olanlardır. Bu yolların hepsi insanların zalime beddua edip sövmesine ve lanet etmesine sebebiyet verir. Allah Rasülü komşusundan eziyet gören birine benzer bir şekilde yol göstermiştir.’ (İ’lamu’l Muvakkiin, 4/11)

Gösteriler bir zulmün veya münkerin def edilmesi için insanları tek ses hâline getirip, toplumsal reaksiyon oluşturmayı ve zalimlerin toplum baskısıyla geri adım atmasını sağlayan vesilelerdendir. İslam tarihinde bu gelenek âlimler tarafından devam ettirilmiş ve toplumun sesi kullanılarak birçok münkere karşı çıkılmış, yönetimler üzerinde baskı kurulmuştur.

İbnu’l Cevzi rahimehullah el-Muntazam’da (16/94 Hicri 458 olayları) der ki: ‘Kerh beldesi ehli aşure gününde dükkanlarını kapattılar.

Kadınları getirip Hüseyin radıyallahu anh için niyahe(dövünerek ve caiz olmayan ağtlarla ağlama) yaptılar. Sonra bir erkek cenazesi kaldırıldı. Bu bahaneyle erkekler de Hüseyin için niyahede bulundu. Bu duruma müsade etiği için Halife, Kerh ehlinin yöneticisi olan Tahir Ebu’l Ğemaim Muammer bin Ubeydullah’a karşı çıktı. O da ‘Bu durumdan geç haberdar olduğunu bildirdi ve hemen bu duruma engel olup izale ettiğini’ söyledi. Ona dendi ki: ‘Önceden var olan ve yapılan bidatlerin hiçbirinde genişlik gösterme’. –Bu olaydan sonra- Muharrem’in 14. Perşembe günü Harbiyye, Nasriyye, Daru’l Rakik caddesinden birçok insan bir araya toplandı. Dükkanlarını kapattılar. Önlerinde davetçi ve kariler olduğu hâlde Halife’nin evine doğru yürümeye başladılar. Kerh ehline lanet ediyorlardı. Ğurbe kapısının önüne yığıldılar. Hiç sakınmadan konuşmaya başladılar. Halife onlarla yazışarak ‘Bende sizin karşı çıktığınız şeye karşı çıktım ve bir daha böyle bir şey olmaması için girişimde bulundum…’ dedi ve bunun üzerine dağıldılar.’

El-Muntazam’da (16/138 Hicri 464 olayları) der ki: ‘Camadi’l Ahire’de Ebu Sa’d, et-Turki’nin evinden çıkan bir bayan şarkıcı gördü. Kadının çalgı aletini aldı ve tellerini kopardı. Kadın et-Türki’ye dönüp olanları anlattı. Bir sonraki gün Hanbeliler Kasr camisinde toplandılar. Yanlarına Şeyh Ebu İshak el-Şirazi’yi de aldılar. Yardım talebinde bulunarak (Seslerini yükseltip taleplerini dillendirdiler) orada kalmaya başladılar. Zina evlerinin kaldırılmasını, kötü kadınların ve içki satanların takip edilmesini, dirhem basılıp onunla insanların muamelatını yapmasını istediler. Müminlerin emiri onların taleplerini kabul etti…’

İbni Kesir rahimehullah el-Bidaye ve’n Nihaye’de (13/396 Hicri 693 yıl olayları) İbni Teymiyye rahimehullah ile alakalı olarak şunları anlatır:

