الزبير بن العوّام – Ebû Abdillâh Ez-Zubeyr ibni El-Avvâm ibni Huveylid El-Kureşî El-Esedî (ö. 36/656)
Hidayet kandillerinden biri olan Resûlullah’ın Havârîsi Zubeyr ibni Avvâm’ın (ra) hayatını anlatma devam ediyoruz. Önceki yazımızda “Allah Yolunda Çekilen İlk Kılıç” konusu anlatmıştık. Zubeyr (ra) Allah Resûlü’nün (sav) başına bir şey geldiğini duymuş, kılıcını kuşanıp onu korumaya ve intikamını almaya koşmuştu.
İşte bu, İslam’da çekilen ilk kılıçtı. Hem kendisi de hem kılıcı Allah Resûlü’nün (sav) müstecab duasına mazhar olmuştu. Artık kendisi ölünceye kadar kâfirlerin üzerine yürüyecek, kılıcı ilelebet kafirlerin üzerine kalkacaktı.
Henüz on yedi on sekiz yaşlarında olan Zubeyr’in (ra) gençlik sorunları yoktu. Bilakis dünyevi arzulardan tamamen uzaktı. Gençliğini Allah’a (cc) ve Allah Resûlü’ne (sav) adamıştı. İşte bugün de muvahhid gençler Zubeyr (ra) gibi gençliğini Allah’a (cc) adamalı ve Allah Resûlü’nün (sav) davasını müdafaa etmelidir. Bireysel sorunlarından sıyrılıp ümmetin sorunlarıyla dertlenmelidir. Zubeyr ibni Avvâm’ın (ra) ruhuyla davasını bir üst mertebeye taşımak için çaba sarf etmelidir…
Zubeyr (ra) Mekke’de karşılaştığı büyük zorlukların akabinde Allah Resûlü’nün (sav) yönlendirmesiyle Habeşistan’a hicret etmişti. Orada bir müddet kaldıktan sonra Medine’nin kapısı İslam’a açıldığında kutlu hicret yolcuğuna katılmıştı. Böylelikle iki hicrete muvaffak olmuştu. Daha sonra Allah Resûlü (sav) ile beraber tüm savaşlara katılmış ve bu savaşlarda büyük fedakârlıklar sergilemişti.
Melekler Onun Simasında
Zubeyr (ra) hak ile batılın ayrıldığı Furkan Günü’nde yiğitliğini göstermiştir. Bedir Şavaşı’nda Müslimlerin sadece iki süvarisi vardı. Bunlar Zubeyr (ra) ve Mikdâd (ra) idi. Bedir’de büyük kahramanlıklar gösterdi. O gün birçok müşriği öldürmüştü. Bunların arasında da Mekke’de kendisine ve diğer kardeşlerine işkence eden amcası Nevfel vardı. Gözlerini kin ve nefret bürümüştü. Güçlü bir savaşçıydı ve Müslimlere ciddi zararlar veriyordu. Sadece gözleri açıkta kalacak şekilde kuşanmıştı ki Zubeyr (ra) onu bir kartal gibi görmüş ve kin bürüyen gözlerinden mızrağıyla vurup öldürmüştü. Böylece yılların zulmü, hak uğruna savaşan bir yiğidin ellerinde son bulmuştu.
Bedir Savaşı’nda Allah (cc) müminlere büyük bir yardımda bulunmuştu. Semadan meleklerini göndererek müminleri desteklemişti.
“Andolsun ki, Bedir’de zayıf/güçsüz olmanıza rağmen Allah size yardım etti. Allah’tan korkup sakının ki şükretmiş olasınız. (Hatırla!) Hani sen müminlere: ‘(Gökten) indirilmiş üç bin melekle Rabbinizin sizi desteklemesi yetmez mi?’ diyordun. Evet, şayet sabreder ve korkup sakınırsanız -onlar aniden size saldıracak olsa bile- Rabbiniz, işaretli beş bin melekle sizi destekleyecektir. Allah bu (yardımı başka bir şey için değil) sadece size müjde olması ve kalplerinizi yatıştırıp mutmain kılması için yaptı. Yardım/zafer yalnızca (izzet sahibi, her şeyi mağlup eden) El-Azîz, (hüküm ve hikmet sahibi) El-Hakîm olan Allah katındandır.”[1]
İşte bu yardımın üzerinde tahakkuk ettiği kişilerin arasında Zubeyr (ra) vardı. Kendisi bir birliğin başındaydı ve diğer birliklerden ayrılmak için başına sarı bir sarık sarmıştı. Melekler ve Cibril (as) bu şekilde onun simasında yeryüzüne inmişlerdi.
