Yedi adımlık bahçede volta saati. Bahçe dememe bakmayın. İçindeki suyun tamamen boşaltıldığı, en az sekiz metre derinliğindeki havuza benzer bir kuyu gibidir bu bahçe. Yukarıdan bakıp görebilme imkânınız olsa, kibrit kutusuna benzer geometrik bir şekil görürsünüz.
Her taraf beton. Beton her tarafta. Betonun olmadığı kapı, pencere gibi yerler de demir yığınlarıyla tahkim edilmiş. Başlar yukarıya doğru kaldırıldığında, dikdörtgen biçimindeki dört duvarın çerçevelediği gökyüzünde bazen salınan, bazen de birbirlerini kovalıyormuş gibi hızla yürüyen bulutlara seyre dalar gözler. Uzak olarak görebildiği şey gündüz bulutlar, gece de yıldızlardır mahpusun. Bir de uçaklar geçer, bulutlarla kucaklaşa kucaklaşa akıp giderler bir sinek boyunda görünerek. Kumrular, kargalar, serçeler… Hayat devam ediyor dercesine kâh daire şeklinde, kâh kavisler çizerek keşif yapıyormuşçasına dönüp dolaşırlar buralarda. Hele serçeler… Vefalıdır serçe. Mevsim mevsim göçmez bir yere. Hep yakınındadır insanın. İnsanların bulunduğu her yerdeler. Mahpusun dış dünyası şu dört duvarın çerçevelediği gökyüzüdür işte. Hem dış dünyaya açılmak hem de voltalamak için bu beton bahçeye çıkılır. Her adımla, akıp giden zamanı törpüleyen voltalar…
Ah şu adımlar… Aynı yönde sekizincisini ve saymaya gerek duymayacağı kadar atabileceği adımlarla mesela bir ilim meclisine yönlenmiş olmayı isteyen mahpusun önüne sekiz metre yüksekliğindeki duvar çıkar. Arzın herhangi bir yerinde siyah bayrakların gölgesinde yükselen tehlil ve tekbir sesleri, Müslüman mahpusun yüreğini cennet bahçesine çevirir bir anda. Serin sevinç gözyaşlarıyla beraber, kalpleri çatlatacak bir hasret kuşatır benliğini Müslümanın. Özlemi, sevgisi ve dualarıyla hep o yerdedir artık, ümidini de çoğaltarak.
Hapishane de olsa Müslümanın bulunduğu her yer güzelleşir. Bu hapishanedeki koğuşların en kalabalık olanı üç kişiliktir. Bu sebeple hücre diye isimlendirilir mahpuslar arasında.
Bu hücrelerden birinde Amedî müstear ismiyle şiirler yazan Selahaddin ve arkadaşları var. Küfrün her rengini fâş edip maskelerini düşüren ve Müslümanların duygularını coşturan öyle güzel şiirleri vardır ki, birçoğu neşid olmuş, dilden dile dolaşmakta Şair Amedî’nin. O derece damardan ve ümmettendir şiirleri.
Oğuz, hem bu hücredeki Müslümanların hem de görüp görüşebildiği diğer Müslümanların moral kaynağıdır. Engin yürekli iyimserliğini, temas ettiği herkese bulaştırır. Ümit ve sevincin çoğalmasına katkıda bulunur bu hüzün ve hasret mekânında.
— Biz Karadenizliler fıkra okumayız, kendimiz üretiriz…
Yaşanmış öyle sıradışı hadiseler anlatırdı ki, tüm bunları derleyip bir araya getirse belki de birkaç tuğla kalınlığında, bir ‘İbretli Hikayeler’ külliyatı çıkarabilirdi hiç zorlanmadan.
— Yok abi ya! El-Vehhab ve El-Kerim Rabbimizin, genişliği yer ve gökler kadar olan cennetlere çağrısına icabet etmekle meşgulüz. Hem, basireti körelmemiş insanlar için her gün şahit oldukları onca ibretlik hadise var. Hani nerede ibret alanlar?
Bir de Zahid var hücrede. Medresede olması gereken bir ilim talebesi. Lakin tevhid daveti yaptığı için zorluk ve darlık mekânını medreseye çevirmeye mecbur bırakılmış. Genç Zahid, ismiyle müsemma bir çocuk. Şu yaşında hem zahid hem de abid. Melekleri hatırlatan bir hayatı var. Ne zaman yer, ne zaman içer, günde gecede ne kadar uyur; hücre arkadaşları dahi tam olarak bilmezler. Zühdünün doğal neticelerinden birisi de, ortaya yakın kısa boylu olmasına rağmen, zayıflıktan ötürü biraz daha uzun boylu görünmesidir.