“Hristiyan Assaf Olayı: Bu adam, Suveyda halkındandı. Bir cemaat onun Peygambere sövdüğüne tanıklık etmişlerdi. Bunun üzerine Assaf, İbni Ahmed bin Hacı Emir Âl-i Ali’ye sığınmıştı. Bu yüzden Şeyh Takiyyuddin bin Teymiyye ve Daru’l-Hadis hocası Zeyneddin el-Farikî bir araya gelerek saltanat naibi Emir İzzeddin Aybek el-Hamevî’nin yanına gittiler. Bu konuda onunla görüştüler. O da isteklerini kabul etti. Assaf’ı yanına getirmeleri için görevlilere emir verdi. Bu iki şeyh onun yanından büyük bir kalabalıkla birlikte ayrılıp gittiler. İnsanlar saltanat naibinin yanına getirilmekte olan Hristiyan Assaf’ı bir bedevî ile birlikte gördüler. Ona sövüp saydılar. Bedevî onlara ‘Hristiyan Assaf sizden daha hayırlıdır’ deyince insanlar her ikisini taşlamaya başladılar. Assaf yaralandı. Büyük bir olay meydana geldi. Saltanat naibi, şeyhleri huzuruna çağırdı. Şeyh Takiyyuddin ile Şeyh Zeyneddin, naibin yanına gittiler. İkisi de dayak yediler. Azraviye’de göz altına alınmaları emredildi. Hristiyan Assaf gelip Müslüman oldu. Onun İslam’a girişi sebebiyle bir meclis kuruldu. Onunla şahitler arasında düşmanlık tesbit edildi. Can bağışlandı. Sonra Şeyh Takiyyuddin ile Şeyh Zeyneddin’i çağırdı. Onların gönüllerini alıp serbest bıraktı. Bundan sonra Assaf, Hicaz’a gitti. Medinetu Rasûl’e yakın bir yerde kardeşinin oğlu tarafından öldürüldü. Şeyh Takiyyuddin bin Teymiye bu olayla ilgili olarak ‘es-Sarimu’l Meslul ala Şâtimi’r Rasûl’ adlı kitabını yazdı…”

Müslümanların Gücünü Göstermek İçin Yapılan Yürüyüş

“Müslüman olduğum ve Peygamberle ashabının da müşriklerden gizlendikleri sırada: ‘Ya Rasûlullah! Biz, ister ölü, ister diri olalım; hak üzere değil miyiz?’ dedim. Rasûlullah: ‘Evet! Varlığım elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki; siz, ister ölü olunuz, ister diri olunuz, hiç şüphesiz hak üzeresiniz!’ buyurdu. Bunun üzerine: ‘Ya Rasûlullah! Biz hak üzere bulunduğumuza, onlar batıl üzere olduklarına göre, biz ne diye dinimizi gizliyoruz? Vallahi, biz İslamiyeti küfre karşı açıklamaya daha haklı, daha lâyıkız! Allah’ın dini Mekke’de muhakkak üstün gelecektir! Kavmimiz bize karşı taşkınlık etmek isterlerse, kendileriyle çarpışırız. İnsaflı davranmak isterlerse, onu da kabul ederiz!’ dedim. Rasûlullah: ‘Biz, sayıca çok azız!’ buyurunca: ‘Seni hak din ve Kitap ile Peygamber gönderen Allah’a yemin ederim ki; hiç çekinmeden, korkmadan, oturup İslam inanç esaslarını açıklamadığım bir küfür meclisi kalmayacaktır! Seni hak din ve Kitap ile Peygamber gönderen Allah’a yemin ederim ki; biz muhakkak ortaya çıkacağız!’ dedim. İki saf hâlinde çıktık. Saflardan birinin başında Hamza, diğer safın başında ben vardım. Sert adımlarla, yerin topraklarını un gibi tozuta tozuta, Mescidi Haram’a girdik. Kureyş müşrikleri bir bana, bir Hamza’ya bakıyorlardı. Onlar, o gün, bir benzerine daha uğramadıkları hüzün ve kedere uğradılar. O zaman, Rasûlullah, bana: ‘Hak ile batılı ayırdı!’ diye, ‘Faruk’ adını verdi.” (Delai’l Nubuvve Ebu Nuaym 1/241, Tarihu’l İslam li’l Zehebi 1/180)

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabı Müslümanların gücünü göstermek ve yaşadıkları toplumun bir parçası olduğunu insanlara kabul ettirmek için ashabıyla beraber bir yürüyüş yapmıştır. Topluma seslerini duyurmak ve yok sayılmalarına karşılık varlık göstermek gayesiyle düzenlenen miting ve gösteriler bu kapsamda değerlendirilebilir.