Hişâm ibni Urve’den, o da babasından rivayetle şöyle dedi:
“Bedir Günü Zubeyr’in başında, sarıya çalan bir örtü sarılıydı. Bunun üzerine Nebi (sav) şöyle buyurdu:
‘Melekler Zubeyr’in simasında indiler.’ ”[2]
Özellikle Cibrîl’in (as) Zubeyr’in (ra) simasında yeryüzüne inmesi dikkat çekicidir.
Urve (ibni Zubeyr’den) (rh) şöyle rivayet edilmiştir:
“Cibrîl (as), Bedir Günü Zubeyr ibni Avvâm’ın (ra) simasıyla indi. Başına sarı bir sarık dolamıştı.”[3]
Düşünün ki semanın ötesinden gelen, nurdan yaratılmış olan, binlerce kanadı bulunan, Allah’ın (cc) emrine amade varlıklar sanki yeryüzündeki o kahramanın azmini ödüllendirir gibi onun görünüme bürünmüşlerdi. Bunun da ötesinde meleklerin efendisi Rûhu’l Kudus’un onun sarığıyla görünmesi sergilediği kahramanlığın belki de semada ne denli kıymetli olduğunun bir işaretiydi.
İşte Bedir’in o kutlu meydanı göklerle yerin o mukaddes amaç için nasıl buluştuğuna şahitlik etmişti. Zubeyr (ra) sarı sarığıyla melekler ordusuna ilham veren yeryüzündeki bir simgeye dönüşmüştü. Başındaki kumaş bir birliğin alameti olmaktan öte Zubeyr’in (ra) yüreğindeki cesaretin bir yansımasıydı. O gün savaşın alevleri yükselirken Allah Resûlü’nün (sav) mübarek dudaklarından dökülen “Melekler Zubeyr’in simasında indiler.” sözü bir şeref nişanesi olarak onun göğsüne takılmıştı. İşte bu durum tesadüflerin ötesinde İlahi bir takdirdi.
Bedir ehlinden olma şerefine nail olan diğer sahibiler gibi Zubeyr de (ra) o kutlu meydanda bulunarak ismini cennet defterlerine yazdırmıştı. Zira Yüce Allah onlar hakkında o büyük müjdeyi vermişti:
“Dilediğinizi yapın. Şüphesiz ki sizleri bağışladım. Cennet size vacip oldu!”[4]
Zubeyr’in (ra) şecaati sadece Bedir’de gözleri kamaştırmıyordu, Uhud’da da besaleti yıldız gibi parlıyordu…
Uhud Savaşı
Uhud Savaşı’nda Allah Resûlü (sav) Zubeyr’i (ra) ordunun bir kanadına, süvarilerin başına yerleştirmişti. Savaşın başında süvariler saldırıya geçip bir kasırga gibi eserek düşman saflarını darmadağın etmişlerdi. Merkezden de Allah Resûlü (sav) müşriklere saldırmış ve onları hezimete uğratmıştı. Ancak Uhud’un eteklerinde olacak olan olmuştu. Müslimler düşmanın kaçtığını görünce erken davranarak ganimet toplamaya başlamıştı, bunu gören okçular da yerlerini terk edip onlarda ganimet toplamaya koşmuştu. Zaferin şafağı görünmüşken Müslimler arkadan kuşatılmış ve müşriklerin ani saldırısına maruz kalmışlardı. Birçok kimse geri kaçmıştı. O gün Zubeyr (ra) ve beraberinde yirmi nefer sarsılmaz kaya gibi sebat etmişlerdi.
Allah Resûlü (sav) insanları yanına çağırdığına Zubeyr (ra) hemen icabet etmiş ve onu korumuştu. Allah Resûlü’nün (sav) gösterdiği düşmanın üzerine atlamış ve onu canı pahasına müdafaa etmişti.
“Resûlullah (sav) Uhud Günü Müslimleri şiddetli bir şekilde öldüren bir adam gördü. Bunun üzerine ‘Ey Zubeyr! Kalk, onun üzerine git.’ buyurdu. Zubeyr ona doğru tırmandı. Nihayet onun üzerine çıkınca, kendini onun üzerine attı ve onu kucakladı. İkisi birlikte yuvarlanarak yere düştüler. Zubeyr, onun göğsü üzerine düştü ve onu öldürdü. Nebi (sav) onu karşıladı, öptü ve ‘Senin uğruna dayı da teyze de feda olsun!’ buyurdu.”[5]
Tabii burada Allah Resûlü (sav) ve sahabe büyük kayıplar vermişti. Arkadaşlarından 70 küsur kişi şehit olmuştu. Bunların başında Hamza (ra) vardı ki Zubeyr’in (ra) amcasıydı. Burada Alî ile Zubeyr (ra) arasında geçen bir durum vardır ki gerçekten üzücüdür.