İslami davadan dolayı mahpus olan bu Müslümanlar için günlük hayat genellikle gecenin son ucunda başlar. Hapishane, tembelliğe çok elverişli bir mekândır. Bunun farkında olan Müslümanlar da her dakikayı mevcut şartlarda mümkün olabilecek en verimli bir şekilde hayırlı uğraşlarla geçirmeye çalışırlar.
Gardiyanlar, sabah ve akşam birer kez olmak üzere günde iki kez hücrelere girerek sayım yaparlar. Ellerindeki ‘mevcut tablosu’na bakarak hücrelerdeki mahpus sayısını teyit ettikleri sayım sırasında bahçe kapısını da açmış oluyorlar.
Coğrafya ilminin bir rivayetine göre, yeryüzünün toplam yüz ölçümü yüz kırk dokuz milyon kilometre kare imiş. İşte şu kadar kilometre karede özgürce gezip dolaşmak hakkından mahrum bırakılarak üç beş metre kareye sıkış tıkış bir şekilde atılmış olan birkaç Müslüman da, bu beton hücrenin beton bahçesine çıkarak temiz hava alıp yürüyüş yaparlar… Tek yönde ve en uzunu yedi adımlık voltalar.
Yüz kırk dokuz milyon kilometre kareden, tuğyan ehlinin zulümleri sonucu, paylarına düşen 20-25 metrekarelik beton bahçede voltaya çıkan Müslümanlardan şair Amedî bir ara voltayı kesip aniden durdu olduğu yerde. Uzunca bir süredir boş olan bitişik hücreden gelen bazı sesler duymuştu şair Amedî. Bulundukları hücre ile karşı konumdaki komşu hücre arasında yirmi santim kalınlığında ve en az sekiz metre yüksekliğinde bir duvar, duvarın üzerinde de bir metre boyunda helezonik tel örgü var. Her iki hücre de bahçe komşusu sayılır. Komşular arasında herhangi bir iletişim ihtiyacı olduğunda birbirlerine ya ‘Komşu!’ diye seslenirler ya da hücre numaralarıyla çağırırlar.
Şair Amedî’nin durup dikkat kesildiğini gören Oğuz ve Zahid de birkaç adım sonra durup karşı hücreden gelen seslere odaklandılar.
Bu tür durumlarda her bir tutsak Müslümanın aklına ilk anda ‘Yeni gelen mahpuslar, Müslüman kardeşlerimiz midir acaba?’ Önce güçlü bir endişe, sonrasındaysa bastırılmaz bir merak dürtüsüyle bu ihtimali netleştirmeye gayret ederler. Yeni gelenler Müslüman ise eğer, peşinden cevabını bulması gereken başka sorular gelecektir.
Yeni mi tutuklanmışlardır?
Başka bir hapishaneden sevk mi olunmuşlar?
Sevk olunmuşlarsa kendi istekleriyle mi gelmişler yoksa sürgün olarak mı buraya sevk edilmişler? Geldikleri hapishanede maruz kaldıkları zulümlere direndikleri için palas pandıras paket mi edilmişler?
Böyle ihtimaller de var tabi. Fakat her şeyden önce yeni gelenlerin kimler olduğu öğrenilmelidir.
Bu amaçla yeni komşularla iletişime geçmeyi kararlaştırdılar.
Hapishanelerde Müslümanlarla diğer ideolojik örgütler arasındaki münasebetler genellikle asgarî düzeydedir ve zorunlu hâllerde olur. Bu ilişki biçimindeki asıl maksat, iletişim kanallarının açık tutulmasıdır. Bu durum özellikle de F tipi hapishaneler için geçerlidir.
Komşu hücrenin havalandırma bahçesini ayıran duvar, taştan ya da tuğladan örülmemiştir. Baştan başa perde beton dökülmüş. İnşa edilirken kalıpların karşılıklı olarak birbirlerine bağlandığı delikler, kalıplar söküldükten sonra açıkta kalmış. O delikleri de harçla doldurup kapatmaya çalışmışlar.
Ağır tecrit ve izolasyon şartları, mahpusları alternatif iletişim kanalları aramaya yöneltince biraz da ısrarlı arayışlar sonucu bu delikler ortaya çıkarılmış. Böylece hiç değilse bahçe komşularıyla iletişim kurabilecekleri bir gazoz kapağı çapındaki delikler, hayati öneme haiz iletişim kanalı oluvermiş. Bunun için de tabi delikteki kurumuş harç kalıntılarının tamamen temizlenmesi gerekecektir. En büyüğü bir gazoz kapağı çapında olan bu deliklerin gerçekte ne anlama geldiğini F tipi hapishanelerde kalan mahpuslar bilebilir ancak.