Miting Kısımları

Zikrettiğimiz delillerden yola çıkarak yapılan gösteri ve mitingleri bazı kısımlara ayırabiliriz:

1. Bir konudaki düşünce ve görüşün açıktan dillendirilmesi için yapılan miting ve gösteriler.

2. Bir münkerin izalesi, bir zulmün sonlandırılması ve benzeri gayelerle toplumsal reaksiyon oluşturmak için düzenlenen mitingler.

3. Müslümanların kuvvet ve gücünü göstermek, yok sayılmalarını engellemek ve benzeri sebeplerle düzenlenen mitingler.

Önemli Bir Uyarı

Bu kısımlardan her biri İslam’ın meşru gördüğü, kimi yerlerde emrettiği vesilelerden olduğundan bu amaçlar doğrultusunda miting düzenlemekte şer’i açıdan bir sakınca yoktur. Ancak bir meselenin altını çizmek ve hayati öneme sahip olduğunu belirtmek üzerimize vaciptir. Herhangi bir vesile umulanın aksine şer doğurur ya da Allah’ın razı olmadığı haramların işlenmesine sebep olursa meşru olmaktan çıkıp gayrı meşru bir hâl alır. Bugün miting ve gösterileri mücadelelerinde bir metod olarak kullananların bu noktaya dikkat etmeleri ve vakıayı doğru tahlil etmeleri gerekmetedir. Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem terbiyesinde yetişmiş Aişe annemizin sözleri bu noktada ufuk açıcıdır:

“Şayet Allah Rasûlü kadınların çıkardığı yenilikleri görseydi Ben-i İsrailin kadınlarını alıkoyduğu gibi kadınları mescide gelmekten alıkoyardı.” (Buhari, Müslim.)

Kadınların mescitlere gelmesini Allah Rasûlü emretmiş ve ashabının kadınların mescite gelmesine engel olmasını yasaklamıştır. Onun sallallahu aleyhi ve sellem gayesi, kadınların mescit hayırlarından mahrum olmalarına engel olmaktır. Aişe annemiz kadınların evden çıkarken süslenmeleri, koku sürünmeleri gibi şer’i muhalefetlerini görünce onları bu şekilde uyarmıştır. Demek ki hayırlı olan bir şey hayırlı neticeler doğurduğu müddetçe yapılabilir. Hayır olduğunu umduğumuz şeyler açık ve bariz şerre sebebiyet vermişse ona mâni olmak gerekir. Vakıamızdan bazı misaller verdiğimiz takdirde konunun daha iyi anlaşılacağı kanaatindeyiz.

Tağutlar, halklarda biriken öfkenin güce dönüşüp saltanatlarına zarar vermesinden ciddi anlamda korkarlar. Belli aralıklarla insanların kontrollü bir şekilde bir araya gelip bağırıp-çağırarak deşarj olmasını isterler. Bunun adı da miting ve gösteridir. Herhangi bir coğrafyada Müslümanlar böylesi bir tuzak fark ettiklerinde miting ve gösteriler yoluyla hak talebinden vazgeçip, meşru olan farklı yollara başvurmalıdırlar. Kanaatimizce çok az sayıda miting/gösteri istisna edilirse son yıllarda yapılan gösterilerin çoğu bu kabildendir. Tağutların halkın öfkesini kontrol altına almak için yaptıkları, biriken öfkeyi boğaz şişirtip avurt patlatarak berteraf etme tuzağıdır. Bu mitinglere katılan çoğu insan bunun farkında olmayabilir. Ancak mücadele edebiyatıyla insanları sömüren ve bu yolla onlarda mücadele etmişlik hissi uyandıran yol kesici, Kur’an’la konuşan, ümmetin enerjisini israf eden münafıklar için aynı şeyleri söylemek pek isabetli olmaz.

