Etrafına misk-u amber kokuları saçarak Diyanete bağlı olarak görev yaptığı camiye doğru ilerliyordu Sabri Hoca. Her cuma olduğu gibi bugün de yine bolca sürünmüştü güzel kokulardan. Cuma günleri neredeyse bir haftalık koku sürünürdü. Öyle ki az biraz uzaktan gelen hoş koku yaklaştıkça ağırlaşmaya başlıyordu. Daha önceki cumalarda yaptığı gibi ve emekli olana kadarki diğer cumalarda yapacağı gibi oldukça erken bir vakitte gidiyordu camiye.
Sabri Hoca’nın cuma tıraşları vardır. Bir vacibi eda etmekte gösterdiği ihtimamla her cuma sabahı evde erken vakitte tıraş olarak hazırlanırdı cumaya. Tıraş için berbere gitmez. Evde yıllardır yaptığı gibi rahat, keyifli ve tadını çıkara çıkara tıraş olur. Sadece o tıraş olur ama bütün ev halkı, azar ve getir götür ile tıraş olmuştan beter olur.
Oturma odasında pencereye yakın yere önce bir minder atılır. Pencerenin tam karşısında oturmalıki yüzü iyice aydınlansın Sabri Hoca’nın. Minderin karşısına bir de sandalye konur. Yüksekçe bir sehpa da konur bazen. Sandalyenin üzerine konacak ayna için yastık gibi bir şey yerleştirilir ki Sabri Hoca mindere oturduğunda kendisini aynada görmek için yorulmasın. Ayçiçeği şeklinde çerçevesi olan aynayı sabitlemek kolay olmasa da sonunda başarılır bu da. Sıra tıraş takımının getirilmesindedir. Her bir malzemeyi bir bir kontrol ederek önüne dizer. İçinde sıcak su olan ve uzun zamandır kullandığı için dışı kararmaya başlamış, iç tarafı da kalınca bir kireç tabakasıyla kaplanmış ve adına tıraş tası dediği alüminyum tas da önüne konur.
Tıraşa başlamadan önce sol omuzuna bir havlu atar. Neden sağ omuzuna değil de, havluyu sol omuzuna atar bilinmez. Tıraş olduğunda dahi başından eksik etmediği burma sarığının ucunu sağ omuzuna doğru sarkıttığından dolayı mıdır, bu da bilinmez. Ona göre sünnet-i seniyyeye en uygun sarık sarmal şekli burma sarıktır ve ucunun da sağ omuza doğru sarkıtılmasıdır. Diğer tür sarık sarma usullerinin bidatten olduğuna inanır. Böyle yapanlara da her fırsatta ‘bidatçiler’ diye kızar ve kendince sünnete ittibaya davet eder. Bazen de tartışır onlarla. Bütün tartışmalarda da alt eder onları. Yine de değişen bir şey olmaz. ‘Ah, şu cahil halk!..’ diye üzüntü ve teessüflerini yine kendisine takdim eder.
Sabri Hoca’nın çocukları her hafta aynı meraklı gözlerle babalarının bembeyaz köpükle kaplanmış suratına bakar, geçen cuma günkünden farklı bir manzarayla karşılaşacaklarmış gibi pür dikkat izlerlerdi. Günlerden yine böyle bir tıraş gününde tıraş fırçasıyla yüzünü sabunlarken iyice köpürmüş suratına bakan oğlu, yanındaki kardeşinin kulağına şöyle fısıldadı:
__ Babama baak… Noel Baba’ya benzedi..
Kikirdemeleri de epey sürdü yumurcakların.
Sabri Hoca’nın ‘Tastaki suyu tazeleyin! Şunu alın! Şunu getirin!’ gibi komutları, babalarının pek mühim bir iş ile meşgul olduğunu hissettirirdi çocuklara. Çocuktur, okuldan öğrendikleri ve televizyondan gördüklerinden etkilenir. O kadar ki babasını, hem de Molla babasını Noel Baba’ya benzetecek muziplikler yapar. Normalde en fazla on-on beş dakika sürecek bir sakal tıraşı böylece ortalama bir saatini alıyordu ev halkının.