Şair Amedî ile arkadaşlarının da aklına ilk olarak bu delikler geldi tabi. En zahmetsiz ve en hızlı iletişim kanalıydı bu. Evvela bilgilendirici bir pusula yazıp göndereceklerdi. Şair Amedî pusula yazarken Oğuz da kendine özgü bir yöntemle, Arapça bir neşid okuyarak yeni gelen komşularının verebileceği tepkiye göre kimliklerini öğrenmeye çalışıyordu.
— Sewfe nakka hunaa, key yezulel elemm… Sewfe nahya hunaa…
Bu arada şair Amedî de bilgi notunu yazmış, komşu bahçeye ulaştırmak için bir su bardağı boyundaki rulo hâline getirdiği eski bir gazetenin kenarına bir iple iliştirmişti.
— Oğuz abi, o güzel sesinle şunlara bir sesleniver.
— Yirmi beş! Yirmi beş!
— …
Komşulardan cevap gelmeyince Zahid bir hatırlatmada bulundu:
— Oğuz abi, bunlar yeniyse hücre numaralarını bilmiyorlardır.
— Doğru ya. Bir de öbür türlü deneyeyim bakalım.
— Komşu!.. Yeni gelenler… Komşu!..
Karşı yüzeydekilerden hitabı cevaplayan olmamıştı ama kendi aralarında bir şeyler konuştukları anlaşılıyordu.
Kendilerinin böyle yüksek sesle çağrılıyor olmasından belli ki telaşa kapılmışlar ve nasıl davranıp ne tür bir cevap verebileceklerini kestiremiyorlardı. Ürkekliklerinin henüz çok yeni olmalarından kaynaklandığını bilen Şair Amedî, hazırlayıp rulo halindeki topa iliştirdiği notu, son kez seslendikten sonra yeni gelenlerin bahçesine atmaya karar verdi.
— Komşu! Size bir not yazdık. Şimdi atacağım topun içinde… Geliyor!
Rulo şeklindeki top, tok bir sesle komşu bahçeye düştü.
— Komşu, top geldi mi?
— …
— Komşu! O topun içinde bir not var, alıp okuyun!
Cılız bir ses duyuldu komşu hücreden:
— He, he… Gelmiş, gelmiş…
— Hele şükür. En azından bunlardan birisinin kulakları da duyuyormuş, dedi Oğuz.
Şair Amedî, komşularına duvarda açacakları deliğin yerini tarif etmişti. Yarım saate yakın süren bir uğraştan sonra deliği açarak kullanıma hazır hâle getirmişti Müslümanlar. Komşular da deliğin başında toplaşmış şaşkınlık ve merakla bundan sonra ne olacağını anlamaya çalışıyorlardı. Şair Amedî seslenip çağırdı yeni gelenleri. Deliğin karşı ucunda meraklı bir çift göz belirdi.
— Merhaba arkadaşlar!
— Merhaba abi…
— Önce geçmiş olsun diyelim.
— Sağol abi, Allah razı olsun.
— Buralar pek hoş mekânlar değildir ama biz yine de hoş geldiniz demiş olalım.
— Hoşbulduk abi, sağolun. Doğrudur, valla buralar hiç de hoş mekânlar değil yani.
— Arkadaşlar, yeni mi tutuklandınız yoksa başka hapishaneden sevk olarak mı geldiniz?
— Sevk mi? Yok valla biz yeni yakalandık. Bugün sabah erkenden de bizi buraya getirdiler. Bize hapishane kapısında burası F tipidir dediler. Doğru mu abi, F tipi mi burası?
– Evet, burası F tipi. Anlaşılan sizi biraz korkutmak istemişler.
— …
— Kaç kişisiniz hücrede?
— Biz burada üç kişiyiz. Ben varım, Nurettin arkadaş var ve Haris arkadaşımız var.
— Biz de bu hücrede üç kişiyiz. Benim adım Selahaddin. Diğer abiler de Oğuz ve Zahid Hoca. Bizler İslami davadan dolayı yatıyoruz. Siz hangi sebepten alındınız?
Seccadeli Zerdüştler Yazısı İnşallah
Devam Edecektir…
İlk Yorumu Sen Yap