Birçok münkere itiraz sadedinde yapılan gösteriler, münkeri yapanlara günah özgürlüğü veren kanunlara dayanılarak yapılır. Oysa sizin münkere itiraz etmenize olanak sağlayan madde aynı şekilde münkerin taraftarlarına münkerlerini savunma ve yayma olanağı sağlayan maddedir. Bu da toplumda Demokrasi şirk ve küfrünün yerleşmesi ve insanların bu Demokrasi’nin putperest zihniyetiyle olayları değerlendirmesine zemin hazırlar. Bugün birçok İslamcı’yı süzme demokrattan daha demokrat bir ağızla konuşturan, yapılan birçok eylem ve gösterinin akıbetini düşünmemek ve neticeleri üzerinde kafa yormamaktır. İnsanın her eyleminin dış dünyada etkisi olduğu gibi kendi iç aleminde de etkisi vardır. Kötülüğe itiraz ettiğini zanneden topluluklar zamanla itirazın temel gerekçesini unutmaya başlar. İslam’ın anlayışı ‘Kötülüğü değiştirmek vecibesi’ ilkesine, Demokrasi ise ‘Kötülüğe itiraz hakkı’ ilkesine dayanır. İkisi arasındaki fark ise güneş gibi açıktır. Biri zorunluluk, diğeri kişisel bir haktır. Birinin amacı değiştirmek ve yerine daha iyi olanı ikame etmektir. Diğeri ise sadece itiraz edip fikir beyan etmektir. İslamcılar bu zararı hesap edemediklerinden zamanla yeryüzünü kötülükten arındırıp salih amelle imar edecek tabilerden, kötülüğe itiraz edip yeryüzünü olduğu hâliyle kabullen yığınlarla başbaşa kaldılar.

Bir münkere itiraz ederken daha büyük münkerlerin ortaya çıkmasına sebebiyet veren gösterilerden sakınılmalıdır. Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem birileri onu helal sayacak dediği müzik eşliğinde, kadın ve erkek ilişkilerinde İslam’ın koyduğu mahremiyeti çiğneyen, İslam’ın onay vermediği şiarlarla slogan atılan gösteriler örnek gösterilebilir. Birçok camia başörtüsü eylemlerinde kadın erkek mahremiyetinin ortadan kalktığını, kızlar ve erkekler arasında flörtün yaygınlaştığını itiraf ediyorlar. Bugün birçok kanaat önderi başörtüsü sorunun sonlanmasıyla okullara akın eden örtülülerde tesettür sorununun başladığını ve bunun önüne geçemediklerini, az bir zümre istisna edilirse çoğunluğun Allah Rasûlü’nün lanetlediği şekilde giyindiğini itiraf ediyorlar.

Örtünün yasaklanması elbette bir münkerdir ve her Müslümanın itiraz edeceği bir durumdur. Ancak örtüden önce sorulması gereken daha önemli bir soru vardır. Acaba mevcut okullar bir Müslümanın akidevi ve ahlaki olarak okumasına müsait midir?

Şayet okullar şer’i açıdan okunmaya uygun değilse -ki değildir- yapılan eylemlerin sadece örtü zülmüne ve İslam düşmanlığına itiraz şeklinde olması gerekirdi. Bu eylemler sistemin ‘Haydi kızlar okula’ kampanyalarına hizmet eden ve uzun yıllar sonunda ‘Kız çocukların okuması vaciptir’ anlayışına dönüşmüşse ortada zararı faydasından çok daha büyük olan bir durum söz konusudur. Sistemin uzun uğraşlarla başaramadığı bir rezaletin İslamî kesim eliyle gerçekleştirildiği de düşünülürse konunun vehameti daha iyi anlaşılacaktır. Müslümanların iyi niyetle yaptıkları ve uzun yıllar devam eden gösteriler üzerinde muhasebe etmeleri kaçınılmazdır.

İsrail’i kınama adına yapılan eylemlerin İsrail’e ve onunla iyi ilişkiler kuran hükümetler üzerinde zerre kadar etkisi olmadığı uzun yıllar neticesinde anlaşılmıştır. Daha kötü olanıysa insanların haftada veya ayda bir bağırarak İslam coğrafyasına karşı sorumluluklarını yerine getirdiği gibi bir anlayışla evine döndüğü, İslam coğrafyası her geçen gün daha kötüye gitmesine rağmen bağıranların kendilerini daha fazla mücahid hissetmesidir. Asıl çirkin olanıysa bazı kesimlerin tabiatlarında var olan oyun-eğlence düşkünlüğünü gösteriler aracılığıyla tatmin etmesi, gösterileri pop konserlerine dönüştürmeleridir. Allah’la aldanmak ve Allah’ın yasaklarını Allah’ın subhanehu ve teâla dinine yardım ediyorum aymazlığıyla kamufle etmek bu olsa gerektir.