Osmanlı usulü dersi verilen medreselerde on bir sene ilim tahsil etmişti Sabri Hoca. İlk sekiz senesi kendi deyimiyle ‘Nasara-Yensuru’ diyerek geçmiş, döne döne ‘Bina’ (kitabın) da konaklamıştı. Arapçayı öğrenene kadar onca sene çalışmış ve nihayet mutlu sona ulaşmıştı. Herkes gibi o da biliyordu ki medreseden sadece Arapça öğrenmiş olarak çıkmış olmak dahi halk arasında ‘Hoca, Alim, Molla’ payesini elde etmek için yeterliydi. Yaz tatilini medresede geçirmiş genç bir talebe amentüyü ve elli dört farzı da biliyorsa molla sayılır artık.
Sabri Hoca’nın durumu daha farklıydı tabi. Arapçayı ortanca çocuğunun ömrü kadar uzun bir zaman ve büyük bir emek harcayarak öğrendikten sonra bir kaç sene daha okumuştu medresede. Sonrasında da ilmî eserlerle bağını koparmamıştı. Bunun en mühim sebeplerinden birisi de aralarında hüküm verilmesi gereken anlaşmazlıklar yaşayan insanların şer’î muhakeme için Sabri Hoca’ya geliyor olmalarıydı. Şer’î muhakeme neticesinde memnun kalan davalılar değişik hediyeler takdim ederlerdi ona.
İlk başlarda bu hediyeleri kabul etmekte zorlansa da zaman geçtikçe iyice alıştı bu duruma Sabri Hoca. Alışmak ne demek, bazen bir arabuluculuk veya sulh işini neticelendikten sonra kendisine:
‘Hocam diline sağlık, ömrüne ilmine bereket!’ diyerek huzurdan ayrılan ‘görgüsüz’ davalıların ardından bön bön bakakaldığı zamanlar olurdu. Adeta, yaptığı alışverişten zarar etmiş bir tüccarın asık çehresi ve içinde sakladığı kızgınlıkla yerinde kalıverirdi öylece.
Medresedeki talebelik yıllarında hocalarının da teşvikiyle üç aylarda cerre çıkarlardı aynı seviyede olduğu arkadaşları gibi. Molla olmaya aday olan icazet (diploma) almaya az vakti kalmış, yaşı büyük talebeler çıkardı cerre. Her bir talebe bir yıllık nafakasını temin etmek umuduyla cerre çıkar, umduğunu bazen bulur bazen de ertesi yıla ertelerdi.
Medresedeki hocaları Şeyh Abdullatif’in önceden tespit ettiği köylerden birine gönderilirdi Molla Sabri. Zaten o devirde başka türlü köylerde cer mollalığı bulmak pek de kolay değildi. Öyle ki ezberlediği birkaç dua ve sure ile köy köy dolaşıp cer mollalığı talep eden uyanıklar türemişti. Sabri Hoca’nın medresedeki hocası Şeyh Abdullatif kefil olmasa bu şartlarda herhangi bir köyde cer mollalığı yapmasına dahi imkan yoktu yani.
Ramazan ayı bitip bayram da geçince artık yuvaya (medreseye) dönüş vakti gelirdi cer mollalarının. Dönecekleri sıralar köydeki hemen hemen her haneden hediyeler getirilir ve köy camisinin küçük bahçesinde toplanırdı. Ağası varsa o köyün, gelen hediyelerle belli olurdu hemen. Ağa kısmı sever böyle şeyleri. Onun için ‘Ağanın eli tutulmaz!’ dermiş eskiler. Kavurma, bal, tereyağı, üst baş kıyafet ve bir miktar da harçlık banknot. Bunlar ağadan.