Ancak bu fedakârlıkların ardında, yürek dağlayan bir matem vardı. Müslimler yetmişi aşkın şehit vermişti. Bu şehitlerin başında, Zubeyr’in amcası, Allah’ın Aslanı Hamza (ra) vardı. O gün Alî (ra) ve Zubeyr (ra) arasında yürekleri burkan bir diyalog geçmişti.
“Uhud Günü Hamza şehit edildiğinde Safiyye onu aramaya koyuldu. Onun ne yaptığını bilmiyordu. Derken Alî ve Zubeyr ile karşılaştı. Alî, Zubeyr’e, ‘Annene sen söyle.’ dedi. Zubeyr, ‘Hayır hayır, halana sen söyle.’ dedi. Safiyye, ‘Hamza ne yaptı?’ diye sordu. Onlar da bilmedikleri şeklinde görüş bildirdiler. Allah Resûlü (sav) geldi, ‘Onun aklını kaybetmesinden korkuyorum.’ dedi. Elini göğsünün üzerine koyup ona dua etti. Safiyye (r.anha), ‘İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn!’ dedi ve ağladı… Allah Resûlü (sav) şehitlerin toplanmasını emretti ve onların cenaze namazını kıldırdı. Dokuz kişiyi Hamza ile beraber koyuyor ve onların üzerine yedi defa tekbir getiriyordu. Sonra o dokuz kişi kaldırılıyor, Hamza orada bırakılıyordu. Tekrar dokuz kişi getiriliyor ve onların cenaze namazını kılmak üzere tekbir alıyordu. Bu durum onların hepsinin cenaze namazını kılıncaya kadar devam etti.”[6]
Hem Allah Resûlü (sav) hem Zubeyr (ra) bu zor durumun ardından yüreklerindeki derin acıyla beraber Medine’ye geri dönmek için yola koyulmuşlardı. Bu geri dönüş asla bir hezimet değil, teslimiyetin ve azmin sessiz yürüyüşüydü. Tekrar çağrıyı duyduklarında sadakatle koşup icabet edeceklerdi.
Allah Resûlü (sav) Uhud’dan döndüğünde müşriklerin Müslimlere daha büyük bir zarar vermek için geri dönmeleri hakkında konuştukları haber verildi. Bunun üzerine Allah Resûlü (sav) sadece Uhud’a katılmış sahabilerle beraber tekrar Mekke’ye doğru Müşriklere karşı yola çıktılar. Allah Resûlü (sav) “Kim onların peşinden gider?” diyerek Ebû Bekir (ra) veya Alî (ra) öncülüğünde yetmiş kişiyi onların peşinden yolladı. Müşrikler bu durumu öğrenince büyük bir korkuya kapılarak Mekke’ye doğru kaçtılar.
İşte onların burada yaptıkları büyük bir fedakârlıktı. Yüreklerindeki derin acı ve bedenlerindeki taze yaralarına rağmen Allah’ın (cc) ve Resûlü’nün (sav) çağrısına icabet ederek tekrar savaşa dönmüşlerdi. Yaralarını sarmayı bırakıp kılıçlarını kuşanmışlardı. Onların metaneti kalplere korku salmıştı. Onların adanmışlığı yenilgiyi zafere dönüştürmüştü.
İşte sahabe bu güzel amellerinin akabinde Allah (cc) tarafından bu büyük övgüye nail olmuşlardı:
“(Onlar ki; Uhud’da) yara aldıktan sonra Allah’ın ve Resûl’ün çağrısına icabet ettiler. Onlardan (olup) kulluğunu en güzel şekilde yapan ve korkup sakınanlara büyük bir ecir vardır. Onlar ki: ‘İnsanlar sizinle (savaşmak için) toplandı. Onlardan korkun.’ denildiğinde imanları arttı ve dediler ki: ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.’ Allah’tan bir nimet ve (Allah’ın) fazlıyla onlara hiçbir kötülük dokunmadan (sağ salim yurtlarına) döndüler. (Allah’a güvenip dayanmakla) Allah’ın rızasına tabi oldular. Allah, büyük lütuf ve ihsan sahibidir.”[7]
Zubeyr (ra) bu övgüye nail olanların başında geliyordu.