Zikrettiğimiz örnekler ve uzun yıllar süren gösterilerin neticeleri göstermiştir ki : Şer’an caiz olan bu gösteriler Müslümanlar tarafından iyi hesaplanmalı, neticeleri muhasabe edilmeli, geçmişteki emsalleri üzerinde iyi düşünülmeli sonrasında yapılıp yapılmaması kararlaştırılmalıdır. Ortaya çıkardığı şer’i mefsedetlerin bu kadar fazla olması ve birçok kesimin bunu ikrar etmesi bu vesile üzerinde dikkatli düşünülmesi ve çoğu zaman farklı vesileler tükenmeden baş vurulmaması gerektiğini göstermiştir.

Müslümanların, İslam Ehli Olmayan Taifelerle Ortak Bir Tehlike Karşısında Müşterek Hareket Etmeleri

Küresel ve yerli tuğyanın İslam’a ve ehline karşı her daim tuzaklar kurduğu vahyin ve vakıanın şahitiğiyle sabittir. Müslüman toplumlar vahyin rehberliği ve basiretli öncülerin vakıayı doğru okumaları neticesinde karşı tedbirler geliştirir, İslam’ın korunmasını emrettiği din, can, namus, akıl ve mal emniyetlerini sağlamaya çalışırlar. Dünyanın doğusunda ve batısında yer alan Müslümanlar coğrafya, yapay sınırlar, ırk ve dil ayrılığına bakmaksızın birbirlerinin yardımına koşar ve tek vücut gibi hareket ederler.

Bununla beraber, bazı zamanlarda Müslümanlarla kafirler ya da kendini İslam’a nispet ettiği hâlde imanına zulüm bulaştırmış olan kesimler aynı tehditle karşı karşıya kalabilirler. Bu tehdidin berteraf edilmesi konusunda müşterek hareket etmeleri ve tehdidi berteraf edinceye kadar ortak çalışmalar yapmaları caiz midir? Amerikan işgali sırasında Afganistan ve Irak’ta çokça konuşulan, 15 Temmuz darbe girişimiyle Türkiye Müslümanlarının gündemine giren bu meselenin İslam şeriatında yeri nedir? Darbe girişimi başarıya ulaşmış olsa bu sadece Muhafazakar Demokratlara değil, belli bir kesimin din anlayışını kabul etmeyen herkese zarar verecek, İslam’ın korunmasını emrettiği zaruretler zarar görecektir. Bu durumda yönetim ve sancak Demokratların elindeyken Müslümanların sokaklara çıkması ve ortak tehdidi def etmek için çabalamaları caiz midir?

Hilfu’l Fudul Hadisesi

“Hilfu’l Fudul, Araplar arasında kurulan en kıymetli ve en onurlu bir ittifaktır. Bu ittifakı kurmak isteyen ve bu konuda konuşup halkı böyle bir ittifaka katılmaya çağıran ilk şahıs, Abdulmuttalib oğlu Zubeyr olmuştur. Sebep şuydu: Zebid şehrinden bir adam, Mekke’ye mal getirmiş. As bin Vail, adamın malını satın almış ama hakkını vermemiş. Adam, ona karşı kendisine yardım etmeleri için Abdu’d-Dar, Mahzum, Cumah, Selim ve Adiyy bin Ka’b kabilelerine başvurmuş. Ama bunlardan hiçbiri, As bin Vail’e karşı ona yardıma yanaşmamış, üstelik yanlarından kovmuşlardı. Adamcağız işin kötüleştiğini anlayınca, sabahleyin gün doğarken Ebu Kubeys dağının tepesine çıkarak, Ka’be’nin çevresindeki meclislerinde oturmakta olan Kureyşlilere yüksek sesle şöyle bağırır:

‘Ey Fihr ailesi! Yurdundan ve aşiretinden uzakta kalan, Mekke’de malı elinden alınan mazlum bir adama yardım edin, üzerinde yolların tozu duruyor. İhrama girmiş, umre yapmak istemiş, ama umresini tamamlamamış. Ey Hatim ile Haceri Esved arasında duran adamlar! Bilesiniz Mescidi Haram, onur ve mürüvveti tam olan kimselerindir. Hainlik ve günahkarlık elbisesini giyenlerin değildir.’