Köylü de hem sevaptır hem de genç mollanın hakkıdır, üç aylarımızı ihya etti üzerimizde emeği vardır, diye gönlünden kopanı getirip yığardı cami bahçesine. Bulgur, nohut, mercimek, peynir, yumurta, pekmez, birkaç tane tavuk ve öteberi…
Sabri Hoca iyi hatırlıyor o yılları. Bir seferinde iki katır yüküyle uğurlanmıştı köyden. Medreseye döndüğünde arkadaşları arasında ağa gibi karşılanmıştı. Her zaman da öyle olmuyordu tabi. Anlatsa da dinlesek. Ne sıkıntılar çekmiş, ne zor şartlarda tamamlayabilmişti tahsil hayatını. Bir de huysuz hocaları varmış, sopalamadığı gün yokmuş neredeyse Sabri Molla’yı. Bereket ki perşembe günü ikindi vaktinden cumartesi sabahına kadar tatil olurdu da bu iki günü azardan, haşin bakışlardan ve sopalanmaktan emn-u eman içinde geçirirdi. İsmiyle ters bir karakteri varmış sopacı Selim hocasının. O ne huşunet, o ne azarlamalar… Lakin şimdi geriye dönüp baktığında Selim hocasının huşuneti olmasa Arapçayı çözmek için belki bir sekiz dokuz sene daha geçecekti diye düşünüp hayırla yadetti onu. Selim hocanın huşunetinden ve vurduğu yerlerde gül bitmemişti ama zihninin açılıp dilinin çözüldüğünden emindi Sabri Hoca.
Arkadaşlarının müderrislik yaptığı birkaç tane medrese vardı çevre şehirlerde. Bazen ziyarete giderdi onları.
Medreselerdeki geniş imkanları, rahatlık ve konforu görünce ‘Böyle bir yerde sağlam bir alimin çıkacağına pek ihtimal vermiyorum’ diye düşünürdü.
Sabri Hoca anlaşmazlıkların çözümünde oldukça tecrübe kazanmıştı artık. Bu özelliğiyle o çevrede ünlenmişti. Başka şehirlerden gelenler de oluyordu müşkülatlarını halletmek için. Davaları neticelendirdikten sonra ‘Hocam diline sağlık!’ diyerek sıvışanların (Sabri Hoca onlar için ‘firarî’ derdi) sayısı da epeyce azalmıştı. Haftada en az bir veya iki tane dava gelirdi ona. Dava demek davalılar demekti. Davalıların ekseriyeti de hürmette ve ikramda kusur etmezdi. Sabri Hoca bundan tarifsiz bir memnuniyet ve mesruriyet duyuyor ve davaların çözümünde büyük bir iştiyakla gayret gösteriyordu. Gelen hediyeleri de gayet doğal bir şekilde alır ve işine de devam ederdi. İnsanlar arasındaki anlaşmazlıkları çözmek ve arabuluculuk işlerini bu tür ek gelir olsun diye yaparken, bir müddet sonra hani neredeyse Diyanetten aldığı maaş ek gelir gibi olmuştu Sabri Hoca için.
Sabri Hoca etrafına misk-u amber kokuları saçarak Diyanete bağlı olarak görev yaptığı camiye doğru ilerliyordu. Az ilerisindeki köşe başında bekleyen iki adam Sabri Hoca’yı görünce ona doğru hareketlendiler. Selam ve hürmetlerini takdim ettiler.
__ Hocam, biz de sizi bekliyorduk.
__ Buyrun efendiler, bir müşkülatınız mı var?
Her ikisi de orta yaşlarda olan adamlardan saçı iyice kırlaşmış olduğundan daha yaşlı gibi görünen olanı girdi söze:
__ Hocam müşkülat ne ki! Bizimkisi büyük bir fitneye sebep olacak cinsten.
Diğeri de bir şey söylemiş olmak için sözü hasmından alıverdi:
__ He ya! Hiçbir mevzuda anlaşamadık amma Sabri Hoca denilince her birimiz hakemliğinizi kabul edip de geldik.
Davalıların ayak üstü konuşmasındaki halleri, sanki Sabri Hoca’yla kim daha çok göz göze gelir de onunla konuşursa o haklı ilan edilecekmiş gibiydi.