Âişe Annemizden (r.anha) şöyle rivayet edilmiştir:
“Âişe, ‘(Onlar ki; Uhud’da) yara aldıktan sonra Allah’ın ve Resûl’ün çağrısına icabet ettiler. Onlardan (olup) kulluğunu en güzel şekilde yapan ve korkup sakınanlara büyük bir ecir vardır.’[8] ayeti hakkında Urve’ye şöyle dedi:
‘Ey kız kardeşimin oğlu! Senin iki baban da (deden ve baban) onlardandı: Zubeyr ve Ebû Bekir. Resûlullah’a (sav) Uhud Günü isabet eden (olaylar) isabet edip, müşrikler de geri çekilince, onların geri dönmesinden korktu ve ‘Kim onların peşinden gider?’ buyurdu.
Bunun üzerine onlardan yetmiş kişi (bu göreve) gönüllü oldu. (Âişe dedi ki:) Onların içinde Ebû Bekir ve Zubeyr de vardı.”[9]
O gün büyük bir fazilete erişmişti.
Zubeyr’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:
“Resûlullah (sav) benim için anne ve babasını iki defa bir araya getirdi: Uhud Günü ve Kurayza Günü. Ve şöyle dedi: ‘At! Anam babam sana feda olsun!’ ”[10]
İnsanın dini için fedakârlık yaparak öncülerden olması büyük bir mertebedir. Lakin bu mertebenin zirvesi, insanın zor zamanlarında fedakârlık yapabilmesidir.
Bazen dava tıpkı Hamrau’l Esed Gazvesi’nde olduğu gibi sıkıntılı durumların içerisinde olmamıza rağmen bizden fedakârlık bekler. Taze yaraların acıdan sızladığı, bedenin yorgunluktan titrediği ânlarda kalkıp bir adam daha atarak ileri gitmemizi ister. İşte bu adım kişinin zaaflarından tamamen sıyrılıp eksikliklerinden bütünüyle arınmasının en önemli adımıdır.
Bizler de bugün böyle durumlarla karşılaştığımızda davamız için yine yardımcı olmalıyız. Çünkü bu dava, rahat zamanların değil; imtihanların, sabırların, direnişlerin davasıdır. Asıl samimiyet, meydanlar kalabalıkken değil, yalnız kaldığında dahi adımını geri çekmemektir. Hamrau’l Esed’in mücahitleri yaralarından sızan kanı kalplerinden taşan imanla durdurdular. Onları ayakta tutan şey bedenlerinin kuvveti değil, gönüllerindeki teslimiyetin ateşiydi.
Bugün de bizler o iman zincirinin son halkalarıyız. Her birimizin küçük ya da büyük imtihanları var. Hepimizin “Hamrau’l Esed”leri var. Kimi zaman tembelliğimiz, kimi zaman korkularımız, kimi zaman da dünya telaşımız bizi geri çeker. Oysa dava, “Biraz daha sabret!”, “Biraz daha dayan!” diye fısıldar kalbimize. Ve o fısıltıya kulak verip bir adım daha atmak, işte o ân bizi yeniden diriltir.
Zaaflara karşı cesaretle atılan her adım, insanın hem kendi nefsine hem de şeytana karşı kazandığı bir zaferdir. Ve bu zaferlerin akabinde tıpkı Hamrau’l Esed’in sabahında olduğu gibi karanlığın ardından yeniden bir zafer güneşi doğar.
Devam edecek, inşallah…
[1] 3/Âl-i İmrân, 123-126
[2] Et-Tabakâtu’l Kubrâ, İbnu Sa’d, Mektebetu’l Hâncî, 3/96
[3] El-Mu’cemu’l Kebîr, Et-Taberânî, Mektebetu ibni Teymiyye, 1/120
[4] bk. Buhari, 4274
[5] Târîhu Dımeşk, İbnu Asâkir, Dâru’l Fikr, 18/359
[6] Et-Tabakâtu’l Kubrâ, İbnu Sa’d, Mektebetu’l Hâncî, 3/12
[7] 3/Âl-i İmrân, 172-174
[8] 3/Âl-i İmrân, 172
[9] Buhari, 4077
[10] El-İstîâb fî Ma’rifeti’l Ashâb, İbnu Abdilber, Dâru’l Ceyl, 2/513