Zebidli adamın bu hitabı üzerine Abdulmuttalib oğlu Zubeyr, ayağa kalktı ve: ‘Bu adamı, kendi hâline bırakamayız.’ dedi. Haşim, Zuhre ve Teym bin Murre, Abdulah bin Cud’an’m evinde toplandılar. Abdullah, onlara yemek verdi. Haram aylardan Zilkade ayında sözleşip Hilfu’l Fudul cemiyetini kurdular. Yemin ederek dediler ki: ‘Deniz, bir yün parçasını ıslattığı, Sebir ve Hira dağları yerlerinde durduğu müddetçe zalime karşı mazlumun yanında yer alıp tek bir el gibi hareket edecek ve hakkını alıp kendisine vereceğiz. Yaşantımızda da birbirimize destek verip teselli edeceğiz.’

Kureyşliler, bu ittifaka ‘Hilfu’l Fudul’ adını vererek, ittifakı yapanlar için; ‘Bunlar faziletli bir işe girdiler.’ dediler. Sonra da As bin Vail’e gittiler. Zebid’li adamın malını, onun elinden alıp sahibine verdiler. Abdulmuttalib oğlu Zubeyr bu iş için şöyle demişti:

‘Hepimiz aynı diyarın sakinleri isek de onlara karşı bir pakt kurmaya yemin ettim. Kurduğumuz bu paktta da Hilfu’l Fudul adını verdik. Bu pakt sayesinde yabancı ve garip kimseler, yerlilere karşı korunacaktır. Ka’be’nin çevresindeki halk da bizim zulme karşı olduğumuzu ve her türlü kötülüğe engel olacağımızı bilsinler.’

Zubeyr, bir başka şiirinde de şöyle demiştir:

‘Faziletli kimseler, Mekke içinde tek bir zalim barındırmamak üzere akidleşip yeminleştiler. Bu iş üzerinde sözleşip kesin güvence verdiler. Buna göre yerli de yabancı da haksızlığa karşı korunacaktır.’ ” (El-Bidaye ve’l Nihaye, 2/355)

Cahiliyyede gerçekleşen bu hâdise için çok sonraları Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle diyecektir:

“Abdullah ibni Cud’an’ın evinde bir antlaşmaya tanık oldum ki, onu kırmızı develere değişmem. İslam’da da böyle bir antlaşmaya çağırsalar hemen kabul ederim.” (Marifetu’s Sünen ve’l Asar Beyhaki)

“Amcalarımla beraber Hılfu’l Mutayyebin/Güzel koku sürünenler antlaşmasına katıldım. Onu kızıl develere değişmem.” (Müsned)

Bu hâdisede dikkatimizi çeken şey zulmün, zalimin ve mazlumun çeşidine bakmaksızın zulme karşı durmak ve zulme karşı duracak olan insanların arasında yer almaktır. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem dışında bu antlaşmanın tarafları puta tapan müşriklerdir. Ancak İslam’ın ve fıtratın karşı olduğu zulmü defetmek için Allah Rasûlü onlarla ortak hareket etmiş ve vahye muhatap olduktan sonra da bu antlaşmayı övmüştür. Bugün Müslümanlar var olan bir zulmü def etmek için zulmün ve mazlumun cinsine bakmadan, zulme karşı çıkan insanların arasında ayırım yapmadan ortak hareket edebilirler. Bu ortak hareket Allah’ın sınırlarının çiğnenmesini gerektirmediği müddetçe yaptıkları antlaşmaya bağlı kalırlar.