Onları dinleyip meselenin uzun boylu olacağını anlayan Sabri Hoca:
__ Tamam. Teferruatı sonra konuşuruz. Şimdi siz söyleyin. Bu anlaşmazlığınızı şeriata göre mi, örfe göre mi çözmemi istiyorsunuz?
__ …
Adamlar Sabri Hoca gibi namlı bir hocaefendinden bunu (Sabri Hoca artık Hocaefendi olarak anılıyordu.) duymuş olmanın şaşkınlığını yaşıyorlardı. Biraz da incinmişlerdi doğrusu.
__ Hocam, tabii ki şeriata göre çözülsün isteriz.
__ He ya, şeriat ne derse baş göz üstüne…
__ Biz zaten bu maksatla geldik size.
Sabri Hocaefendi cevaplardan memnun olmuştu:
__ İyi. O halde bugün cumadan bir saat sonra camide imam odasında sizleri bekliyor olacağım. Hazırlıklı gelirseniz iyi olur.
Hocaefendi’nin hazırlıktan neyi kastettiğini ilk anda anlayamayan davalılardan birisi şöyle karşılık verdi:
__ Elbette, elbette hocam… Allah’a şükür şu yaşıma geldim bir gün dahi camiye abdestsiz girmedim.
Sabri Hocaefendi adamların gözlerine dikkatlice bakarak bunların da kendi tabiriyle ‘firarî’ tipler olup olmadığını anlamaya çalıştı ama nafile… Madem hazırlığın ne demek olduğunu bilmediler, biraz daha açık şekilde izah etmek gerektiğine kanaat etti:
__ Yani demek istediğim sizler gibi birçok davalı geliyor yanıma. Bu davaların halli için uzun mesai harcıyorum. Eldeki kaynaklar yetersiz oluyor. Bu sebeple bana gelen davalılara bir hayır kapısı açılmış olsun istiyorum.
Davalılar Sabri Hocaefendi’nin muradının ne olduğunu anladılar.
__ Hocam tabii ki de hayır yapmak isteriz. Bunun nasıl olacağını anlayamadık, bağışlayın.
__ Mühim değil, mühim değil… İmam odasının girişindeki kutuya gönlünüzden kopanı atıverirsiniz. Fakat makbuz falan istemeyin!
Davalılar üzerinde ‘örfe göre mahkeme’ şokundan sonra ikinci bir şok etkisi yaptı bu ‘makbuz istemeyin’ çıkışı. Hocaefendi onların bu halini görünce bunlarla geçirdiği şu kadar dakikalık zamana hayıflanır gibi oldu ve bir ‘yol’ gösterdi onlara.
__ Efendiler, eğer kabul ederseniz cumadan bir saat sonra dediğim şekilde gelirsiniz. Hayır efendim, kabul etmiyoruz, derseniz, ki bu da sizin en doğal hakkınız(!), o halde adliyeye gider birbirinizi dava etmek için mahkemeye müracaatta bulunursunuz…
Davalılar kendilerini şok eden bu sözlerden sonra dakikalarca oldukları yerde kaskatı kesilmişlerdi. Az öncesine kadar hürmette kusur etmedikleri Hocaefendi’nin ardından karmaşık düşüncelerle ve hayretle bakakaldılar.
Molla Sabri Hocaefendi ise camiye varmış ve cahil halkı aydınlatmak için hazırladığı ‘Yeşilin Kökü, Devenin Hörgücü’ konulu hutbe üzerine son çalışmalarını yapıyordu…
İlk Yorumu Sen Yap