ÖNCELİKLER
“Ben insanlarla; Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in de O’nun resûlü olduğuna şahitlik edip namazı ikame edinceye ve zekâtı verinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu yaparlarsa mallarını ve canlarını benden korumuş olurlar. Hesapları ise Allah’a aittir.”
[1]
Bu hadis, mütevatir hadislerdendir. Hadisi her tabakada, yalan üzere toplanması âdeta imkânsız bir topluluk rivayet etmiştir. Mütevatir hadisler, dinin Kur’ân’dan sonra en sağlam kaynağı olmanın yanı sıra, sahih hadislerin de zirvesinde yer almaktadır. Bu denli kuvvet ve öneminden olsa gerek, İslam âlimleri mütevatir hadisleri inkâr edenlerin İslam üzere olup olmadıklarına dair konuşmuş ve kimi âlim bu kimselerin tekfir edilmesi gereken, İslam’ın dışına çıkmış kişiler olduklarını söylemişlerdir.
Bu hadisin temel olarak bize anlattığı konu şudur: Tevhid, risalet, namaz ve zekât İslam’ın asıllarındandır. Bu sıralamaya dikkat edilerek sorumlulukların yerine getirilmesi gerekir. Sorumluluklarını yerine getirmeyenler, İslam milletinden olamazlar.
Tevhid, hadisteki ifadesiyle “Allah’tan başka ilah kabul etmemek, yalnız ve tek ilah olarak Allah’a kulluk etmek”tir. Bu anlamda tevhid, insanın öz nefsinin kulluğuna şahitlik ederken, diğer taraftan Allah’ı (cc) mâbud olarak kabul ettiğini de hiçbir kapalılık olmayacak şekilde ispat ve itiraf etmesidir.
Tevhid, davetin ilk konusu, en önemli gündem maddesidir. Zira nebilerin gönderilişlerindeki asıl hedef, semadan kitapların indirilmesindeki esas gaye ve dahi insanın yaratılışındaki en mühim mevzu; “Allah’a ibadet etmek, O’ndan başkasını ilah olarak kabul etmemek” cümlesinde özetlenir.
Resûllerin, nebilerin ve salihlerin kutlu ve mübarek mücadelesinin ana mihveri tevhiddir. Ahlaki kurallar, toplumsal düzen, ekonomik ve iktisadi gelişim bu insanların ana gündemi olarak kendisini göstermez. Bu maddelerin hepsi aslında tevhidin, tevhide tabi olmuş salih ve muttaki insanların mücadelesinin sonucudur.
Muhammedun Resûlullah, bu dinin ikinci ayağıdır. Tevhidi kabul ettiğini söyleyen, ancak risalet konusunda sorun yaşayan kimse iman etmiş sayılmaz. İmanın, tevhidle beraber tevhidi getiren nebilere eksiksiz imanı da kapsaması zorunludur. Aksi hâlde iman tam manasıyla tahakkuk etmiş olmaz.
Tevhid ve risaletin ardından Nebi (sav) üçüncü esası zikretmektedir: Namazı ikame etmek. Namaz ibadeti Allah Resûlü’nün ifadesiyle; “dinin direği”, “göz aydınlığı”, “kıyamette ilk hesaba çekileceğimiz amel”, “insanları bir nehirde temizlenir gibi her defasında günahlardan temizleyen” bir ibadet olarak belirtilmektedir. Namazın faziletine dair pek çok ayet ve daha nice hadisler zikretmemiz de mümkündür. Ancak bizim buradaki asıl gayemiz; namazın faziletinden evvel, namazın farziyetidir. Namaz; Allah’ın, kullarına farz kıldığı, kılmayana büyük bir vebal ve sorumluluk yüklediği bir ibadettir. Bu farziyet ve önemi çok açık şekilde ifade etmesi bakımından şerhi sadedinde olduğumuz hadis üzerinde düşünülmelidir. Allah Resûlü (sav) namazı terk eden ve bu ibadeti yerine getirmeyen topluluklara karşı savaş ilan edeceğini vurgulamaktadır. Bu tehdit, namazın anlam ve önemini idrak etmemiz için önemli bir vurgudur.
Namazın ardından Allah Resûlü (sav) zekât ibadetini zikretmektedir. Zekât ibadeti, mallarımızı kendisiyle temizlediğimiz mali bir ibadet olmasının yanı sıra, toplumsal dayanışma ve kardeşliğin önemli sembollerindendir. Bu ibadet İslam’ın, “ben”den çok “biz” anlayışını önceleyen bir din olduğunu gösterir.
Nebi (sav), zekât ibadetini terk eden insanlarla savaşacağını ifade etmiştir. Nitekim Nebi’nin -bu hadisinden olmalı- vefatının ardından zekâtı terk edenlere karşı Ebu Bekir (ra) amansız bir mücadele başlatmıştır. Mallarının zekâtını verinceye kadar onlarla bu savaşı sürdürmüştür.
İslam’ın Özgürlük Yaklaşımı
Burada üzerinde durulması gereken önemli bir diğer nokta ise şudur: Şer’i naslar, bir taraftan dinde zorunluluk olmadığını açıkça ifade ederken, diğer taraftan bu hadis ve buna müteallik naslar, dinî anlamda İslam dışında bir tercih koymuş olan insanları da tehdit etmektedir. Bunu nasıl anlamalıyız?
Cevaben diyebiliriz ki: İslam her insana istediğini tercih etme, dilediği şekilde inanma ve dilediğince yaşama özgürlüğü tanır. Ancak bu özgürlük ve tercih hakkı, yapılanı doğru ve meşru hâle getirmez. İnsan, tercihinin sonucuna göre dünyada ve/veya ahirette hesap verecek, karşılığını görecektir. Bu hususta karıştırılan nokta tam olarak burasıdır. İnsanlar kendilerine verilen tercih hakkının sonucu olarak yargılanmamayı, dünyada veya ahirette hesap vermemeyi arzulamaktadır. Oysa Rabbimizin tercihi ve iradesi bunun aksi yönünde tecelli etmektedir. Biz Rabbimizin iradesine boyun eğen ve razı olanlarız. Zira O (cc), adildir. O’ndan gelen de yalnızca adalettir.
[1]. Buhari, 25; Müslim, 22
İlk Yorumu Sen Yap