İçinde küfür içerikli maddelere yemin olmayan, çalışma esnasında Müslümanlardan küfür veya haram olan bir şey talep edilmeyen, çalışmanın neticesinde Müslümanların varlığına, ahlakına ve emniyetine zarar vermeyeceğini düşündükleri yerlerde İslam dışı topluluklarla ortak hareket etmelerinde bir beis yoktur.

Medine Vesikası

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Medine’ye hicret ettiğinde Medine çevresinde yer alan Yahudi ve müşriklerle bir antlaşma yaptı. Medine Vesikası olarak siyer kitaplarımızda yer alan bu antlaşma ortak düşman ve Medine’ye yönelik ortak tehdit karşısında Müslümanların antlaşma yapılan taraflarla beraber hareket etmesini sağlıyordu. Bazı maddeleri şöyleydi:

“44. Onlar (Müslümanlar ile Yahudiler) arasında, Yesrib’e saldıran kimselere karşı yardımlaşma olacaktır.

45. a. Eğer (Yahudiler) (Müslümanlar tarafından) bir barış anlaşması yapmaya ya da böyle bir anlaşmaya katılmaya davet edilecek olurlarsa, bunu yapacak ya da katılacaklardır. Eğer (Müslümanları) aynı şeye çağırırlarsa, Müslümanlarla aynı yükümlülükleri paylaşacaklardır. Ancak, din uğruna savaş yapılması hâli müstesnadır…” (el-Bidaye ve’n Nihaye, 3/275)

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Yahudiler dışında Medine etrafında yaşayan müşriklerle de antlaşmalar yapmış ve bir saldırı olması hâlinde ortak hareket etmeyi taahhüt etmiştir.

“Allah’ın Rasûlü Muhammed’in Benû Damre’ye hitaben yazısıdır: Onların malları ve canları emniyette olacaktır. Ve zalimane tecavüz vukuunda onlara yardım edilecektir. Ve onların vazifesi de Peygambere yardım etmek olacaktır. Bu antlaşma bir sufe (bir kabuk, bir tüy) ıslatacak su kalıncaya kadar devam edecektir. Onların Allah yolunda savaştıkları hâl bundan müstesnadır. Üstelik Peygamber yardıma çağırır çağırmaz onlar, onun davetine cevap vereceklerdir. Ve bunlar için onlar Allah’ın ve O’nun Rasûlü’nün garantisine sahip olacaklardır. Ve aralarında taahhüdlerine riayet eden ve muahedenin ihlalinden korkanlar için yardım yapılacaktır.”

Medine Vesikası, Allah Rasûlü’nün yönetiminde olan ve müşrikleri Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem otoritesini kabul etmeye zorlayan maddeler de içerir. Bu hâliyle içinde bulunduğumuz vakıadan farklılık arz eder. Bizim bu vesikayı zikretmemizin amacı yukarıda zikrettiğimiz şartlar dahilinde kafirlerle ortak bir tehdit karşısında ortak hareket etmenin itikadi bir mesele olmayıp, maslahat ve mefsedetin doğru tespitine göre şekilleneceğini Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem örnekliğinde anlatmaktır. Çünkü bu itikadi bir sorun olmuş olsaydı Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ikrah dışında hiçbir surette bu antlaşmaları yapmazdı.

Ahir Zamana Dair Bir Hadis

“Sizler Rumlarla güvenli bir barış yapacaksınız. Siz ve onlar birlikte arkanızdan saldıran başka bir düşmanla savaşacaksınız. Zafer kazanıp, ganimet mallarını alarak savaştan salimen çıkacaksınız. Sonra savaştan dönüp de tepeleri bulunan bir meraya varacaksınız. Orada haç ehlinden bir adam, haçı yukarı kaldırarak haç galip geldi diyecek, Müslümanlardan bir adam da kızarak, kalkıp o haçı kıracaktır, işte o zaman Rumlar, aranızdaki barışı bozarak sizinle büyük bir savaş yapmak üzere toplanacaklardır.” (Ebu Davud)

Ahir zamanda Müslümanların ortak düşman karşısında Rumlarla ittifak kurup düşmana karşı beraber savaşacaklarını bildiren bir rivayet. Sulhun sonunda yaşanacak bir anlaşmazlığın büyük savaşa yani Melhame-i Kübra’ya sebebiyet vereceğini söylüyor. Bu da ortak düşman karşısında Müslümanların daha az zararlı gördükleri insanlarla beraber antlaşma yapabileceklerini ve ortak düşmana karşı beraber savaşabileceklerini gösterir.

Tavsiyeler

1. Müslümanlar, İslam’a ve Müslümanlara karşı bir tehdit algıladıklarında, asli kafirler ve İslam’a müntesip olup da imanlarına zulüm bulaştırmış olanlarla beraber ortak hareket edebilirler.

2. Beraber hareket etmelerinin esası, Müslümanların bu çalışmanın hiçbir yerinde akide ve ahlaka aykırı bir duruma zorlanmamasıdır. İçinde küfür içerikli maddelere yemin olmayan, çalışma esnasında Müslümanlardan küfür olan veya haram olan bir şey talep edilmeyen, çalışmanın neticesinde Müslümanların varlığına, ahlakına ve emniyetine zarar vermeyeceğini düşündükleri yerlerde İslam dışı topluluklarla ortak hareket etmelerinde bir beis yoktur.

3. Yaşanan hâdiselerden tecrübeyle -15 Temmuz olayları da buna dahildir- Müslümanların insanlara sahih İslam’ı anlatabilecekleri yerler dışında toplum arasına karışmamaları ve Müslümanlarla bir arada olmalarıdır. Toplumla karışma çoğu zaman Müslümanların Allah’ın haram kıldığı şeylere maruz kalmalarını getirmektedir.

4. İmkan dahilinde Müslümanların çalışma yaptığı alan ve sancaklarının belirgin olması sağlanmalıdır.

5. Bu konu maslahat ve mefsedetin takdirine bağlı olduğundan bu çalışmalara katılanlar ve sahada bulunanlar bulunmayanları kınamamalıdır. Bunun gibi bu çalışmalarda yer almak istemeyen Müslümanlar kardeşlerini itham etmemelidir. Maslahat ve mefsedetin takdiri kanaat önderlerinin ilim, hikmet, tecrübe ve ufuklarına kalmıştır. Bir öncünün tespit ettiği bir maslahat bir diğerine göre mefsedet olabilir. Bu da konum ve tutumların farklılaşmasını doğurur.

6. Karışıklık, belirsizlik ve merkezi kontrolsüzlüğün başta Müslümanlar olmak üzere toplumun hiçbir kesimine faydası yoktur. Ortadoğu ülkelerinde yaşanan kaos ve çözümsüzlük hepimizin malumudur. Ne İslam daveti ne de İslamî mücadele sıhhatli bir zeminde yürümekte ve her geçen gün durum daha da kötüleşmektedir. Müslümanların kaos ve belirsizliğe yönelik her durum ve çağrıya karşı dikkatli olmaları gerekmektedir. Ortadoğu’da insanların görece emniyette olduğu tek ülke olan Türkiye’nin durumunu muhafaza etmek yani emniyet ve selamet için her Müslüman elinden gelen hassasiyeti göstermelidir.

7. İslam akidesi ve gayrı İslami topluluklarla muamele fıkhını tam olarak anlamamış, duygusal etkileşimler neticesinde inancına zarar verebilecek insanların böyle durumlardan uzak tutulmaları gerekmektedir. En büyük maslahat, İslam inancının korunması; en büyük mefsedet, İslam’ın dostluk-düşmanlık inancının zedelenmesidir. Bu durumda olan yeni Müslümanların inancını muhafaza edebilmek adına başta siyaset olmak üzere bu tarz mevzulardan sakınılması gerekmektedir.

8. Daha önceki birçok açıklamamızda belirttiğimiz gibi, İslam’ından dolayı saldırıya uğradığını düşündüğümüz hangi taife olursa olsun destek olmalı, İslam’a yapılan saldırıyı berteraf etmeliyiz.

Rabbimiz, bizleri rüşd ve basiret ehlinden kıl. Sevip razı olduğun işleri bize kolaylaştır. Başında, içinde veya neticesinde senin razı olmayacağın bir şey olan amelden bizleri muhafaza et.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver